EMİR TİMUR
Muhalifleri, savaştan başka bir şey bilmeyen, kan dökmekten zevk alan, iktidar hırsını dizginleyemeyen kaba ve cahil bir Timur portresi çizerler. Bu tür değerlendirmelerin “zan” olması bir yana, Emir’in Mâverâünnehir’in tamamını, fakat özellikle de devletin başkenti Semerkand’ı mamur ve müreffeh kılmasının, âlim ve sanatkârlara verdiği önem ve sağladığı imkânların, yaptırdığı cami, medrese, hankâh ve türbelerin gözden kaçırılması bir haksızlık sanki. Peki ama birbirine zıt bütün bu bilgi ve olgular karşısında Timur’u nasıl nitelemeliydik? Kimdi Emir Timur?
Özbekistan’ın diğer şehirlerinde olduğu gibi Semerkand’da da Timur’un ihtişamlı heykelleri var. Özbekler “Emir Timur” diye andıkları bu kahramanlarını çok seviyorlar. Şehri gezerken bıraktığı eserlere, isminin verildiği yerlere yahut heykellerine sıkça rastladığımız Timur hakkında kendi aramızda konuşmalarımız oluyor.
Rehberimiz, ondan bahsederken “Timurlenk” demememiz için uyarıyor bizi. Timurlenk, “aksak” yahut “topal Timur” demek. Gençlik yıllarında attan düşmesi veya bir çatışmada sağ dizine ok saplanması sebebiyle aksak kalan Timur’u ilk İranlılar böyle anmış. Sakatlığının bir unvan gibi kullanılması Timur’u tahkir maksadı taşıyor aslında. Nitekim bizde de Sivas’ı yakıp yıkması, Ankara Savaşında Yıldırım Beyazıt’ı yenmesi ve Osmanlı’yı Fetret Devri dediğimiz bir kargaşa dönemine sürüklemesinden kaynaklanan kızgınlıkla bu büyük cihangire “Timurlenk” deniliyor.
Gerçi Timur’u sevmeyen pek çok kavim ona Timurlenk diyor ama Özbekler en çok bizim böyle söylememize alınıyorlarmış. Bu alınganlığın yansımasını Taşkent’teki Emir Timur Müzesi’ni gezerken sergilenen bir tabloda görmüştük. Yıldırım Beyazıt’ın esir edilerek götürülüşünü resmeden bu tabloda Osmanlı sultanının bir gözü belirgin bir biçimde karalanmıştı. Burada da Yıldırım’ın Niğbolu Savaşı’nda aldığı bir kılıç yarasından dolayı sağ gözündeki ağır bir görme kaybına gönderme vardı. Fakat karalamanın tablonun estetiğini bozacak kadar gelişigüzel ve hoyratça yapılması belli ki bir öfkenin tezahürüydü.
İkisi de Müslüman, ikisi de Türk, ikisi de Sünnî ve Hanefî olan bu iki sultanı aşağılama gayretleri bugün de sürdürülüyor. Osmanlı döneminde Timur için tamamen hasmane bir tavırla kaleme alınan tarih kitaplarındaki “çoban neslinden bir eşkıya reisi idi” gibi mesnetsiz tespitlere bugün de itibar edilebiliyor. Hâlâ Timur’un Müslümanlığını, Türklüğünü, asaletini sorgulayanlara rastlayabiliyoruz.
Yahşi midir Yaman mıdır Tartışmaları
Türkistan ve İran’da hüküm süren Timurlular Devleti’nin kurucusu olan Emir Timur, miladi 1336’da, sonraları Şehrisebz diye anılacak Keş şehrinin Hoca Ilgar köyünde doğmuş. Maveraünnehir kaynakları, ona Timur adının Barlas kabilesinin reisi olan babası Turagay’ın şeyhi tarafından tefeül yoluyla Mülk suresi 16. ayetinin sonundaki “temûr” kelimesinden hareketle verildiğini yazıyor.
Yine aynı kaynaklara göre Timur 7 yaşında okuma yazma, 9 yaşında da hüsnühat öğrenmiş, 12 yaşında ise Kur’an-ı Kerim’i hıfzetmiştir. Arapça, Farsça ve Moğolca bilmektedir. Annesinin mensubu olduğu Buharalı ulema ailesinin fertlerinden iyi bir tahsil görmüştür. Hükümdarlığı zamanında âlimlerle tartışacak kadar İslâmî ilimlere vâkıftır. Ehl-i Sünnet çizgisinin muhafazası konusunda son derece hassastır. Zamanının tasavvuf büyüklerinden istifade etmiş; kendilerine danışmak üzere âlim ve ârifleri seferlerde de yanında bulundurmuştur.
Timur’un tahsiline, ilmî yetkinliğine, dindarlığına dair bu tür ifadeler onun muhalifi bazı Müslümanlarca da şüphe veya tereddütle karşılanır. Böyleleri, kendisi aksini söylese de şer’i şerife değil, İslâm’a aykırı kurallar bütününden ibaret Cengiz Yasası’na göre hareket ettiği iddiasıyla Timur’un imanla göçüp göçmediğini tartışırlar. Bu tartışma veya şüphe İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhû hazretlerinin zamanına kadar yaşatılmış olmalı ki Hazret, Mektubat’ında Timur’un Nakşibendiyye yoluna duyduğu hürmet ve muhabbetine işaret eden şu anekdotu hatırlatır:
“Kasr-ı Arifan’da Şah-ı Nakşibend kuddise sırruhû hazretlerinin müridleri, dergâhın halılarını yukarıdan yola doğru silkelemektedirler. O sırada oradan geçmekte olan Emir Timur, silkelenen halıların altına durur, savrulan tozlar üzerine düşsün diye bir hayli bekler. Çünkü o tozları Tarik-i Âliyye’nin feyiz ve bereketinden nasipdar olmanın vesilesi bilmiştir.”
İmam-ı Rabbânî, kısaca özetlediği bu olayı Timur’un “İslâmî neşvesinin güzelliği”ne yorar ve bahsettiğimiz şüpheye cevap verir gibi, “İhtimal ki Emir bu hürmet ve tevazuu ile son nefesini iyi vermiştir” buyurur.
Timur’u öven kaynaklarda veya bizzat kendisinin yazdırdığı “Melfuzat” adlı günlükleriyle toplumu, devleti ve orduyu yönetme esaslarını anlattığı “Tüzükât”ında onun ilim ve itikadının sağlamlığına ilişkin söylenenler başka açıdan da öyle bir çırpıda reddedilecek bilgiler değildir. Çünkü Timur’un doğup büyüdüğü Keş şehri o zamanlar Mâverâünnehir’deki önemli bir ilim irfan merkezidir. Gençlik dönemi Emir Külâl kuddise sırruhû hazretlerinin; olgunluk ve hükümdarlık döneminin önemli bir kısmı ise Şah-ı Nakşibend kuddise sırruhû hazretlerinin irşad zamanına denk gelmektedir. Timur’un âlim ve âriflere çok hürmetkâr olduğu, onları her zaman ayakta karşıladığı, onu sevmeyen hatta düşman sayanlar tarafından da bilinen hususlardır.
“Kasr-ı Arifan’da Şah-ı Nakşibend kuddise sırruhû hazretlerinin müridleri, dergâhın halılarını yukarıdan yola doğru silkelemektedirler. O sırada oradan geçmekte olan Emir Timur, silkelenen halıların altına durur, savrulan tozlar üzerine düşsün diye bir hayli bekler. Çünkü o tozları Tarik-i Âliyye’nin feyiz ve bereketinden nasipdar olmanın vesilesi bilmiştir.”
Timur’u Nasıl Bilmeli?
Emir Timur’un 35 yıllık saltanatı Hindistan’dan Azerbaycan, Gürcistan ve Rusya’ya; Afganistan’dan İran, Irak, Mısır, Suriye ve Anadolu’ya seferlerle geçer. Buralarda giriştiği 20’ye yakın büyük savaşın hiçbirinde yenilmemiş, 300 bin kişilik devasa bir orduyu sürekli hareket halinde tutabilmiş büyük bir cihangirdir o.
Ancak asıl hükümranlık sahası olan Türkistan, Horasan ve Herat dışındaki coğrafyalara yerleşmek için gitmez. Buralara yapılan seferler ya kendi iktidarı aleyhine bir oluşumu engellemek ya da böyle bir tehlike ihtimaline karşı oralardaki yöneticileri kendisine tâbi kılmaktır. Ahalisi ve yöneticisi Müslüman olan beldelere ise yöneticilerin sefahati, halkın ise buna itiraz etmemesi gerekçesiyle saldırmıştır. Böyle yerlere savaş açmadan önce yönetimin kendisine tâbi olup onlardan istediklerini yapması şartıyla mutlaka barış teklifinde bulunmakta, kabul edilmemesi halinde maiyetindeki âlimlerden fetva alarak saldırıya geçmektedir.
Mesela Herat, Horasan ve Bağdat gibi Müslüman coğrafyalara saldırılarının hemen öncesinde şöyle bir sahne yaşanmaktadır: Timur, o bölgenin meşhur âlimlerini toplar ve onlara, “Melikiniz şarap içtiği, şeriatın yasakladığı eğlencelere daldığı halde niçin nasihat eyleyip de onu böyle kötülüklerden alıkoymazsınız?” diye sorarmış. Âlimler heyeti de her defasında, “Biz ona nasihat ettik ama dinlemedi. Allah da seni gönderdi.” deyip O’nun kıyıcılığına bir nevi ruhsat verirlermiş.
Bu sebepledir ki Emir Timur hep bu savaşçı yanıyla, savaşlardaki acımasızlığıyla, şehirleri yakıp yıkmasıyla konu edilir. Muhalifleri onun büyük yıkımlar ve katliamlarla sonuçlanan savaşlarını İslâmî veya ahlâki gerekçelerle meşrulaştırmasını din istismarı olarak görür. Savaştan başka bir şey bilmeyen, kan dökmekten zevk alan, iktidar hırsını dizginleyemeyen kaba ve cahil bir Timur portresi çizerler. Bu tür değerlendirmelerin “zan” olması bir yana, Emir’in Mâverâünnehir’in tamamını, fakat özellikle de devletin başkenti Semerkand’ı mamur ve müreffeh kılmasının, âlim ve sanatkârlara verdiği önem ve sağladığı imkânların, yaptırdığı cami, medrese, hankâh ve türbelerin gözden kaçırılması bir haksızlık sanki. Peki ama birbirine zıt bütün bu bilgi ve olgular karşısında Timur’u nasıl nitelemeliydik? Kimdi Emir Timur?
Bu soruyu kendisine sorduğumuzda Hace Nasrullah, “Timur, Gûr-ı Emir’dir” dedi. Gûr-ı Emir, Semerkand’da Timur’un medfun bulunduğu türbe. Önünde taç kapısı, iki tarafında medrese ve hankâh bulunan bu mimarî şaheser dışarıdan bakıldığında heybetli, ihtişamlı ve mağrur görünüyor. İçeride ise Timur’un, hocası ve dostu Seyyid Bereke’nin ayak ucundaki mezarı var. Emir, ölmeden önce hocasının ayak ucuna gömülmeyi, mezarının Seyyid Bereke’ninkinden daha küçük olmasını vasiyet etmiş ve bu vasiyet yerine getirilmiş. Dışardaki ihtişam da içerdeki küçük mezarın sadeliğinden yansıyan tevazu da Timur’du galiba ve siz nerden bakıyorsanız onu öyle tanımlıyordunuz.
“Timur, Gûr-ı Emir’dir” derken bunu mu anlamalıydık emin değildik ama Hace Nasrullah’ın anladığımızdan emin olduğumuz başka bir Timur tarifi vardı: “Timur, tarihî bir şahsiyet olmaktan öte Türkistan halklarının özlerine dönme ihtimalidir, kendilerine güven duygusudur, bir gün yeniden cihana hükümran olma hayalidir” diyordu. Timur’un şahsında o hayali değersizleştirmekten, kuru bir cihangirlik davası haline getirmekten sakınmalıydık.