Osmanlı Padişahları Neden Haccetmedi?
Osmanlı tarihinin satır aralarında dikkatli bir nazarla gezinenlerin hayretle durakladığı konulardan biri de hiçbir padişahın hacca gitmemiş olmasıdır. Nasıl olur da hilâfet sancağını taşıyan Osmanlı padişahları İslâm’ın beş şartından biri olan hac ibadetini eda etmemiştir?
Osmanlı padişahlarının neden hacca gitmediği sorusunun cevabı, basit bir ibadet tercihi olmaktan öte, altı asır süren bir medeniyet telakkisinin, din-devlet ilişkisinin ve siyasal meşruiyetin temel kodlarına dair ipuçları sunar. Çünkü padişah yalnızca bir insan değil; devletin, ümmetin başı ve sembolüdür. “Allah’ın mutlak hakimiyetinin yeryüzündeki gölgesi” (zıllullah fi’l-arz) olarak nitelenen bu makamın her tercih ve terki kişisel bir fiil değil, ümmete sirayet edecek bir politikadır.
Bu bağlamda padişahların hacca gitmemesi bir ihmalkârlık ya da dünyevî meşguliyetin neticesi değildir. Aksine, Osmanlı’nın siyasî, askerî ve fıkhî dengeleri dahlinde şekillenmiş çok katmanlı bir karardır.
Devlet Aklı ve İbadet Dengesi
Girişte sorulan sorunun cevabı bir kişinin ibadet sorumluluğu bağlamında değil, bir cihan devletinin akıbeti akılda tutularak aranmalıdır.
Osmanlı’da padişah sadece siyasî otorite değil, aynı zamanda hilâfet makamının taşıyıcısı ve halkın manevî rehberidir. Dolayısıyla onun atacağı her adım, sadece kendisini değil, bütün bir tebaayı ilgilendirir. Osmanlı devlet geleneğinde padişahın uzun süre başkentten ayrılması yalnızca bir boşluk değil, aynı zamanda bir güvenlik zaafı olarak kabul edilmiştir.
Sultan II. Osman’ın (Genç Osman) yaşadığı bir hadise bu meseleye canlı bir örnek teşkil eder. Genç Osman, başı bozuk hale gelen ve merkezî otoriteye karşı tehdit oluşturan Yeniçeri Ocağı’na karşı Anadolu, Şam ve Halep havzasında yeni bir ordu kurmak üzere yola çıkmayı planlamıştı. Ancak bu hedefini gizlemek için hacca gitme niyetini açıkladı. Bu açıklama dönemin siyasî ve dinî çevrelerinde büyük tepkiye sebep oldu. Özellikle dönemin şeyhülislâmı ve aynı zamanda padişahın kayınpederi olan Esad Efendi, bu karara sert ve kararlı bir şekilde karşı çıktı: “Gidemezsin!”
Bu itiraz ciddi fıkhî ve siyasî gerekçelere dayanmaktaydı. Hac yolculuğu dönemin şartlarında üç ayı aşkın sürebilen meşakkatli bir seferdi. Üstelik bu yolculuk sırasında padişah yalnız olmayacak, yanında hanedan mensuplarından vezirlere, muhafızlardan hizmetkârlara kadar yüzlerce kişilik bir kafile bulunacaktı. Bu da hem lojistik hem de malî bakımdan büyük bir yük manasına geliyordu. Dahası, geçilen her şehirde merasimle karşılanmak bu yolculuğu daha da dikkat çekici kılacaktı.
Böyle bir yolculuğun masrafları kişisel bir ibadeti aşar ve devletin kaynaklarını ilgilendirir hâle gelirdi. Devletin zenginliği, padişahların şahsî ibadet masraflarını karşılamak için bir gerekçe teşkil etmezdi. Bu durum hem hukuken hem de vicdanen caiz görülmemiştir. Bu noktada kamu hukukunun özünü oluşturan maslahat prensibi bir kez daha devreye girmiş, kişisel ibadet arzusu devletin bekası karşısında geri plana itilmiştir.
Sultanın mevcudiyeti “nizâm-ı âlemin” muhafazası için zaruridir. Bu ifade yalnızca nazarî bir hüküm değil, Osmanlı’nın fiilî uygulamalarında da karşılık bulan bir kaidedir.
Ulemanın Fıkhî Yaklaşımı
Osmanlı uleması bu konuda son derece titiz ve sorumlu bir tutum sergilemiştir. Çünkü onlar için fetva vermek yalnızca dinî bir beyan değil, aynı zamanda ümmetin selameti için stratejik bir duruştu. Aralarında Molla Gürani, Akşemseddin, Ebussuud Efendi, Zembilli Ali Cemali Efendi gibi önemli âlimlerin bulunduğu büyük fıkıh otoriteleri, padişahların hacca gitmesini yalnızca bir ibadet meselesi olarak değil, devletin bekası ve cemiyet nizamının sürdürülebilirliği açısından da değerlendirmişlerdir. Onlara göre bu yolculuk yalnızca birkaç ay sürecek bir seyahat değil; başkentten, yani imparatorluğun merkezî aklından uzaklaşmak demekti. Böyle bir boşluk, özellikle Osmanlı gibi çok uluslu ve sürekli teyakkuzda olunması gereken bir devlette ağır neticeler doğurabilirdi.
Bu bağlamda fetva mekanizması devlet felsefesinin ve siyasî aklın da şekillendiği bir merkez işlevi görmüştür. İmam Mâverdî’nin “el-Ahkâmü’s-Sultâniyye” adlı meşhur eserinde ifade ettiği gibi, sultanın mevcudiyeti “nizâm-ı âlemin” muhafazası için zaruridir. Bu ifade yalnızca nazarî bir hüküm değil, Osmanlı’nın fiilî uygulamalarında da karşılık bulan bir kaidedir. Devletin nizamı, padişahın şahsî ibadetlerinin önünde tutulmuş, böylece ferdî takva ile umumun mükellefiyeti arasında hassas bir denge teşkil edilmiştir. Osmanlı uleması bu dengeyi koruyabilmek için gerektiğinde padişahın karşısında durmuş, hakikatin dili olmuştur.
Şeyhülislâmın Otoritesi
Şeyhülislâmlık makamının Osmanlı’daki etkisi yalnızca dinî meselelerle sınırlı kalmamış, aynı zamanda siyasî kararların meşruiyet zeminini şekillendiren bir denetim ve rehberlik makamı olarak tebarüz etmiştir. Bu makam padişahın mutlak otoritesine karşı dinin ve hukukun bağlayıcılığını hatırlatan bir vicdan ve ilim merkeziydi.
Mesela Yavuz Sultan Selim’in Hıristiyanları zorla Müslüman yapma emrine karşı çıkan Zembilli Ali Cemali Efendi’nin kararlılığı, bu muvazenenin işlevselliğini gösterir niteliktedir. Şeyhülislâm sultanın emrine karşı çıkarken yalnızca dinî değil, aynı zamanda siyasî sorumluluğu da izhar ediyordu. Bu tavır, Osmanlı’da hukukun üstünlüğünün bir tezahürü olarak değerlendirilebilir.
Benzer şekilde Kanunî Sultan Süleyman’ın mezarına fetvalarla dolu bir sandık koydurması, yalnızca sembolik bir hareket değil; hayatını, hükmünü ve kararlarını ilmiye sınıfının denetimine ve meşruiyetine teslim etmenin nişanesi olarak okunabilir.
Bu misaller, Osmanlı’da din ile siyasetin birbirine kenetlenmiş iki temel güç olarak iş gördüğünü gösterir. Şeyhülislâm sadece suallere cevap veren değil, gerektiğinde sultanın kararlarına set çekebilen bir otoriteydi.
Hülasa, Osmanlı padişahlarının hacca gitmemesi, sathî bir eksiklik gibi algılansa da, aslında İslâm hukukunun ve devlet aklının hassas terazisinde tartılmış bir zaruretin ifadesidir. Bu tutum, ferdî dindarlığı değil, umumun maslahatını önceleyen bir idrakin ürünüdür. Altı asırlık bir medeniyetin omurgası olan bu tercih, devletin merkezî otoritesini muhafaza, ümmetin huzur ve selametini tahkim etme gayesine matuftur.
Bazen bir adım atmamak bir yıkımın önüne geçmek, bazen de susmak en gür haykırış olabilir. Osmanlı bu feragati yaparken “İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır” hadis-i şerifini bir devlet felsefesine dönüştürmüş; fertten ziyade cemiyeti, en üst sorumluluk makamı için de ibadetten ziyade maslahatı gözetmiştir.