HACCIN TASAVVUFÎ BOYUTU
Hac öncelikle sembolik olarak “Allah’ın evi” kabul edilen bir mekânı ziyarettir. Bu yüzden bir anlamda Âlemlerin Rabbi ile doğrudan karşı karşıya gelmeyi, O’nun evinde O’nun misafiri olmayı ifade etmektedir. Bu açıdan müthiş bir manevi derinliği bünyesinde barındırmaktadır.
Bu sebeple bazı tasavvuf kaynaklarında haccın manevi ve tasavvufî boyutuna dikkat çekilmiştir. Biz bu yazımızda bu kutlu ibadetin özellikle tasavvufî boyutu üzerinde duracağız.
İslâm’ın en temel rükünlerinden biri hac ibadetidir. İslâm ile birlikte her dinde, “belirli zamanlarda kutsal bir mekânı/mekânları ziyaret” anlamında hac ibadeti bulunmaktadır.
Meşhur “Cibrîl Hadisi”nde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Cebrail aleyhisselâm’ın “İslâm Nedir?” sorusuna verdiği cevapta, kelime-i şehadet, namaz, oruç ve zekâtla birlikte haccı da zikretmiştir.
Hac ibadeti ömürde bir defa zengin Müslümanlara farz kılınmıştır ve hem mal hem de bedenle yapılan bir ibadettir. Haccın diğer ibadetlerde bulunmayan birçok özelliği bulunmaktadır.
Hac öncelikle sembolik olarak “Allah’ın evi” kabul edilen bir mekânı ziyarettir. Bu yüzden bir anlamda Âlemlerin Rabbi ile doğrudan karşı karşıya gelmeyi, O’nun evinde O’nun misafiri olmayı ifade etmektedir. Bu açıdan müthiş bir manevi derinliği bünyesinde barındırmaktadır.
Diğer yandan haccın sosyolojik yansıması da diğer birçok ibadetin ötesinde çok derinliklidir. Hac dolayısıyla bir araya gelen inananlar birbirleriyle tanışmakta, görüşmekte, kaynaşmakta ve aralarındaki kardeşlik duyguları pekişmektedir. Bunun yanında beyaz ihramlarıyla Kâbe’yi tavaf eden Müslümanlar mahşer gününün bir nevi provasını yaşamaktadırlar.
Haccın rükünleri, şartları, çeşitleri ve nasıl yapılacağı gibi hususlar Fıkıh ve İlmihal kitaplarında ayrıntısıyla anlatılmıştır. O yüzden biz burada bütün bunların üzerinde durmayacağız. Bunun yanında bazı tasavvuf kaynaklarında haccın manevi ve tasavvufî boyutuna dikkat çekilmiştir. Biz bu yazımızda bu kutlu ibadetin özellikle tasavvufî boyutu üzerinde duracağız.
Hac ibadetinin tasavvufî boyutunu anlatan kaynakların en önde gelenlerinden biri, İstanbul’un manevi fatihi Akşemseddin hazretleri’nin (v.1459) halifesi İbrahim Tennûrî kuddise sırruhû’nun (v.1482) “Gülzâr-ı Ma’nevî” isimli eseridir. Biz haccın tasavvufî ve manevi boyutunu bu eserden hareketle ortaya koymaya çalışacağız. Ancak önce İbrahim Tennûrî hazretleri ve Gülzâr-ı Ma’nevî adlı eseri hakkında kısa bilgi vermek gerektiği kanaatindeyiz.
İbrahim Tennûrî Hazretleri
Miladi 15. asrın büyük mutasavvıflarından ve sûfî şairlerinden biri olan İbrahim Tennûrî hazretleri’nin doğum tarihi belli değildir. Babası Sivaslı, annesi Amasyalı olduğu için doğum yeri her ikisine de nisbet edilmektedir.
Tennûrî hazretleri ilk tahsilini memleketinde yaptıktan sonra Konya’ya geldi ve burada Karamanlı Sarı Abdullah Efendi’nin yanında öğrenimini tamamladı. Ardından Kayseri’ye geldi ve orada Hunad Hâtun Medresesi’nde müderris oldu.
Birkaç yıl bu görevde kaldıktan sonra medresenin vakfiyesinde, medresedeki müderrislerin ve talebelerin Hanefî mezhebinde olmalarının şart koşulduğunu öğrenince görevinden istifa etti. Çünkü kendisi Şâfiî mezhebindendi.
Kendisine; “Efendim, Hanefî mezhebine geçseniz de müderrisliği bırakmasanız” diyenlere, “Bir müderrislik için bir mezhep değiştirilmez” şeklinde verdiği ibretli cevabı çok meşhurdur. Bu cevabın, günümüzde bir makam, bir mansıp, bir dünyevî menfaat karşılığında değil mezhebinden; dininden, imanından, hatta her şeyinden vazgeçenlere örnek olmasını dileriz.
Müderrisliği bıraktıktan sonra kalbinde ilâhî muhabbet duyguları uyanmaya başladı. Öyle ki ne zaman Kur’an-ı Kerim okunduğunu duysa manasını düşünür ve ilâhî cezbeyle kendinden geçerdi. Bu yüzden tasavvufa yöneldi ve kendisine rehberlik edecek bir mürşid aramaya başladı. Önceleri Safeviyye tarikatının merkezi Erdebil şehrine gitmeye niyet etti. Ancak daha sonra Akşemseddin hazretleri’nin şöhretini işitince Beypazarı’na giderek kendisine intisap etti.
Akşemseddin hazretleri’nin sohbetine katıldığında Şeyh hazretleri, cemaate sohbet ve nasihat etmekle meşguldü. Sohbeti bitirdikten sonra mecliste bulunanların dertleriyle ilgilendi. Hazret aynı zamanda hekim olduğu için herkes kendisine beden hastalıklarıyla ilgili sorular sordu ve cevabını aldı. İnsanlar gittikten sonra Akşemseddin hazretleri durumdan hayıflanarak herkesin beden hastalıkları için kendisine müracaat ettiğini, rûhî hastalıklardan soran olmadığını ve gönül derdine derman arayanın bulunmadığını söyledi.
Bu arada meclisten ayrılmayan İbrahim Tennûrî hazretleri’ni görünce kim ve nereli olduğunu sordu, derdini öğrenmek istedi. Tennûrî hazretleri Kayserili bir müderris olduğunu söyledi ve kalbinin hasta olduğunu, derdine derman bulmaya geldiğini belirtti.
Akşemseddin hazretleri bu cevaptan çok memnun oldu ve kendisine ne hediye getirdiğini sordu. İbrahim Tennûrî hazretleri fakir birisi olduğunu, bu yüzden eli boş geldiğini söyledi. Hazret, sorduğu şeyin dünya hediyesi değil, Allah’tan kendisine ulaşan manevi bir hal ve sâdık bir rüya olduğunu söyledi. Huzura arz edecek bir rüya görmediğini söyleyince, onu halvete aldı.
Halvetteki arkadaşları riyâzet yaptıkları için bir şey yemedikleri halde kendisine her kuşluk vaktinde yemek gelirdi. Bir gün riyâzet yapan arkadaşlarının yanında yiyip içtiği için kendi durumundan utandı ve getirilen yemeği kabul etmedi. Bunun üzerine Hz. Şeyh kendisini azarladı ve “dervişin kendi başına hareket etmemesi gerektiğini, mürşidinin onun halini kendisinden daha iyi bildiğini, diğerlerinin meşreplerinin riyazeti gerektirdiği halde kendisinin ihtiyacı olmadığını” söyledi.
Bir defasında da canı pilav istedi. Hemen hizmetli gelip Hz. Şeyh’in kendisini çağırdığını söyledi. Şeyhin yanına girince Akşemseddin hazretleri pilav tepsisini gösterip, kendisini yok farz edip istediği kadar yemesini söyledi.
İbrahim Tennûrî, Akşemseddin hazretleri’nin yanında seyr ü sülûkunu tamamladıktan sonra irşad için Kayseri’ye gönderildi ve burada tâliplere Hak yolunu göstermeye başladı.
Kayseri’de bulunduğu sırada bir defasında şiddetli bir kabz (darlık) haline düşüp ne yapsa bast (genişlik) haline geçemeyince şeyhi Akşemseddin hazretleri’ni ziyarete niyet etti. Yolculuk esnasındaki rüyasında Akşemseddin hazretleri’ni gördü. Hazret kendisine tennûr/tandır üzerine oturup iyice terlemesini söylüyordu. Denileni yapınca derhal kabz hali geçip bast hali geri geldi. Bundan sonra kabz haline giren müridlerini tandıra oturtup bol su içirerek terletmek suretiyle bast haline geçirirdi. Şeyh İbrahim hazretleri’nin “Tennûrî” lakabını almasına sebep bu olaydır.
Şeyhi Akşemseddin hazretleri ile birlikte İstanbul’un fethine de katılan İbrahim Tennûrî hazretleri 1482 yılında Kayseri’de vefat etti. Şimdiki adı Cumhuriyet olan Emir Sultan mahallesindeki kendi yaptırdığı Şeyh Camii’nin batı tarafına defnedildi. Türbesi halen Hak tâlipleri tarafından ziyaret edilmektedir.
Yüce Allah kendisine rahmet etsin, her daim makamını terakki ettirsin ve bizleri şefaatine nail eylesin.
Gülzâr-ı Ma’nevî
İbrahim Tennûrî hazretleri’nin Gülşen-i Niyâz adlı divanından başka diğer bir eseri olan Gülzâr-ı Ma’nevî‘nin tasavvuf kültürümüzde çok önemli bir yeri vardır. Zira eser, aşağı yukarı fıkhın bütün konularını önce zahîrî/fıkhî açıdan, sonra da bâtınî/tasavvufî açıdan ele alan nadide bir kaynaktır.
Manzum bir eser olan Gülzâr-ı Ma’nevî, Yazıcıoğlu Mehmed Bîcân Efendi’nin (v.1451) “Muhammediyye” adlı eserinin tarzında tertip edilmiştir ve aruzun “mefâîlün mefâîlün feîlün” vezninde kaleme alınmıştır.
Rivayete göre Fatih devrinin en sapkın on kişisinden biri kabul edilen ve Göynüklü bir tüccarın oğlu olan Mevlânâ Seferşah, tevbe edip hidayete erince Akşemseddin hazretlerine mürid olmak istedi. Akşemseddin, çok yaşlı olduğu için kendisini Kayseri’ye, halifesi İbrahim Tennûrî’ye gönderdi ve ona şu şu özelliklerde bir kitap telif etmesini iletmesini söyledi.
Seferşah, Kayseri’ye giderken Ankara’ya uğradı ve Şeyh hazretleri’ne her iki tarafı da giyilebilen çift yüzlü bir cübbe/kaftan diktirdi. İçinden de yazacağı kitabın bu kaftan gibi çift yönlü olmasını geçirdi. Huzura vardığında daha kendisi bir şey söylemeden İbrahim Tennûrî hazretleri kendisine, istediği şekilde yazdığı kitabın ilk cüzlerini göstererek keramet izhar etmiş oldu.
Mevlânâ Seferşah, İbrahim Tennûrî hazretleri’nin yanında seyr ü sülûkunu tamamladı. Kadılık ve müderrislik yaptıktan sonra Elmalı’da vefat etti.
Biz bu yazımızda haccın manevî ve tasavvufî boyutunu Tennûrî hazretleri’nin bu eserinden hareketle ele alacağız. Beyitlerden örnek alıntılar yapmak gerektiğinde seçici davranacağız ve beyitleri, hem yer kaybı olmaması hem de sözün daha iyi anlaşılması açısından bugünkü dile çevrilmiş şekilde vereceğiz.
Gülzâr-ı Ma’nevî’ye Göre Haccın Tasavvufî Boyutu
İbrahim Tennûrî hazretleri haccın tasavvufî boyutunu ele almadan önce çok kısa olarak fıkhî boyutu üzerinde durmuştur. O yüzden biz de onun anlattığı kadarıyla haccı önce kısaca zâhirî/fıkhî, sonra da daha geniş olarak bâtınî/tasavvufî boyutuyla ele alacağız.
1. Haccın Zâhirî/Fıkhî Boyutu
Hz. Şeyh, Şâfiî mezhebinden olduğu için fıkhî hükümleri bu mezhebe göre ele almaktadır. Asıl amacı haccın tasavvufî boyutunu açıklamak olduğu için fıkhî yönü üzerinde bütün hususlarıyla ayrıntılı olarak durmamaktadır.
Haccın Şartları
Kulak tut hac için isterse cânın
Şeriat’ta sekiz şartı var onun.
Şeyh İbrahim hazretleri bu şekilde fıkha göre haccın sekiz şartı olduğunu söylemekte ve onları teker teker saymaktadır.
Buna göre hac yapacak kişinin öncelikle Müslüman olması gereklidir. Zira Müslüman olmayanın yeri Cehennem’dir ve hiçbir şey onu ateşten kurtulamaz.
Haccın ikinci şartı, hacının akıl sağlığının yerinde olmasıdır. Çünkü Şeriat’a göre aklı olmayanın dini de yoktur.
Üçüncüsü büluğa ermiş olmasıdır. Çocuklara hac farz değildir.
Dördüncüsü hür olmasıdır. Köle ve cariyeler efendilerinin tasarrufunda olduğundan onlara hac farz değildir.
Beşincisi yol güvenliği, altıncısı azıktır. Yani hac ibadeti boyunca hem kendisinin ve hem de geride bıraktığı ailesinin yiyecek içecek ve geçimlerinin sağlanmasıdır.
Yedincisi hacca gidecek bir binek/taşıt, sekizincisi de bedeninin hac yapacak şekilde sağlıklı olmasıdır.
Haccın Farzları
Haccın dört farzı var yapmak gerektir
Onun erkânını bilmek gerektir.
Biri sa’y biri tavafdır
Biri ihram biri vakfedir.
Böylelikle haccın farzlarının Safa ve Merve tepeleri arasında yapılan sa’y, Kâbe’yi tavaf etmek, mîkat yerinde ihrama girmek ve Arafat dağında vakfe yapmak üzere dört olduğunu söylemektedir.
Haccın Vâcibleri
Onun vâcipleri mîkata gitmek
Taharet alarak ihrâma girmek.
Varıp şeytanı taşlamak hem orda
Ki fitne kalmaya can ve bedende.
Hacerü’l-Esved karşısında durmak
Eğer mümkün olursa yüz sürmek.
Şeyhimiz, haccın vacipleri olarak ihrama mîkatta girmeyi, şeytan taşlamayı ve Haceru’l-Esved’i selamlamayı zikretmektedir. Ancak peşinden Haceru’l-Esved’i ziyaret etmenin sünnet olduğunu belirterek bu taşın Cennet’ten geldiğini, insanların günahları sebebiyle karardığını ilave etmektedir.
Hac Kurallarına Aykırı Davranışlar
(Cinâyâtu’l-Hac)
Eğer terk eder isen vâcibinden
O kurban ile arınır suçundan.
Eğer bir hayvan öldürürse ihramlı kişi
Değerini vermek imiş onun işi.
Eğer vakfeye durmazsa kişi
Cinsel ilişki kursa fesada varır işi.
O hal ile dönmek gerekir
Haccını kaza etmek gerekir.
İbrahim Tennûrî hazretleri haccın vaciplerinden birinin terkinde kefaret olarak bir kurban kesilmesi gerektiğini söylemektedir. Eğer bir hayvan öldürürse onun değerini vermek gereklidir. Arafat’ta vakfe yapmazsa haccını kaza etmesi yani tekrar hac yapması lazımdır.
2. Haccın Mânevî/Tasavvufî Boyutu
İbrahim Tennûrî hazretleri haccın zâhirî yönü üzerinde çok kısa olarak durduktan sonra daha geniş olarak tasavvufî boyutu üzerinde durmuştur. Fıkıh yönünden olduğu gibi tasavvuf yönünden de haccın farzları, vacipleri olduğunu; hac kurallarına aykırı davranışların bâtınî yönden ayrı anlamlarının bulunduğunu söylemiştir.
Hacıların Kâbe’ye erişmek için yaptıkları yolculuğa hac yolculuğu dendiği gibi, sâliklerin Kâbe’nin sahibine ve geldikleri aslî makamlarına ulaşmak için yaptıkları yolculuğa da seyr ü sülûk denilmektedir.
Tasavvufî Hac Yolculuğu: Seyr ü Sülûk
Şeyh İbrahim hazretleri bütün bu hususlara girmeden önce insanın Allah’ın ezelî ilmindeki durumundan söz etmektedir:
Ezel ilminde gizli hazine idik biz
O’nun aşkıyla dolu idik biz.
Yazılırdı bize ilm-i ilâhî
Görürdük perdesiz İlâh’ı.
Bu dizelerde ve sonrasında Vahdet-i Vücud nazariyesinin izleri görülmektedir. Burada bu nazariyeyi ele alacak değiliz. Şu kadarını söyleyelim ki buna göre insan dünyaya gelmeden önce Allah’ın ezelî ilminde mevcuttu. İbn-i Arabî hazretleri (v.1240) ve takipçilerinin “A’yân-ı Sâbite” dedikleri bu makamda henüz varlık âlemi zuhura gelmemiş ve insan da yaratılmamış idi. Yüce Allah varlık mertebelerinde önce Nûr-i Muhammedî’yi yaratmış, sonra ondan bütün âlemleri, en son olarak da içinde yaşadığımız şehâdet âlemini yaratmıştır.
İşte bu nazariyeye uygun olarak tıpkı Mevlânâ Celâleddin Rûmî hazretleri’nin (v.1273) Mesnevî adlı eserinin başında geldiği asıl âlemden ayrılmasından şikâyet ettiği gibi, İbrahim Tennûrî de âlem-i emirdeki geldiği aslî vatanını özlemektedir. Çünkü orada Yüce Allah’ın tecellisine mazhar olmuş, O’nunla görüşmüş, O’nunla konuşmuştur.
Şeyhimiz burada aynı zamanda bir benzetme de yapmaktadır. O, kişinin Allah’ın evi olan Kâbe’den ayrı kalmasını, insanın dünyaya gelmeden önce manevi âlemdeki aslî vatanından ayrı kalmasına benzetmektedir. O halde Allah’ın evi olan Kâbe, Allah’a kavuşmak, Allah’ın tecellisine mazhar olmak için ziyaret edilmelidir.
İşte hacıların Kâbe’ye erişmek için yaptıkları yolculuğa hac yolculuğu dendiği gibi, sâliklerin Kâbe’nin sahibine ve geldikleri aslî makamlarına ulaşmak için yaptıkları yolculuğa da seyr ü sülûk denilmektedir.
Kılavuz/Mürşid
Zâhirî hacda bir hac emiri yani bir kılavuz gerektiği gibi burada da bir kılavuz gereklidir. Tennûrî hazretleri’ne göre bu kılavuz ilâhî aşktır. Bunu “Emîr oldu ona aşk-ı ilâhî” sözleriyle ifade etmektedir. İşte hacılar hac emirinin rehberliğinde Kâbe’ye gittikleri gibi sâlik de ilâhî aşkın rehberliğinde Hakk’a doğru yol almaktadır; yani seyr ü sülûk etmektedir.
Ancak hac kafilesinde kılavuzla beraber, “nefîr” denilen ve kafilenin hareketini duyurmak için kullanılan bir nevi boru olan alet ve kafileyi koruyan ve “ases” denilen askerler de gereklidir. Hazret’e göre tasavvufî anlamda bu nefîr Allah’ın yaradılışın başlangıcındaki “kün: ol” emr-i hitabıdır:
Nefîr o canlara kün emri oldu
Ki işitti hepsi de geldi.
Manevi hac yolunda kılavuz ilâhî aşktır. Ancak bu ilâhî aşkı gerçekleştirmek için yine de bir delil yani mürşid gereklidir. Şeyhimiz bunu şöyle ifade etmektedir:
Delîl edindi bunlar enbiyayı
Ases edindi yolda evliyayı.
Demek ki Hakk’a erişmek için ilâhî aşk yolunda delil peygamberlerdir; peygamberlere vekâleten de mürşid-i kâmillerdir. Hac kafilesini koruyan asesler/askerler gibi müridi nefsin ve şeytanın hilelerinden koruyan askerler de velîlerdir.
Şeyhimiz bu nebîlerin ve velîlerin fonksiyonunu da şöyle izah etmektedir:
Ki aşk ateşini bunlar ele alalar
Gece düşmanın boynunu vuralar.
Gece dünya evidir dolu zulmet
Eşkiyalar komaz kimsede izzet.
Beraberinde giden nefsin olmuş
Onu öldürmeden kim yol bulmuş.
Çağırıp göster onu evliyaya
Kese başın, ere derdin devaya.
Bu dizelerden anlaşıldığına göre nebîler ve velîler aşk ateşini meşale edinip geceleyin düşmanın boynunu vururlar. Gece de dünyadan kinayedir; dünya evi de zulmet doludur. Kişinin bu yolda en büyük düşmanı nefsidir. Çünkü nefs dünyaya aldanıp Hak’tan yüz çevirmiştir. Nefsin başını kesmek için de evliyanın himmetine ihtiyaç vardır. Yoksa müridin kendi başına nefsin hakkından gelmesi çok zordur. Onun için mürid, iradesini mürşidine teslim edendir. Mürşid müridin nefsini öldürüp elinden kurtaracaktır:
Nefsin versen eline evliyanın
Tutar başına ateş döker onun.
Bütün kötü sıfatları o ateşle yanar
Mürşidin zincirine vurulur.
Bu şekilde günlerce ölünceye dek
Tamamen yanıp nur oluncaya dek.
Demek ki mürid nefsini mürşidin eline teslim edince o nefsin başına ateş döker, o ateşle bütün kötü sıfatları yanar, böylece mürşid tarafından zincire vurulur. Bu hal nefs ölüp de tamamen nur oluncaya kadar devam eder.
Cemâlullah’ı görmek için perdeyi kaldırmak gerekir. Perdeyi kaldıran da Allah’ın celâl tecellisidir. Çünkü celâl tecellisinin eseri olarak çekilen eziyet ve sıkıntılar müridin kalbini saflaştırır ve cemâl-i yâri görmeye sebep olur.
Yol Azığı
İbrahim Tennûrî hazretleri, haccın şartlarından birinin “azık”, yani hac ibadeti boyunca hem kendisinin ve hem de geride bıraktığı ailesinin yiyecek içecek ve geçimlerinin sağlanması olduğunu söylemişti. Bunun gibi tasavvufî anlamdaki hac yolculuğunda yani seyr ü sülûk yolunda da azığa ihtiyaç vardır ki o da ilim ve ameldir:
Senin azıkların ilm ü ameldir
Bu nefsin işi aldatma ve hiledir.
Mîkat
Mîkat, fıkıhta hacının ihrama girdiği mekandır. Tasavvufta ise dünyadır:
Onun mîkatı dünya işleridir
Kur’an’ı bilen de aşk eridir.
Hacı, mîkat yerinde elbisesinden soyunup ihrama girdiği gibi sâlik de seyr ü sülûk yolunda bu dünya evinde elbisesinden, yani nefsânî arzu ve isteklerinden soyunacaktır. Ancak böylelikle ihrama girmiş olacaktır.
İhram
Şeyh İbrahim hazretleri, mîkatın dünya olduğunu söylerken mîkatta kuşanılan ihramın da tevbe ve istiğfar olduğunu söylemektedir:
Zâhid olsun âbid olsun tamamiyle
Geçen ömre pişmanlık duymalıdır.
İşi tevbe ve zühd ve takvadır
İbadetleri düzenlidir ahlâkı da güzeldir.
Demek ki hacı mîkat yerinde ihramını giydiği gibi mürid de dünya evinde tevbe ve istiğfar elbisesini giymelidir. Geçen ömrüne hayıflanmalı, zühd ve takva ehli olmalıdır. Ancak bu şekilde olursa düzenli ibadet eder ve ahlâkını da güzelleştirir.
Perde
İbrahim Tennûrî hazretleri, hac yolunda birtakım engeller bulunduğu gibi seyr ü sülûk yolunda da engeller ve perdeler olduğunu söylemektedir. Aslında bu yolda Hak’tan gayrı her şey perdedir. Hatta cennet isteği bile perdedir. Müellifimiz özellikle buna vurguda bulunmaktadır:
Allah’ın lütfuyla anlar ki cennet de perde imiş
Onun ardında Hakk’a vuslat olmaz imiş.
Göremez Allah’ın cemalini perdeyi kaldırmayan
Allah’ın celâlidir perdeyi yırtan.
Demek ki Cemâlullah’ı görmek için perdeyi kaldırmak gerekir. Perdeyi kaldıran da Allah’ın celâl tecellisidir. Çünkü celâl tecellisinin eseri olarak çekilen eziyet ve sıkıntılar müridin kalbini saflaştırır ve cemâl-i yâri görmeye sebep olur. Sûfîler, bu yönüyle celâl tecellisinin cemâl tecellisinden çok daha zor olduğunu, ancak mürid için aslında çok daha faydalı olduğunu söylemektedirler.
Kurban
Tasavvuf yolunda kurban, kişinin kendi nefsidir. Yani nefsinin bütün olumsuz sıfatlarını öldürmesi, böylelikle onu kurban etmesidir. Tennûrî hazretleri bunu şöyle ifade etmektedir:
Gark etti vücudunu kurban etti
Böylece zorluğu kolaylığa çevirdi.
Yine nefsini kurban etsin
Böylece diken yemekten kurtulsun.
Tavaf
Tavaf, Fıkıhta ibadet kastıyla Kâbe’nin etrafında dönmektir. Tasavvufta ise İbrahim Tennûrî hazretleri’ne göre sıfat tecellisinden zât tecellisine geçiştir:
Tavaf hacda farz olmuştur
Sıfatı zâta tebdil olmuştur.
Sıfatına tecelli kıldı zâtı
Tavaf etmek için onu sıfatı.
Safa ve Merve
Şeyh İbrahim hazretleri bir beytinde Safa ve Merve’den ve sa’y yapılmasından şöyle bahsetmektedir:
Safa Merve ve sa’y lütfu ve kahrı
Edip gösterdi tiryâk ile zehri.
Burada Tennûrî hazretleri, Safa ve Merve tepelerinin ve orada sa’y yapılmasının Yüce Allah’ın kahır ve lütfunun tecellisini sembolize ettiğini söylemektedir.
Bilindiği üzere Hz. Hacer annemiz oğlu İsmail aleyhisselâm’a su bulabilmek için bu iki tepe arasında yedi defa gidip gelmiş, sonunda oğlunun yanında Zemzem suyunun aktığını görünce ferahlamıştır. Hz. Hacer annemiz o kadar mübarek bir kişidir ki onun doğal olarak yaptığı bu gidip gelmeler daha sonra biz inananlara ibadet olarak verilmiştir.
İşte Hz. Hacer’in o çaresizliği ve su bulabilmek için iki tepe arasında koşuşturması kahır tecellisidir. Suyu bulması ve huzura kavuşması da lütuf tecellisidir. Şeyhimiz buradaki kahrı zehir içmeye, lütfu da tiryaka/panzehire benzetmiştir. Kul burada sabreder ve tevekkül ederse kahırdan sonra mutlaka lütuf yüz gösterecektir. O halde tasavvuf yolundaki sıkıntılara da katlanmak gerekir ki sonunda lütuf tecelli etsin.
Zemzem
İbrahim Tennûrî hazretleri, Safa ve Merve’nin hemen peşinden Zemzem’den de söz etmiş, tasavvufî açıdan Zemzem suyunun hakikatte aşk şarabı olduğunu söylemiştir:
Şarâb- aşk o ilden Âb-ı Zemzem
Ki olur nicelerin derdine derman.
Zemzem hakkında çeşitli hadis-i şerifler de bulunmaktadır. Bunlardan birinde Resûlullah sallallahu aleyhi veselem; “Zemzem hangi niyetle ve ne maksatla içilirse ona şifa olur” buyurmuştur (Müsned, III.357; İbn Mâce, “Menâsik”, 78) Şeyhimiz “olur nicelerin derdine derman” sözleriyle buna işaret etmektedir.
Cemre
Cemre, yani hacdaki taş atma olayı tamamen sembolik bir anlam ifade etmektedir. Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail aleyhimesselâm’ı kurban etmeye götürürken, şeytanın iğvalarına karşı onu üç ayrı yerde taşlamasından hareketle hac menasiki arasına dâhil edilmiştir.
Hacdaki şeytan taşlama olayı öncelikle şeytanın iğvalarına karşı çıkmayı, nefsin kötü sıfatlarından temizlenmeyi ifade etmektedir. Atılan her taş, insandaki Hak rızasına aykırı bir kötü ahlâkın yok edilmesini sembolize etmektedir.
Hacdaki şeytan taşlama olayı öncelikle şeytanın iğvalarına karşı çıkmayı, nefsin kötü sıfatlarından temizlenmeyi ifade etmektedir. Atılan her taş, insandaki Hak rızasına aykırı bir kötü ahlâkın yok edilmesini sembolize etmektedir. Kişi kendisini Hak’tan ayrı düşüren her şeyi taşlamalı, yani o şeye karşı çıkmalıdır. Bu kendi oğlu olsa bile...
Ancak Tennûrî hazretleri buradaki oğulu da fizîkî anlamının ötesinde bir anlam kümesinde yorumlamaktadır. Tasavvufî anlamda kişinin oğlu, kendi sulbünden doğan değil, kalbinden doğan düşüncelerdir. Bütün bunları müellifimiz şu dizelerle dile getirir:
Şunlar ki kılarsa işinde şüpheyi
Oğlu olsa bile taşlasın onu.
Zira Nuh oğlunu Hak suda boğdu
O senin oğlun değildir dedi.
Velînin oğlu gönlünden doğandır
Sen sanma senin yerine geçendir.
İşte kalbe gelen düşünceler kendisini Hak’tan ayrı düşürürse onları taşlamalı, yani nefyetmelidir. Burada Nakşibendi Tarikatı’ndaki “nigâh daşt” denilen kalbe gelen vesvese ve havâtırı nefyetme uygulamasıyla bir benzerlik olduğu görülmektedir. Tâ ki sonuçta Hakk’ın zâtından başka bütün izâfâtı ve mâsivâyı kalbinden söküp atsın. Kalbinde yalnızca Hak kalsın; hatta tâlib, matlup, talep hepsi bir olsun. Böylece fenâfillâh hali gerçekleşsin.
O halde cemre, fenâ haline ulaşmayı engelleyen her düşünceyi kalpten söküp atmayı, yani onları taşlamayı ifade etmektedir. Cemredeki tasavvufî boyut bir yönüyle budur. Yani mâsivâyı ortadan kaldırıp fenâfillâh’a erişmektir:
Görür tâlib taleb matlup hepsi bir
İzâfâtı bırakır, kalır O Bir.
Hac Kurallarına Aykırı Davranışlar
(Cinâyâtu’l-Hac)
İbrahim Tennûrî hazretleri, fıkhî yönden hac kurallarına aykırı hareket edince onun kefaretini vermek gerektiği gibi, bunun tasavvufî anlamda da karşılığının olduğunu söylemektedir.
Yukarıda söz konusu edildiği üzere Şeyhimiz manevi anlamda mîkat mahallinin dünya, ihrama girmenin de dünyadan yüz çevirerek tevbe ve istiğfar etmek olduğunu söylemişti. İşte kişi ihrama girmezse yani tasavvufî anlamıyla dünyayı terk etmezse ona bir kurban kesmek gerekir. Bu kurban da kendi nefsidir. Yani nefsânî arzuları, hevâ ve hevesleridir:
Yine nefsini kurban etsin o kişi
Eğer Hakk’ı bulmak ise işi.
Demek ki Hakk’a kavuşmayı dileyen kişi dünyayı tamamen terk edecek, nefsinin kötü sıfatlarından kurtaracak ve bunu yapamazsa kurban kesecek; yani nefsini kurban edecektir. Bu da nefsin kötü sıfatlarından kurtulması, böylece yok olarak fenâya erişmesi yoluyladır.
KAYNAKLAR
Mustafa Demirel, Gülzâr-ı Ma’nevî, Çağrı Yayınları, İstanbul 2005.
Mustafa İsmet Uzun, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, “İbrahim Tennûrî” maddesi.