Aramak

Derviş Bohçası

TASAVVUF III

Ebu Said Ebu’l-Hayr hazretleri bir gün dervişleriyle birlikte bir değirmenin kapısının önünden geçerken atını durdurur ve konuşmaya başlar: 

– Bu değirmen ne diyor, biliyor musunuz? Diyor ki: “Tasavvuf benim yaptığım şu işten ibarettir: Sert ve kaba şeyleri alıyor, yumuşak ve nazik hale getiriyor, çevremi tavaf ediyor, kendim kendimde sefer ediyor ve bana gerekli olmayan şeyleri kendimden uzaklaştırıyorum.” 

Değirmenin görevi işlenmemiş buğday ve benzeri tahılları öğütüp yumuşak ve kullanılabilir hale getirmektir, yani una dönüştürmektir. Bu durum insanın nefsini terbiye etmeden önceki haline benzer. Nefsini terbiye etmedikçe kaba, sert ve bencil bir varlıktır. Aynı o değirmen gibi tasavvufî terbiye kişiyi yumuşak huylu, halim selim biri haline getirip, kendisini bilmesini sağlar. Kendini bilen ise haliyle Rabbi’ni bilir. 

Kibir, öfke, hırs, riya gibi kaba ve ilkel sıfatlarından kurtulan mürid, bunların yerine tevazu, sabır, hilim gibi yüksek sıfatlarla kalbini donatır. Nasıl değirmen kendi ekseni etrafında dönerek işini yapıyorsa tasavvuf ehli de sürekli kendi kalbinde sefer halindedir. 

Bu sefer öncelikle kendisinden kendisinedir. Mürid kendi sıfatları ve özü hakkındaki bilgiye ulaşmak için kendine yoğunlaşır. Nefsini terbiye etmeye başlar. Böylece içindeki pek çok maskeyi ve kimliği fark eder. Saflaşmak ve içsel samimiyete ulaşmak için mürşidi tarafından kendisine verilen görevleri harfiyen yerine getirir. Böylece seyr u sülûk denilen Hakk’a yolculuk başlamış olur. 

Bu yolculuk bir arınma olduğu için mâlâyâni denilen boş ve gereksiz her şeyden uzaklaşılır. Dünyevî sevgiler terk edilir. Kalbin bir nevi Kâbe yani Allah’ın evi olduğu idrakine ulaşmak için gayret edilir. Makam, şöhret, hırs ve kibir gibi insanı kendi kalbinden uzaklaştıracak kötü özelliklerden kurtuldukça saflaşma ve sadeleşme sağlanır. Kur’an-ı Kerim’de bu durum şöyle ifade edilir: “Nefsini arındıran elbette kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.” (Şems 9-10)

İbn Arabî hazretleri tasavvufun nihaî hedefini şöyle özetler: “Senden daha ahlâklı olan kimse, tasavvufta senden öne geçmiştir.” 

Tasavvuf ehli, Allah’a vâsıl olmanın ana şartlarından birinin güzel ahlâk olduğunu sürekli vurgular. Tasavvuf, nefsin terbiyesini ve böylece ahlâkî dönüşümü hedefler. O halde mesele daha bilgili olmak değil, daha güzel ahlâklı olmaktır. Güzel ahlâkın önemi Kur’an-ı Kerim’de ise şöyle ifade edilir: “Arınan (temizlenen), Rabbinin adını anıp O’na kulluk eden kimse kuşkusuz kurtuluşa ermiştir.” (A’lâ 14-15) 

Arınmak, nefsin kontrol altına alınması ve her türlü günahtan uzaklaşılmasıdır. Bunların başında ise şirk ve riya gelmektedir. İnsan, sözlerinde ve fiillerinde görünen açık şirk ile ilâhî emirler karşısında nefsini öncelemek şeklinde tezahür eden gizli şirkten kurtulup güzel ahlâka ermedikçe bu ayetin hakikatine eremez. 

İşte sûfîler bu sebeple ahlâka son derece önem vermiş ve ahlâkı üstün olanın tasavvufî bakımdan daha ileride olduğunu söylemişlerdir. Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” buyurmaktadır.

Ali Rûzbârî hazretleri tasavvufu şöyle tanımlar: “Tasavvuf Dost’un kapısı önünde diz çöküp, eşiğine baş koymaktır; kovsa bile!” Yani tasavvuf güzel kulluktan ibarettir. Bu güzel kulluğun ana özellikleri ise teslimiyet, tevazu, aşk ve niyaz halidir. 

Derviş, her an Yüce Allah’ın huzurunda olduğunu bildiğinden, her halinde edep üzeredir. Hakk’ın sürekli kendisini gördüğünün bilincinde olduğundan, sadece yapıp ettiklerini değil, kalbini de kontrol altında tutar. Teslimiyet ve aşk ile ibadetlerini yerine getirmeye gayret eder ve ibadet etme lütfuna eriştirdiği için Rabbi’ne şükreder. 

Eğer günah işlerse, gidecek başka kapı olmadığını bilir ve mahcubiyetle yine yüzünü Hakk’a çevirerek tevbe kapısından içeri girer. “Rabbi’nin rahmetinden yolunu şaşırmışlardan başka kim ümit keser?” (Hicr 56) ayeti sebebiyle ümidini asla yitirmez. Her an Allah’a yönelir ve “De ki: Benim namazım, (her türlü) ibadetim, hayatım ve ölümüm, hepsi âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. O’nun hiçbir ortağı yoktur. İşte ben bununla emrolundum. Ben Müslümanların ilkiyim.” (En’am 162-163) diyerek kulluğuna devam eder.

Ebu Nuaym el-İsfehânî hazretleri tasavvufu, “Allah Teâlâ’nın rızasına kavuşmak için bu uğurdaki sıkıntılara katlanmak” olarak açıklar ki bu tarif şu ayet-i kerimeden mülhemdir: “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallardan, canlardan ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele. Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde, ‘Doğrusu biz Allah’a aidiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz’ derler.” (Bakara 155-156) 

Tasavvuf, ilâhî rızayı hedef alan bir yolculuktur. Yolculuk ise haliyle meşakkatlidir. Bu meşakkatli yol sabır, teslimiyet ve ihlâsla aşılır. Sabır, başa gelen musibetlerde şikâyet etmemek, Allah’ın takdirine razı olmaktır. Teslimiyet, her şeyi Allah’tan bilip, O’na güvenmektir. İhlâs ise yapılan her işi yalnızca Allah için yapma gayretidir. 

Mürid sabır, teslimiyet ve ihlâsla başına gelen sıkıntıları aşarak, Allah’ın her işinden razı olur. Bela ve musibetleri bir imkân olarak görerek O’na yaklaşır. 

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy