Aramak

Abdullah Koç

Aklın Sınırı

Biri hikmeti ilmî tahlil ve aklî çıkarım yoluyla temellendirirken, diğeri sezgi ve ilham ile doğrudan kalbe inen bilgiyi savunur. Bu, bilgi edinme yollarının iki büyük damarının; akılcılıkla sezgici ya da “marifet” yaklaşımın sembolik bir çarpışmasıdır.

Tarih, zaman zaman aynı hakikatin farklı yüzlerine temas eden iki büyük şahsiyetin yollarını kesiştirir. Bu karşılaşmalar, yalnızca bir dönemin ilmi veya kültürel tablosunu değil; aynı zamanda insanlığın hakikat arayışındaki derin çatallanmayı da gözler önüne serer. İşte İbn Sînâ ile Ebu Saîd Ebu’l-Hayr’ın bir eve çekilerek yaptıkları meşhur üç günlük müzakere, böyle karşılaşmalardan biridir.

Üç gün süren karşılıklı bu fikrî ve manevi mütalaadan sonra kendilerine yöneltilen “Nasıl buldunuz?” sualine verdikleri cevaplar, iki yolun iki ayrı vuslat şeklini ifşa eder:

Ebu Saîd: “Benim gördüğümü o biliyor.”

İbn Sînâ: “Benim bildiğimi o görüyor.”

Bu ifadeler, yalnızca bir saygı göstergesi ya da tevazu ifadesi değildir. Aksine, bilgi ile hissin, akıl ile kalbin, zâhir ile bâtının iki ayrı kutbunu temsil eden bu iki şahsiyetin, aynı hakikati farklı dillerle ifade ettiklerini gösterir. Biri hikmeti ilmî tahlil ve aklî çıkarım yoluyla temellendirirken, diğeri sezgi ve ilham ile doğrudan kalbe inen bilgiyi savunur. Bu, bilgi edinme yollarının iki büyük damarının; akılcılıkla sezgici ya da “marifet” yaklaşımın sembolik bir çarpışmasıdır.

İbn Sînâ “Şeyhü’r-Reîs” unvanıyla bilinen, hem tıpta hem felsefede zirveye ulaşmış bir akıldır. Onun “el-İşârât ve’t-Tenbîhât”ı ya da “eş-Şifâ”sı, akıl yolu ile metafizik inşasının örnekleridir. Ne var ki onun bilgisi çoğu zaman nazarîdir; manevi yolculuğun kalbî tecrübelerine nadiren temas eder. Buna mukabil Ebu Saîd Ebu’l-Hayr “sülûk” yolunun yolcusudur. Ona göre bilgi kalbe inen bir nurdur. Hakikat yalnızca okunarak değil, yaşanarak idrak edilebilir.

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin şu sözü, bu ayrımı veciz şekilde ifade eder: “Akıl birdir, ama yüzlerce yola sapar. Aşk ise bir andan öteye geçmez; bir nokta olur, kâinatı kuşatır.”

Cisimler neden yere düşer?

Yine bir başka menkıbede, Ebu Saîd ile İbn Sînâ’nın bir hamamda karşılaştıkları rivayet olunur. Ebu Saîd, ağır cisimlerin yerin merkezine yönelme eğiliminde olup olmadığını sorar. İbn Sînâ bu fiziksel prensibin doğruluğunu kabul eder. Ancak Ebu Saîd elindeki bakır tası havaya fırlattığında, tas yere düşeceğine havada asılı kalır ve sorar:

– Bunun sebebi nedir?

İbn Sînâ, aklî yöntemine sâdık kalarak durumu şöyle açıklar: 

– Tabii olan tasın düşmesidir. Ancak haricî bir kuvvet bu hareketi engellemiştir.

Ebu Saîd sorar: 

– Bu dış kuvvet nedir?

Cevap, tıbb-ı cismanî ile tıbb-ı ruhanî arasındaki o eşsiz çizgide tezahür eder:

– Ona etki eden sizin nefsinizdir.

Bu, terbiye edilmiş, saflaştırılmış, maddeden arındırılmış nefsin madde üzerindeki tasarruf kudretine işaret eder. Ruhun, beden üzerindeki hâkimiyeti burada zâhir olmuştur. Ebu Saîd’in işareti aşikârdır:

– O halde sen de nefsini arındır ve aynısını yapmaya muktedir ol!

Burada anlatılan, yalnızca bir kerametin değil, bir yolun, bir arınmanın, bir manevi terbiyenin neticesidir. Tasavvufta buna “nefs-i mutmainne” mertebesi denir. Bu mertebeye ulaşan kişi, Allah’ın huzuruna çağrılan “râdiyye ve mardiyye” kuldur. (Fecr Sûresi, 27-30’a atıf)

İki tabip

Bu noktada temel soru tekrar gündeme gelir: “Tabîbu’l-kulûb” mu daha âriftir, yoksa “tabîbu’l-ecsad” mı? Yani kalbin doktoru mu daha iyi bilir, yoksa cesedin doktoru mu?

İbn Sînâ, ilmiyle hayranlık uyandıran bir şahsiyettir. Ancak onun bilgisi zâhire (görünene) dairdir. Ebu Saîd ise bâtının (görünmeyenin) yolcusudur. O yalnızca kelâmı değil, sükûtu da konuşan bir velîdir. Onun irfanı kitaplarda değil, kalpte zuhur eder.

İmam Gazâlî, “el-Munkız Mine’d-Dalâl” adlı eserinde bu meseleye dair dikkat çekici bir çerçeve çizer. Felsefeye, akla ve zâhire dair bütün çabaların bir noktada sınırlı kalacağını; ama “keyfiyet” ile elde edilen marifetin (bilginin, idrakin) kalıcı ve hakiki olduğunu belirtir. Der ki:

“Bilgi delil ile kalbe ulaşır. Marifet ise kalpte Allah’ın nuruyla ortaya çıkar.”

Modern çağ, bilgiyle dolup taşarken hikmetten yoksun kalmıştır. Sayısız doktorun, mühendisin yetiştiği bu çağda, gönülleri tedavi eden tabîbu’l-kulûblara muhtaç olduğumuz her geçen gün daha da belirginleşmektedir. Tıbb-ı nebevînin esas aldığı şey, yalnızca bedeni değil; ruhu da tedavi etmektir.

Yunus Emre şöyle der:

“İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsen, bu nice okumaktır?”

İbn Sînâ’nın bilgisiyle Ebu Saîd’in irfanı birleştiğinde, bir cem hâsıl olur. Ne yalnızca akıl ne de yalnızca aşk… İnsan hakikate çift kanatla uçabilir. Fakat nihayetinde kalp akla galip geldiğinde vuslatın kapıları aralanır. Zira “Allah kalplere bakar” hadis-i şerifi, bu hakikatin en veciz ifadesidir. 

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy