Aramak

Altın Silsile

Şah-ı Nakşibend
kuddise sırruhû

Velîlerin şahı...

Nakşibendiyye yolunun pîri...

Seyyid Muhammed Bahâeddin Nakşibend...

Şah-ı Nakşibend kuddise sırruhû Buhara yakınlarındaki Kasrıhinduvan köyünde dünyaya geldi. 1318 yılında doğmasına rağmen doğumunu bir buçuk asır kadar önce Abdülkadir Geylânî hazretleri müjdelemiş, “Muhammedî meşrep bir velî dünyaya zuhur edecek” demişti. Hâce Muhammed Baba Semmâsî hazretleri ise; “Kasrıhinduvan yakında Kasrıârifan olacak. Çünkü burada er kokusu alıyorum” diyerek Şah-ı Nakşibend’in haberini vermişti. 

Seyyid Muhammed Bahâeddin doğduktan üç gün sonra babası onu alıp Muhammed Baba Semmâsî hazretlerine getirdi. Mübarek, “Bu benim manevi evladımdır” diyerek Bahâeddin’i bağrına bastı. Sonra da onun manevi terbiyesini Emir Külâl hazretlerine verdi. 

***

Şah-ı Nakşibend daha doğmadan büyük Allah dostlarının onun kokusunu almasının sebebi, Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem’e tam anlamıyla tâbi olmakla kazandığı makamıydı. Hem ahlâkı hem de yaşantısıyla Resûlullah’a çok benzerdi. O’nun gibi yürür, konuşur, tebessüm eder; O’nun gibi hitap ettiği kişiye vücuduyla dönerdi. Siması ve boyu da O’nunki gibiydi. İnsanlara çok merhametliydi. Tarlasını kendisi ekip biçerdi. Evinde eşya olarak eski bir kilimi vardı. Alçakgönüllülükle misafirine kendi eliyle ikramda bulunurdu. İkram ettiği ekmeği de kendi eliyle pişirirdi. 

Allah aşkını gizli zikirle kalplere nakşettiği için ona Şah-ı Nakşibend dediler. Bu yol kendisinden sonra Hâcegân yoluna isim oldu. 

Esaslarını öğrettiği yolda her şeyi itidalle yapmayı nasihat etti. Yemede, içmede, kıyafette usul ve âdette itidal üzere oldu, oldurdu. 

***

Şah-ı Nakşibend hazretleri gençliğinde önce Mevlânâ Ârif Dikgerânî hazretlerinin sohbetlerine devam etti. Ardından kısa bir süre Küsem Şeyh’in dergâhında bulundu. Bir süre sonra Yesevî silsilesinden Halil Ata’nın hem dervişlik hem de sultanlık zamanlarında yanında oldu. Yirmi yıl süren bu dönemde önüne birçok sır açıldı. Birçok mertebeye ulaştı. Yolun sonuna ulaştığını düşünerek önceki mürşidi Emir Külâl’ın Nesef’teki dergâhında ziyaretine gitti. Galiba biraz büyüklenerek girmişti dergâha. Seyyid Emir Külâl onun yüzüne bile bakmadan müridlerine şöyle dedi:

– Bu kimdir? 

– Bahâeddin, dediler.

– Derhal çıkarın onu buradan, dedi. 

Kendisi bu hadiseyi anlatırken ‘Az kalsın nefsim galebe çalıyordu’ diyecekti. 

Ancak duyduğu bu sözlere rağmen karlı bir gecede dergâhın kapısına geldi ve başını kapının eşiğine koydu. Sabaha kadar Emîr Külâl hazretlerinin çıkmasını bekledi. Sabah onu donmak üzere bulan Seyyid Emir Külâl gözlerinden öperek içeri aldı ve dedi ki:

– Oğul, senin için kimseye nasip olmayan bir saadet elbisesi biçildi. Ancak onu giymenin vakti henüz gelmedi. 

Bunun üzerine insanlara hizmete koyuldu. Belde belde dolaştı. Rastladığı her hasta, miskin, düşkün ve zayıf kimsenin ihtiyacını gidermeye çalıştı. Nefsini yenip yenmediğini görmek üzere mürşidi Emir Külâl’e gitti. Günlerce aç ve susuz kalmış, ayakta duracak takati kalmamıştı. Dergâhtan girince mürşidini kilden çömlek yaparken buldu. Emir Külâl hazretleri Bahâeddin’i görünce şöyle dedi:

– Ey oğul, iyi vakitte geldin. Kapları fırına koyduk ama odun yok. Tam da odun toplayacak birini arıyorduk, sen geldin. İyi geldin. 

Bahâeddin hazretleri mürşidinin ne demek istediğini anladı. Verilen görevi yerine getirip sessizce ayrıldı dergâhtan. Kendisini tekrar yollara vurdu. Karşılaştığı her yaralı hayvanı tedavi etti, sadece insanlara değil, hayvanlara da hizmet etmeye başladı. Sık sık cezbeye kapılıyordu. Çok sonraları bu hâllerini anlatırken şöyle dedi:

– Biz bu kemâli kitaplardan almadık. Mahlûkata hizmetle bulduk. 

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy