İlerleyen ve Gerileyen
17. yüzyılın Nakşibendî mürşidlerinden İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhû Mektubât’ında şöyle der:
Sâlik, yolun şartlarına uymanın gerekli olduğunu kabul etmelidir. Bu şartlar büyüklerin kitaplarında tafsilatıyla açıklanmıştır. O kitaplara bakılmalı, içindekiler incelenmeli ve sonra da uygulanmalıdır.
Yolun şartlarının en büyüğü nefse muhalefettir. Bu da haramlardan sakınmak olan takvâ ve verâ makamına riayet etmeye bağlıdır. Haramlardan kaçınmak ise lüzumsuz mübahlardan sakındıktan sonra ancak mümkün olur. Mübahları işleme konusunda dizginleri gevşek tutmak, şüpheli olanları işlemeye götürür. Şüpheli olan ise harama yakındır ve harama düşmek artık kuvvetli bir ihtimaldir. Bakınız Resûlullah Efendimiz aleyhissalâtu vesselam ne buyurmuş:
“Kim bir korunun (yasak bölgenin) etrafında dolanırsa yasak alanın içine girmesi an meselesidir.” (Buhârî, İman 39)
Haramlardan sakınmak çok gerekli olmayan mübahlardan kaçınmaya bağlıdır. Verâya ulaşmak için fuzuli mübahlar mutlaka terk edilmelidir. Yükselmek ve ilerlemek için de mutlaka verâya ulaşılması gerekir. Çünkü yükselme ve ilerleme verânın gerçekleşmesine bağlıdır. Bunu şöyle açıklayalım:
Ameller ikiye ayrılır: Emirlere sarılmak ve yasaklardan kaçınmak. Emirleri yerine getirme kısmında melekler insanlara ortaktır. Yalnızca emirleri uygulamakla yükselmek mümkün olsaydı onlar da ilerlerdi.
Yasaklardan kaçınmak ise insanlara has kılınmıştır. Bunun meleklerle ilgisi yoktur. Çünkü onlar bizzat korunmuş oldukları için emre aykırı hareket etme gibi bir durumları yoktur ki muhalefet etmeleri yasaklansın.
Bundan dolayı yükselme ve ilerleme, amellerin bu kısmının (yasaklardan kaçınmanın) uygulanmasına bağlı kılınmıştır. Bu da nefse muhalefetin ta kendisidir. Zira şeriat nefsin isteklerine dayalı arzuları yok etmek ve karanlık âdetleri engellemek için gelmiştir. Çünkü nefsin doğası ya haram işlemeyi ya da harama götüren fuzuli mübahları işlemeyi gerektirir. Dolayısıyla fuzuli mübahlardan kaçınmak da nefse muhalefettir.
Kârda mısın, Zararda mı?
18. yüzyılın büyük sûfî âlimlerinden, Nakşî-Hâlidî yolunun pîri Hâlid-i Bağdâdî kuddise sırruhû kaleme aldığı “Risâle”sinde şunları ifade eder:
Mürid, samimi bir kalple Mevlâ’sını talep eder, O’nun hasretini çeker ve O’nun muhabbetine güvenip bağlanır. Şöyle ki: Mevlâ’sının rızasını talep eden mürid şöhretini, mevkiini, malını, ehlini ve sahip olduğu her şeyi kendi gözünde yok hükmünde sayar (bunlara iltifat etmez, sevgisini kalbine koymaz). Hatta bu mürid kendi varlığını bile yok kabul eder, hesaba katmaz. Zira şöyle buyurulmuştur:
“Allah himmetlerin (gayelerin, gayretlerin) yüksek olanını sever.” (Beyhakî, Şuabü’l-İmân 6/241)
Mürid, kendi talebine itimat etmez, yalnızca Cenâb-ı Hakk’ın fazlına (lütfuna) ve bereketine güvenir. Çünkü müridin talebi ve herhangi bir ameli Allah Teâlâ’nın lütfuna asla eşit değildir. Kişinin kendi talebine ve ameline güvenmesi, Allah Subhânehû ve Teâlâ’ya bir nevi karşı çıkmak anlamına gelir ki, O eşi ve benzeri olmaktan münezzehtir.
Müridin Allah Teâlâ’ya karşı olan aşk ateşi ve susuzluğu (hasreti), şu beyitleri söyleyen kimsenin aşkı gibi olmalıdır:
“Dünya ve âhireti deniz olarak gördüm. Hepsini feyz olarak içtim; fakat kanamadım.”
Yine mürid, bir an dahi Allah Teâlâ’nın rızasını talep etmekten gafil olmaz. Çünkü Yüce Rabbi’ne yönelen bir kimse, şayet O’ndan başka bir şey talep ederse, mâsivâya/Rabbi’nden başka bir şeye yönelmiş olur. Bu ise onun Mevlâ’sından yüz çevirmesi demektir. Zira Yüce Mevlâ hiçbir şeyde ortaklık kabul etmez. Mürid, Yüce Rabbi’nin rızasını talep etmeyi bırakmaz, bu hususta gevşeklik göstermez. Çünkü bu duruma düşmek, korkulan şeylerdendir, hüsran ve zarardır. Nitekim Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
“İki günü eşit olan kimse aldanmıştır (zarar içindedir).” (Deylemî, Firdevsü’l-Ahbâr 4/262)
Denilmiştir ki: “Şayet yaptığın amelleri (her gün) artırmıyorsan, zarar içindesin.”
Başka bir hadis-i şerifte Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
“Allahım! (İtaat ve ibadetimin) artışından sonra eksilmesinden sana sığınırım.” (İbn Mâce, Dua 20)
Cenâb-ı Hakk’ın rızasını talep etmeyi bırakmak, bu hususta gevşeklik göstermek iki sebepten kaynaklanır:
Birincisi, genellikle kişinin kendisi dahi farkına varmadan kalbin Cenâb-ı Hak’tan başka bir şeye yönelmesi;
İkincisi, Allah Teâlâ’ya karşı isyan hali.
Bunun için hemen tevbe ve istiğfar etmek, günahları terk ederek Hak Teâlâ’ya dönmek, O’na yalvarmak ve sığınmak gerekir.
Kalbin feyz alması için hazırlanması, müridin duygu ve düşüncelerini (ilgisini) dünya ve âhiretten, bütün bâtınî hallerinden, hatta kendi varlığından dahi kesmesi ile olur. Ayrıca müridin Allah Teâlâ’dan gayri her şeyi unutan kimse gibi olması gerekir.
Mürid, mürşidinin kalbinden ilâhî feyzi talep ettiği ve kalbini mürşidinin kalbine bağladığını düşünerek, onun kalbine yönelir. Ayrıca Cenâb-ı Hak’tan gafil olmayıp, ilâhî feyze son derece hasret çekerek, yalvararak ve muhabbetle yönelir. Kalp açıldığında, genişlediğinde ise ilâhî feyzin denizlerin aktığı gibi kalbine doğru aktığına inanır. Bunu hissetmese de bu şekilde inanır. Çünkü idrak etmek feyzin gelmesi için şart değildir. Şart olan, feyzi talep etmek ve feyzin o an geleceğine kesin olarak inanmaktır.
Nitekim hadis-i kudsîde Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Ben, kulumun bana karşı olan zannı üzereyim (benim hakkımda ne düşünüyorsa onun o düşüncesi, zannı üzerine muamele ederim).” (Buhârî, Tevhîd 15)
Kur’an-ı Kerim’de de şöyle buyurmuştur:
“Allah dilediğini doğru yola iletir.” (Bakara 213)