Aramak

Parmakla Gösterilmekteki Şer

PARMAKLA GÖSTERİLMEKTEKİ ŞER

Kötü vasıflarla meşhur olmak bir yana, sırf insanlar arasında nam salabilmek, onların ilgisini, alkışını, hayranlığını kazanabilmek için İslâm’ın fazilet saydığı hallerle ulaşılmış bir şöhret dahi kişiyi ebedi saadetten mahrum bırakacak kadar büyük bir şerdir.

Enes b. Malik radıyallahu anh’tan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vessellem, “Allah Teâlâ’nın korudukları müstesna, din ve dünya işlerinde parmakla gösterilmesi kişiye şer olarak yeter” (Tirmizî, Kıyamet 21) buyuruyor. Bu hadisin Taberâni’nin Mu’cemü’l-Kebir’inde yer alan başka bir rivayetinde, sahabenin “İyi olsa da mı ya Resûlullah?” sualine, Efendimiz aleyhissalâtü vesselam’ın, “Evet iyi olsa da şerdir. Kötüyse zaten bu hal o kimse için apaçık bir günahtır” diye cevap verdiğine dair bir ilave vardır. 

“Parmakla gösterilmek” tabiri “çok tanınan biri olmak” anlamına da geldiğinden, zikrettiğimiz hadis-i şerif “şöhretten kaçınmak” bağlamında konu ediliyor. Şöhret, Arapçada senenin on iki diliminden her biri için kullanılan “şehr” kelimesiyle aynı kökten geliyor. Takvimdeki ayları belirleyen gökteki ayla da ilgili ve “görünür, fark edilir bir parıltıyı yahut yüksekliği” anlatıyor. Nitekim bizde de şöhretli kimselere bazen “yıldız” ya da Batı dillerindeki karşılığıyla “star” denildiği oluyor. 

Ay veya yıldız mecazları her ne kadar beğenilen, müspet bir seçkinliği ifade ediyorsa da kötü şöhretle de tanınıp bilinmek var. Hadis-i şerifte işaret buyrulduğu üzere kişi mesela ibadet hassasiyeti, ilmi, hayır hasenatı ile meşhur olabildiği gibi fıskı, cehaleti yahut zulmü ile de meşhur olabilir. 

Kötü halleriyle şöhret bulması kişi için apaçık bir şer olması hasebiyle, bu nebevî ikaz bizi hususen iyi, güzel, fazilet sayılan vasıflarla dahi şöhret sahibi olmaya meyletmekten sakındırıyor sanki. Neredeyse bütün tasavvuf ulularının “şöhret âfettir” kelâm-ı kibarıyla dikkat çektikleri tehlike de bu tür bir şöhretle ilgilidir. 

İncelikli bir mesele

Günümüzde şöhret ve şöhretten sakınma hususunda söz konusu hadis-i şeriften hareketle görüş beyan edenler aşağı yukarı şunları söylüyorlar: Kişinin İslâm’ın da meziyet kabul ettiği üstün halleriyle diğer insanlar tarafından tanınıp bilinmesi, övülüp yüceltilmesi anlamıyla şöhret; ucb, kibir, riya gibi insanı manen helake sürükleyen kalp hastalıklarına maruz bırakabileceği için kaçınılması gereken bir şer yahut afettir. Kulun ibadetine güvenmesine, kendisini başkalarından üstün görmesine, acizliğini ve zayıflığını unutup güç vehmine kapılmasına sebep olabilir. Sürekli itibar, hayranlık ve övgüye muhatap olması kişiyi kusurlarını göremeyecek kadar kör, doğruları işitemeyecek kadar sağır edebilir. 

Bütün bunlar birer ihtimaldir elbette ama şöhretin cazibesi, insanın zayıflığı ve nefsin tasallutu bu ihtimallerin tahakkukunu çoğu zaman kaçınılmaz kılmaktadır. Böyle değilse bile şöhretin, şöhret sahibinin kıskanılıp yıpratılmasına, haksız saldırılara uğramasına yahut yoğun bir tecessüsle mahremiyetinin ihlal edilmesine yol açması gibi haller dahi birer kötülüktür. 

Bütün bunlar doğrudur şüphesiz, ama meseleyi her yönüyle kuşatan bir neticeye bağlamaya yetmemektedir. Zira her tanınma, sakındırılan şöhret değildir. Kişi bazen aksi yöndeki isteği, iradesi ve çabasına rağmen meşhur olabilir. Şöhret sahibinin kimlerin nezdinde itibar bulduğu önemlidir. Şöhretin şer veya afet olup olmamasını kişinin şöhret karşısındaki tavrı belirlemektedir. 

Günümüzün şöhret anlayışı ve imkânları değişmiş; şöhret bir pazar malzemesi haline getirilmiştir. Şöhretten kaçınma gayreti bazen yine bir şöhret gerekçesi olabilmektedir. Nihayet yüksekliği sebebiyle kaçınılmaz olarak görünür, tanınır bir mevkide bulunanların, “büyük başın derdi de büyük olur” fehvasınca, ağır ve geniş sorumluluklar yüklenmekten kaynaklanan dertleri her halükârda şer kapsamına dâhil edilecek cinsten değildir. 

Şöhretten kaçınmak için

Şöhreti şer olmaktan çıkaran veya şöhret sahibini Cenâb-ı Mevlâ’nın korumasına müstahak kılan belli şartlar var. Birincisi, kişinin kendisine şöhret kazandıran din ya da dünya ile ilgili güzel işlerinde insanların övgü ve takdirini değil, Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmayı esas almasıdır. 

Bu tutumun tezahürü, bütün amel veya başarılarında asıl failin Allah Teâlâ olduğunu bilip, kendi aczini idrak anlamıyla “mahviyyet”i; nafilelerini, hayır hasenatını yahut imkân ve meziyetlerini insanların gözüne sokmaktan kaçınma anlamına “mahfiyyet”i ve kendisini kimseden üstün görmemek anlamına samimi bir “tevazu”yu hiçbir zaman elden bırakmamasıdır. 

İkincisi, herhangi bir konuda kişiye gösterilen itibar, teveccüh ve takdirin, o konunun ehlinden gelmesidir. Bizim “avam” dediğimiz, Kur’an-ı Kerim’in “ekserü’n-nâs” dediği ve çoğunlukla “fâsık, cahil, nankör” olarak nitelediği halk yığınlarının teveccühünden kaynaklanan şöhret hâzâ şerdir. Daha ziyade “popülerlik” diye adlandıracağımız bu tür şöhret, bir kısım medyatik hocalarda gördüğümüz gibi kişiyi “popülizm” denilen avam dalkavukluğuna; mesela sırf avam tabakasının hoşuna gitsin diye ilâhî ölçüleri eğip bükmeye, seviyesizliği meşrulaştırmaya sevk etmektedir. 

Şöhretten kaçınmak için insanların kınayıp ayıplayacağı birtakım hallere özel bir çabayla tevessül de doğru ve gerekli değildir. Mümin tavrını sergilemekte ısrarcı olmak yeterlidir. Çünkü mümin, başkaları ne düşünürse düşünsün sadece Rabbi’nin rızasını gözeterek sırat-ı müstakim üzere yürüyen kimsedir. İbadetlerini yalnız Allah için yapar. İnsanlarla muamelesindeki hakkaniyet, nezaket ve güler yüz ile işlerindeki güzellik ve itina hassasiyetini, Allah Teâlâ böyle istediği için korur. 

Mümin, başkaları ne düşünürse düşünsün sadece Rabbi’nin rızasını gözeterek sırat-ı müstakim üzere yürüyen kimsedir. İbadetlerini yalnız Allah için yapar. İnsanlarla muamelesindeki hakkaniyet, nezaket ve güler yüz ile işlerindeki güzellik ve itina hassasiyetini, Allah Teâlâ böyle istediği için korur.

Kendimizi kime beğendirmek istiyoruz?

Hülasa, şöhretten sakınmak; şöhreti istememek, bunun için çaba sarfetmekten sakınmaktır. Zira kötü vasıflarla meşhur olmak bir yana, sırf insanlar arasında nam salabilmek, onların ilgisini, alkışını, hayranlığını kazanabilmek için İslâm’ın fazilet saydığı hallerle ulaşılmış bir şöhret dahi kişiyi ebedi saadetten mahrum bırakacak kadar büyük bir şerdir. 

Nitekim pek çok hadis-i şerifte, insanlara “ne cesaretli bir yiğit” dedirtmek için Allah yolunda savaşanlar, “ne büyük âlim” dedirtmek için ilim öğrenenler, “ne cömert ve hayırsever adam” dedirtmek için tasaddukta bulunanlar hakkında “kıyamet gününde cennetin kokusunu bile duyamayacaklar” gibi ağır tehditler vardır.

Başta aktardığımız hadis-i şerifte “parmakla gösterilmek” ibaresi başkaları tarafından fark edilmek, bir şekilde dikkatleri üzerine çekip gündeme gelmek suretiyle amaçlanan bir şöhreti ifade ediyor. Çünkü kasten dikkat çekmek, dikkati çekilenlerin değil dikkat çekenin fillidir. 

Öte yandan kişinin iyi ya da kötü hallerini sergileyerek ilgi veya dikkat çekmek, kendisinden söz ettirmek, fark edilmek için gösterdiği “tasarlanmış çaba” bir varoluş problemine, dolayısıyla hüviyet kaybına işarettir. Hüviyet kaybı, insanın Rabbi’ni ve kulluğunu unutup kendisini bir hiçlik yahut anlamsızlığa, varlığını hükümsüz kılmaya mahkûm etmesidir. 

Servetini, makamını, ilmini, taatini öne çıkararak yahut mesela mahremiyetini ifşa veya hayâsızlığını teşhir ederek insanlar nezdinde var olduğunu ispatlamaya, “ben varım, buradayım” demeye çalışması hüviyet kaybının en tipik tezahürlerindendir ve şüphesiz insanı helâke sürükleyecek en büyük şerdir. Böyle bir şerden korunabilmek için kendimizi her hususta yalnızca Allah Teâlâ’ya beğendirmeye çalışmaktan başka da yol yoktur. 

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy