TASAVVUFÎ MEKÂNLARIN İSMİ NE ANLATIYOR?
Tasavvuf terbiyesinin tahsil edildiği yerlere öteden beri belli isimler veriliyor. Dergâh, tekke ve zaviye kelimeleri bunlardan en yaygın olanı. Tarihin belli dönemlerinde yahut farklı coğrafya veya tarikatlarda âsitane, hankâh, imaret, ribat benzeri adlandırmalara da rastlıyoruz. Bu isimler böyle yerlere tasavvuf terbiyesinin maksadına, muhtevasına veya usulüne atfen veriliyor şüphesiz.
Bir dostla gündemi meşgul eden tartışmalarla ilgili sohbet ediyorduk. Yoruma, farklı değerlendirmelere imkân vermeyecek mesele veya olaylar üzerinde dahi anlaşamayan bir toplum haline gelmemizden yakınıyorduk birbirimize. Ne olduğu apaçık belli bir konuda bile her kafadan farklı bir ses çıktığından; birbiriyle taban tabana zıt, tutarsız, dayanaksız görüş ve iddiaların hep bir hakaret veya suçlama eşliğinde havalarda uçuştuğundan bahsettik. Kimse kimseyi dinlemiyor; insanlar doğrunun, hakikatin peşinde olmak yerine bir söz dalaşında karşısındakini alt etmeye çalışıyordu sanki. Memleket Babil Kulesi’ne dönmüştü. Konuşa konuşa anlaşamıyorduk.
“Nasıl bu hale geldik?” diye hayıflanınca, dostum, “Tekke ve zaviyelerin seddi” deyiverdi.
Ben, tekke ve zaviyelerin kapatılmasına dair 1925’te çıkarılan kanunu hatırlatıyor ama tekke ve zaviyenin kelime anlamlarından hareketle, “meseleler karşısında doğru değerlendirmeler yapabilmemizi sağlayacak sabitelerimizi ve bakış açımızı kaybettiğimiz için böyle oldu” demeye getiriyor sanmıştım. Kanunla kapatılanlar sadece mekânlar değildi çünkü. O mekânların kazandırdığı ve isimlerinde ifade edilen bir tavrın, tutumun, duruşun, bakışın da önüne set çekilmişti.
Dostum, “Hayır, o set bir şekilde aşıldı” dedi. Daha yüksek, aşılması daha zor bir set vardı ona göre. Bu set bir yandan belli birtakım çevrelerce tasavvuf terbiyesinin kazandırdığı duyuş, düşünüş ve yaşayış tarzının itibarsızlaştırılmasıyla tahkim ediliyordu. Diğer yandan ise dergâh veya tekkelerin bazen müntesiplerince bile sadece herhangi bir mekân ismi gibi algılanması, bu adlandırmaların üzerinde düşünülmemesi, buraları ismiyle müsemma ortamlar olmaktan giderek uzaklaştırmak suretiyle aynı seddin tahkimine katkı veriyordu. Bir yapının dergâh veya tekke diye anılması, bu isimlerin anlamına uygun bir fonksiyonellik taşımıyorsa dergâh veya tekke olmasına yetmiyordu çünkü.
Dergâhlar Âsitaneler
Tasavvuf terbiyesinin tahsil edildiği yerlere öteden beri belli isimler veriliyor. Dergâh, tekke ve zaviye kelimeleri bunlardan en yaygın olanı. Tarihin belli dönemlerinde yahut farklı coğrafya veya tarikatlarda âsitâne, hankâh, imaret, ribat benzeri adlandırmalara da rastlıyoruz. Bu isimler böyle yerlere tasavvuf terbiyesinin maksadına, muhtevasına veya usulüne atfen veriliyor şüphesiz. Sûfîlerin buralarda kazandıkları davranışlara yahut yüklendikleri sorumluluklara dair işaretler taşıyor.
Ancak, birbirlerinin yerine kullanılsalar da büyüklük ve küçüklüğü, merkezde veya taşrada bulunması gibi daha çok fizikî farklılıklarından hareketle birer “mekân” olarak tarif edilmesi, bu adlandırmaların tasavvuf terbiyesiyle, sûfîlikle irtibatını görmemizi engelleyebiliyor.
Dergâh veya âsitaneler, “tarikat şeyhinin ikamet edip irşadını sürdürdüğü, silsiledeki önceki şeyhlerin mezarlarının bulunduğu merkezî ve büyük tekkeler” diye tanımlanıyor mesela. Daha çok Mevlevîlikte karşılaştığımız âsitanelerin farklılığı ise tevhidhâne, çilehâne veya halvethâne gibi bölümlerinin varlığına bağlanıyor.
Dergâh da âsitane de Farsça kökenli iki kelime ve ikisi de “kapı” yahut “kapı eşiği” demek. Fakat herhangi bir kapı değil bunlar. Bir müşkülün halli veya bir ihtiyacın karşılanabilmesi için mutlaka varılması, müracaat edilmesi gereken; dolayısıyla yüce bir makama açılan kapılardır. Nitekim dergâh kelimesini bugün bile “büyük birinin makamı ya da huzuru” anlamına kullandığımız oluyor. Eskiden doğulu kavimlerde sultanların oturduğu saraylara âsitane denildiğini, Osmanlı döneminde iken başkent İstanbul’un bir adının da âsitane olduğunu biliyoruz.
Tasavvufî mekânlara ad olma bağlamında dergâh ve âsitane kelimelerinin sözlükteki ilk karşılıkları ile sonradan kazandıkları anlamlar şunu anlatıyor bize:
Dergâhlar ya da âsitaneler, kesretten kurtulup vahdete, kesâfetten kurtulup Elest Bezmi’ndeki saffet ve letâfete ulaşabilmek için müracaat edilmesi elzem olan kapılardır. Müracaat dahi aslında “bir yere rücu etme, geri dönme” demektir. Bu yüzden dergâh ve âsitaneler, “kulun imân-ı kâmilin izzeti ile irtifa kazanarak aslına, hakikatine, Rabbi’ne dönüş yolculuğuna açılan kapılar” anlamına böyle adlandırılmışlardır. Buraları hem o yolculuğa rehberlik edecek Allah dostlarının mekânı olması hem de yolun sonunda en yüce makama, dergâh-ı ilâhî’ye varılması hasebiyle dergâh yahut âsitanedir.
Tekkeler Zaviyeler
“Bir tarikata mensup olanların bir araya geldiği merkezî ve büyük mekân” anlamına “tekke” yahut Osmanlı Türkçesindeki telaffuzuyla “tekye” kelimesinin kökenine dair iki görüş var. Biri, “oturmak, bir yere yaslanmak, bir şeye istinat etmek” demek. Mevlânâ kuddise sırruhû hazretlerinin pergel benzetmesindeki sabit ucu, bir sabiteler/değişmeyen ölçüler manzumesine istinat eyleyip orada sebat etmeyi anlatıyor gibi. Diğer görüş ise tekke kelimesinin “ayakta durmak yahut yürümek için dayanılan âsâ” anlamındaki bir kökten türediği yönünde.
Aslında her iki anlam da “istikamet üzere olma”ya yol veriyor. Çünkü istikamet üzere olabilmek hem Kur’an ve Sünnet’in sabit ölçülerinden ibaret sırat-ı müstakimi bilmeyi hem de o dosdoğru yolda sürçmeden, düşmeden, savrulmadan sürekli yürüyebilmek için ayakta kalabilmeyi gerektirmektedir. Bu da yine her dem Kur’an ve Sünnet ölçülerine dayanmak, her adımda o ölçüleri gözetmekle mümkündür. Hülasa tekkelere, İslâm’ın en ince ayrıntılarına riayetle dünya yolculuğunda istikamet üzere nasıl en güzel şekilde yürüneceğinin talim ettirildiği mekânlar olmasından dolayı tekke denilmiştir.
Daha ziyade tekkenin küçüğü olarak tanımlanan ve genellikle yerleşim yerlerinin dışında yol kenarlarında inşa edilen zaviyeler sözlüklerde “köşe, bucak, tenha yer” diye karşılanıyor. İnziva ve münzevi kelimeleri de aynı kökten ama zaviye, diğer insanlardan büsbütün uzaklaşmak anlamına bir inzivayı mutlaklaştırmıyor. Zira yerleşim yerleri dışında yol kenarlarında kurulmaları, öncelikle Kur’an-ı Kerim’de kendilerine yardım edilecek zümreler arasında sayılan “yolcular”a, vakıf senetlerindeki ifade ile kim olurlarsa olsunlar “âyende ve râvende”ye yani gelip geçen herkese hizmet içindir. Ol sebepten zaviye adlandırması münzeviliğe değil, sûfîlerin gözlerden ve gösterişten uzak olmalarına, şöhretten kaçınmalarına, tevazu ve mahfiyyetlerine işaret eder daha çok.
Zaviye kelimesinin daha yaygın bir anlamı ise “açı, bakış açısı”dır. Tekkenin küçüğü olmakla aynı değerler manzumesine sahiptir ve böylece sûfîlere hakikate uygun en doğru en kuşatıcı bakış açısını kazandıran bir terbiyenin mekânıdır.
İmarethane, Hankâh, Ribat
Tasavvuf terbiyesinin verildiği mekânlar için günümüzde daha az kullanılan veya anlam değişikliğine uğrayan isimlendirmeler de var. “İmarethane” bunlardan biri. Selçuklularda görüldüğü üzere bulunduğu güzergâhta zamanla artan yoğunluk sebebiyle büyüyen zaviyeler için kullanılıyor. Bu yoğunluğun zorunlu kıldığı yemek ihtiyacı da büyüyünce daha Osmanlı’nın ilk yıllarından itibaren fakirlere yemek sunulan “aşevi” anlamını kazanmış olmalı. İmarethane, “bir şeylerin tamir veya inşa edilerek mamur edildiği, güzelleştirildiği, canlandırıldığı yer” demek. Ömür de imar ile aynı kökten geliyor. İmarethane isimlendirmesi, tasavvuf terbiyesinin gönülleri tamir eyleyerek Beytullah kıldığı, kalpleri dirilttiği, yine aynı kökten gelen ve medeniyet anlamındaki “umran”ın böyle bir imara mazhar olmuş kemâlat ehlince inşa edildiği hakikatini anlatıyor.
Hankâh ve ribat adlandırmaları ise tasavvuf terbiyesinin hizmet boyutunu öne çıkarıyor. Hankâh, Farsçada, okunuşları aynı olan iki “hân” kelimesinin anlamına göre “sofra kurulan, yemek yenilen” veya “konaklanılan” yer diye iki farklı anlam taşıyor. Fakat hangi anlamı verirsek verelim, sûfîliğin, ayırım gözetmeden ihtiyacı olan herkese yardım sorumluluğuna işaret ediyor.
Tasavvuf terbiyesinin sûfîlere yüklediği bir başka sorumluluğu da “ribat” adlandırmasında görüyoruz. Ribatlar, aslında gönüllü İslâm mücahitlerinin düşman saldırılarına karşı halkı ve mevzilerini korumaları, nöbet tutmaları, atlarını bağlamaları, küffar içine vur kaç akınları yapmaları, sulh zamanlarında tebliğde bulunmaları için sınır boylarında inşa edilen müstahkem yapılardır.
Sınırlar genişledikçe içeride kalan bu yapılar tekke ve zaviyelere dönüşür. Buralardaki dervişler Müslüman ahaliyi korumak için küffarla değilse bile küfürle cihada koyulacaklardır artık. İnsanların itikat ve ahlâkını ifsada yönelik saldırılara karşı teyakkuzda bulunacak; şeytana aldanan, dünyaya bağlanan, nefsine yenilenlere hakikati tebliğ vazifesini sadece kâl ile değil hâl ile, güzel örneklik ile de sürdürecektir.