EDEPSİZLİĞE MUHATAP
OLMAK
Ailece seyredilmeyecek cinsten yayınları tek başınayken izlemekte sakınca görmeyenlere rastlanabiliyor. Edebe mugayir söz ve görüntülerin yer aldığı ve hiçbir denetime tâbi olmayan bazı dijital mecralara hemen herkesin elindeki teknolojik cihazlarla ulaşabilmesi de kolaylaştırıyor bu yönelişi. Oysa her Müslümanın tek başına olduğunda da utanılacak bir sahneden rahatsızlık duyması ve o utancı yaşamamak için böyle bir durumu tercihten şiddetle kaçınması gerekir.
Edebe yahut ahlâka aykırı sahneler barındıran dizi ve filmler için, daha ziyade şikâyet sadedinde, “ailece seyredilecek cinsten değil” yorumları yapılır. Hayâ sınırlarını aşan söz ve davranışlara aile fertleri veya tanıdıklarla bir aradayken muhatap olmak, edep konusunda hassasiyet sahibi insanları birbirlerinin yüzüne bakamayacak kadar utandırır çünkü. Bu duygu da edebin, “insanı utandıracak davranışlardan alıkoyup koruyan meleke” tarifi mucibince kişiyi böyle çirkinliklerle karşılaşma ihtimali taşıyan yayınlardan uzak durmaya sevk eder. Yani sakınılması gereken “insanı küçük düşürüp utandıracak haller” sadece kişinin kendisinden ortaya çıkan davranışlardan ibaret değildir. Başkalarının bilhassa basın yayın yoluyla alenileştirdiği edepsizliklere muhatap olmaktan kaçınmak da edebe dâhildir.
Fakat kabul edelim ki dünyadaki hegemonik güçlerin endüstriyel bir ürün olarak tasarlayıp pazara sürdüğü kültür, yazılı ve görüntülü yayınlardaki edep ahlâk dışı sahnelere muhatap olmaktan kaçınma edebini terk veya ihmâle teşvik ediyor insanları. Hayâsızlıklar; sanat, gerçeklik, yenilik, çağdaşlık, ifade özgürlüğü gibi tabulaştırılmış kavramlarla sıradanlaştırılmaktan da öte adeta yüceltiliyor. Böyle sahneler çoğu zaman ilgi çekici hikâyelerin işlendiği, son derece pahalı, göz alıcı prodüksiyonlarla sunuluyor. Merakı kamçılayan reklamlarla, kültür endüstrisinin kurguladığı Nobel gibi, Oscar gibi ödül mizansenleriyle piyasaya arzı, bunları talep edeceklerin sanattan anlayan entelektüel kimseler olduğuna dair bir algı oluşturuyor.
İşte bu ve benzeri başka saiklerle, kişinin yanında utanmasını gerektirecek birileri yokken müstehcen söz veya davranışlara muhatap olmakta yahut ailece seyredilmeyecek cinsten yayınları tek başınayken izlemekte sakınca görmeyenlere rastlanabiliyor. Edebe mugayir söz ve görüntülerin yer aldığı ve hiçbir denetime tâbi olmayan bazı dijital mecralara hemen herkesin elindeki teknolojik cihazlarla ulaşabilmesi de kolaylaştırıyor bu yönelişi.
Oysa her Müslümanın tek başına olduğunda da utanılacak bir sahneden rahatsızlık duyması ve o utancı yaşamamak için böyle bir durumu tercihten şiddetle kaçınması gerekir. Aksi bir tutumda ısrar ar perdesinin yırtılmasına, insanın kendisine olan saygısını kaybetmesine, kendi gözünde de küçük düşmesine sebeptir. Kaldı ki Müslüman tek başına olduğunu zannettiğinde de tek başına değildir. Varlığına iman ettiği Rabbi onun her an, her yerde, her yaptığını gören ve bilendir. İki omuzundaki iki melekle sürekli beraberdir Müslüman.
Güzel Olan Edebe Uygun Olandır
Şunu tasrih edelim. Keraheti apaçık, seviyesiz, pespaye yayın yahut yapımlara, günah veya haramı irtikap anlamına gelen bir ilgiden bahsetmiyoruz. Böyle bir bayağılığı hiçbir Müslümana yakıştıramayız. Kastımız, güzel sanatlar kisvesine büründürülen, edebiyat şaheserleri diye sunulan kültür endüstrisi mamullerine, barındırdığı edep dışı unsurlara rağmen itibarın yanlışlığına ve bir edebi ihlale delalet eden bu yanlışlığın sanat tasavvurumuzdaki bozulmadan kaynaklandığına dikkat çekmektir.
Bizim irfanımızda “güzel” olan, İslâmî ölçülerin belirlediği edebe uygun olandır. Bu sebeple güzel sanatların bütün şubelerini, birer ifade tarzı olması hasebiyle edebiyata dâhil etmek mümkündür. Hususen de sadedinde olduğumuz konu, edebî türler yanında tiyatro, film ve dizileri bir senaryoya bağlı kalınarak kotarıldıkları için edebiyat çerçevesinde değerlendirmemizi gerektirir.
Malum, edebiyyat edepten gelir. Araplarda hâlâ edebiyat yerine “edeb” denmektedir. Edebin ise biri “(ziyafete) davet”, diğeri “(bir şeyi güzelliğinden dolayı hayranlık duyacak kadar) çok beğenmek” anlamındaki iki kökten türemiş olabileceği yönünde iki farklı görüş vardır. Müslüman zihninde bu iki anlam tevhit edilerek, “İnsanları, fazilet yahut meziyet sayılan takdire değer davranışlara; hayranlık uyandıran güzelliklere davet” şeklinde bir edebiyat / sanat tasavvuruna ulaşılmıştır. Latifî Tezkiresi’nde, “Şairlerin dili, cennetin anahtarıdır” denilerek edebiyatın Hakk’ı ve hakikati anlatmak suretiyle ebedî saadete davet fonksiyonuna işaret edilir.
Edebiyat kelimesinin bu şümullü anlamı Tanzimat’tan sonra Batı dillerindeki “literatür”ü karşılamak üzere daraltılmış; “Olay, durum, duygu, düşünce ve hayallerin sözlü veya yazılı olarak güzel ve etkili bir şekilde anlatılması sanatı” diye tarif edilir olmuştur. Şinasi, edebiyatı “insanlara terbiye ve ahlâk öğreten bir fen” diye takdim ederken, yahut Namık Kemâl “milletin hüsn-i terbiyesine hizmet” vesilesi sayarken, terbiye ve ahlâkla daha ziyade Batılılara mahsus muaşeret adabını kastederek edebiyat tasavvurumuzu bulandıran ilk adımları atarlar. Hemen ardından gelen Servet-i Fünuncular, edebiyatın tarifindeki güzelliği, ifade kusursuzluğuna indirger; en süflî konuları kaleme almaktan çekinmeyerek “edepsiz edebiyat” diyebileceğimiz bugün de bütün dünyada hâkim çizgiyi oluşturan bir anlayışın bizdeki ilk temsilcileri olurlar. O hâkim çizgiyi, Batı’da yüzlerce örneği bulunan sapkın yazarlardan biri, Fransız Andre Gide, “Şeytanın yardımı olmadan sanat eseri verilemez” diyerek tanımlar. Elbette şeytanî bir kurgu kusursuz olabilir, hayrete düşürecek kadar mahirane olabilir ama bu onun güzel, edebî, takdire şayan olduğu anlamına gelmez. Çünkü edepsiz güzellik olmaz; dolayısıyla edebiyat ve sanat da olmaz.
Şeytanî bir kurgu kusursuz olabilir, hayrete düşürecek kadar mahirane olabilir ama bu onun güzel, edebî, takdire şayan olduğu anlamına gelmez. Çünkü edepsiz güzellik olmaz; dolayısıyla edebiyat ve sanat da olmaz.
Edebiyatın ‘Edeb’i
Bazen dünya edebiyatının klasiklerinden sayılan ama edepsizlik alameti sahnelerin yer aldığı bir romanı okumamak gerektiğini izah babında “edepsiz edebiyat olmaz” diyerek onu edebî eser sınıfına dâhil etmeyince şöyle bir itirazla karşılaşıyoruz. Deniliyor ki, edebiyattaki edepten maksat, lügat, sarf, nahiv, meani, beyan, bedî’, inşa, aruz, kafiye gibi alt disiplinleri olan “ilmü’l-edeb”dir. Arapçayı yanlışa düşmeden, doğru kullanmayı öğretir. Öyleyse kusursuz bir anlatıma sahip bir eseri, neyi anlatıyor olursa olsun edebi eser saymak icap eder.
Bu izah, ilmü’l-edeb’in amaçlarından birine, Arapçada bir konuyu hatasız ve güzel ifade etmeyi öğretme amacına işaret etmesi bakımından isabetlidir. Fakat ilmü’l edebin daha önemli ve öncelikli amacı Arapça söz veya metinlerin doğru anlaşılmasıdır. Doğru anlaşılması gereken söz ve metinlerle de hususen ayet ve hadisler kastedilir. Bu sebeple ilmü’l-edep kapsamındaki dersler, Arapça konuşmayan Müslüman kavimlerin medreselerinde de asırlarca okutulmuştur. Yani edebiyatın edebini dil çerçevesinde tarif edeceksek, buna, “nassı, mutlak hakikati doğru ve eksiksiz anlama, insanları o hakikate çağırmak için de kusursuz ve güzel bir dille anlatma mahareti” denilmelidir ki bu aynı zamanda edebiyat da dâhil bütün güzel sanatların tarifidir.
Güzel anlatım; lafzı, tertibi, icazı, sağlamlığı, ifade tarzı, kıvamı ile olduğu kadar, aktardığı şeyin niteliği itibariyle de güzel olan anlatımdır. Kur’an-ı Kerim’de mealen, “Kim, Allah’a çağıran, sâlih amel işleyen ve ‘muhakkak ki ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü olabilir!” (Fussilet 33) buyurularak güzel sözün, insanları Allah’a, mutlak hakikate, kulluğa çağırma şartına işaret edilir.
Bu çağrı her zaman bir didaktizmi gerektirmez elbette. Edebiyatta edep kelimesinin tercihi, ifadede zarafet, letafet, güzellik, etkileyicilik, samimiyet, ima, icaz, ihsas gibi edebin bütün anlamlarından istifade edileceğine delalettir. Öte yandan Hakk’a ve hakikate çağrı bazen bir olumsuzluğu, yanlışı, hatta kötülük veya çirkinliği anlatmayı gerektirebilir. Böyle şeyler, eskilerin edeb-i kelâm dediği söz söyleme edebine riayetle, yine edep dairesinde anlatılabilir.
Şunu söylemeye çalışıyoruz. Başkalarından sâdır olan müstekreh, müstehcen ve müptezel hallerden kaçınmak da edeptendir. Daha çok diziler, filmler, roman ve hikâyeler aracılığıyla sergilenen bu çirkinliklere, birileri sanat edebiyat kisvesi giydirse de tâlip olmamak gerekir.
Zehir, altın kâsede balla karıştırılmış olsa da zehirdir. Aldanmamak için sanat edebiyat tasavvurumuzu kendi ölçülerimizle yeniden tashih eylemenin vaktidir.