Hatıra Defteri
Hatıralar, başımıza gelenler arasında hatırlanmaya değer olanlardır. Canımızı sıkan hadiseleri hatırlanmaya değer bulmayız. Bu nedenle bazı tarihçiler tarih ilmini tanımlarken “insanlığın hatıra defteri” ifadesini kullanır. Eğer bu yorumu dikkate alacak olursak, insanın geçmiş bilgisine eğilirken bir zaaf sahibi olduğunu da hesaba katmış oluruz. Nedir o? Hem kişisel hem de toplum olarak başımıza gelenlerin muhasebesini yapmaktan korkuyor oluşumuzdur.
Geçmiş hatıralara yaslanmak ve bunu dilimize dolamakla güzel şeylerin geçmişte kaldığını ifade ediyoruz. Bir özlem içindeyiz. Oysa tarihi hatıra defteri olmaktan çıkartıp, gelecek nesillerin hatırlanmaya değer bir geçmişi olması için bugün neler yapılabileceğinin bir dokümanı olarak kabul etsek işler değişecek. Çünkü bu, sadece bilgi düzeyinde kalmayıp bizi eylemle birlikte yürümek zorunda bırakacak. Bu yüzden şu soruya cevap veriyor olmamız gerek: Tarihimiz günlük hayatımızın neresinde tecessüm ediyor? Bu sorunun cevabı tarihten ne anladığımız ile doğrudan ilişkili. Eskiden böyle değildi dediğimiz, artık ortadan kalktığını düşündüğümüz olayların ve durumların her biri övünç vesilesi olmaktan öteye geçmiyorsa tarihin hatıra defterinde yer alamayacağız demektir.
İki asır boyunca övülmeye değer alışkanlıklarımız, vasıflarımız ve başarılarımız Avrupamerkezci tarih paradigması tarafından öğütülerek bugüne geldi. Beşerî bilimin tahakkümü ve manipülatif doğası dünyaya dair algımızı tamamen değiştirdi. Tarih algısı da bu dönüşümden payını aldı. Batılıların ibret vesilesi olarak kurcaladığı geçmiş bilgisini bizler gurur kaynağı olarak taşıma alışkanlığı kazandık. Yani tarihi dondurmuş olduk. Değişen şartların problemlerine cevap verecek bir tarih algısı inşa eden toplumlar ise bizim gibi toplumların tarihini belirlemeye başladı. Dolayısıyla tarihin bir hatıra defteri olduğu varsayımını kabul ederek, hatırlanmaya değer bir hayat yaşama imkânımızı ortadan kaldırmış olduk.
Açıkça söylemek gerekirse, geçmişin hatırasına yaslanma hastalığı bir Avrupalı icadıdır. Avrupa zekâsının ötekileri oyalama biçimidir. İsmet Özel’in sorduğu gibi, mağlupların yenilgiyi kabullenmek zorunda olduklarını, gâliplerin ise haklılıklarından ötürü galebe çaldıklarını ister istemez kabullenmeli miyiz? Kabullenilmemesi gerektiğini şu ifadelerinde buluyoruz:
“Bir milletin sırtına yabancılar tarafından giydirilen bir elbise olarak tarih ilk bakışta gösterişli ve yakışmış görünse bile bir esaret, bir mahkûmiyet giysisidir. Buna mukabil bir milletin kendi varlığını kendinde bulmak için eliyle biçip, dikip giyindiği bir elbise olarak tarih beynelmilel sahada gösteriş yapmaya fazlaca müsait olmasa bile, o milletin özgürlüğünün güvencesidir. Gerçek tarihini benimsemiş bir millet, Hegel’in anladığı tarzda tarihin hükmü yüzünden esarete düşse bile varlığını korudukça kurtuluş yolunu açık tutmuş olacaktır.”
İsmet Özel, Tahrir Vazifeleri 5, Çıdam Yayınları, Birinci Baskı, Aralık 1992, İstanbul
Gâlipler ve Mağluplar
İbn Haldun, mağlup olanların gâlip gelenleri taklit etme eğilimleri üzerine yasalaştırdığı düşünceleriyle bir anlamda tarihin akışını anlamlı hale getirecek bir yol bulmuştur. Eserinde detaylıca bahsettiği bu taklit etme durumunu hocanın talebesi, babanın evladı, hükümdarın halkı üzerindeki etkisi üzerinden izah eder. Bilindiği üzere talebe, evlat ve halk kendinden üst olarak gördüğü bu otoritelere benzemeye ve bir anlamda ona dönüşmeye meyillidir. Çünkü psikolojik olarak kendinden üstün görmektedir. Dolayısıyla bu benzeşme arzusu mağlup olanların zihninde gâlip olabilmenin anahtarlarını taşır.
İbn Haldun bu durumu mağlup toplumların, kendilerine gâlip gelenlerde bir mükemmellik olduğuna duyduğu inanç ile izah eder. Ötekinin üstün olduğu için gâlip geldiğini düşünen mağlup toplum, ötekinin gelenek göreneklerini, adetlerini, teknolojik gücünü ya da inanç sistemini daha faydalı bularak sahip olmak ister. Bu durum döngüsel bir sonuç doğurarak, gâlibin sürekli gâlip, mağlubun devamlı mağlup olmasına neden olur. Bunun en bariz örneğini iki asırlık bocalamamızda görebiliriz. Gâlip gelen Batılıların medeniyetine sahip olabilmek için gösterdiğimiz çaba nedense hep yirmi otuz yıl kadar geriden geliyor. Çünkü biz onların yöntemini benimseyip faaliyete geçene kadar onlarda yeni bir sistem yürürlüğe giriyor ve bu döngü böylece sürüp gidiyor. İbn Haldun bu psikolojik durumu Kâsım Şulul’un ifadesiyle tarihin bir yasası olarak görmüştür.
İbn Haldun’un tarihle ilgili düşünceleri, tarih çalışmalarına birçok açıdan bakabilme imkânı sunmuştur. İbn Haldun’a göre, tarih ilk elde geçmişin bilgisinden ibarettir. Ancak düşünsel anlamda tarih, yalnızca geçmiş olayların basit bir aktarımı olarak kalmaz. Ona göre en net haliyle tarih, geçmişte meydana gelen insanî ve toplumsal olayları derinlemesine düşünmek, araştırmak, bu olayların gerçek nedenlerini açıklamak ve olayların niçin ve nasıl meydana geldiğini anlamaktır. Bu nedenle tarih, kaynağını felsefede bulur ve felsefî bilimlerden sayılması gerekir.
“Mağlupların Hayat Tarzı, Giyimleri, Âdetler ve Diğer Hususlarda Her Zaman Gâlipleri Örnek Almaya Düşkün Oldukları Hakkında: Bunun sebebi şudur: Nefs her zaman kendisine gâlip gelmiş, boyun eğdiği kimsede bir mükemmellik olduğuna inanır. Bu ya onu büyük görmesinden dolayı mükemmel olarak değerlendirmesinden ya da boyun eğmesinin sıradan bir gâlip gelme dolayısıyla değil, gâlipteki mükemmellikten dolayı olduğuna kendisini şartlandırdığı içindir. Eğer kendisini buna şartlandırır ve buna bağlanırsa, artık bu onda bir inanç hâline gelir ve her şeyde gâlibi örnek alıp ona benzemeye çalışır. Veya mağlup, gâlibin karşı konulmaz bir asabiyet ve güce sahip oluşundan dolayı değil de, gelenek ve âdetlerinden dolayı gâlip geldiği yanlış fikrine saplanır. Bu ise birinci sebep olarak söylediğimiz, gâlibi büyük görmektir. Bütün bu sebeplerden dolayı mağlupların her zaman giyimlerinde, binitlerinde, silahlarında ve diğer hususlarda gâliplere benzemeye çalıştıkları görülür... Hangi ülkeye bakılırsa bakılsın, o ülkeyi koruyanların ve sultanın askerlerinin kıyafetlerinin genellikle o ülke halkı tarafından nasıl örnek alındıkları gözden kaçmayacaktır. Çünkü bu kimseler halk üzerinde gâlip olanlardır… Bu hususta, şu sözdeki hikmeti ve sırrı düşün; ‘Halk hükümdarın dini üzeredir.’ Bu söz de bizim söylediklerimizle aynı kapıya çıkmaktadır. Çünkü hükümdar, idaresi altındakiler üzerinde gâlip ve onlara hâkimdir. Halk, tıpkı çocukların babalarında, öğrencilerin de öğretmenlerinde var olduğuna inandıkları mükemmellik gibi, hükümdarlarında var olduğuna inandıkları mükemmellik nedeniyle onu kendilerine örnek alırlar”.
İbn Haldun, Mukaddime, Dergâh Yayınları, Birinci Baskı, Çeviren: Süleyman Uludağ, İstanbul