Ahde Vefa
“Sıdk ve nuhabbetin alameti ahde vefadır.”
(Hâce Abdullâh-ı Herevî kuddise sırruhû)
Ebû Eyyûb el-Ensârî radıyallahu anh’ın sulbünden geldiği için “Ensârî” nisbesiyle de anılan Hâce Abdullâh-ı Herevî kuddise sırruhû, Herat’ın büyük âlim ve sûfîlerindendir. Hazret’in, “Sıdk ve muhabbetin alâmeti ahde vefâdır” sözündeki “sıdk”; “ihlâsla ve gönülden bağlılık, sadâkat” manasına gelir. Buradaki sıdk ve muhabbetin mef’ûlü ise evvela Cenâb-ı Mevlâ’dır. Sâniyen, Allahu Azîmü’ş-şân’a sadâkat ve muhabbetin iktizası olmakla Habîb-i Kibriyâ sallallahu aleyhi vessellem’e, evliyâullahtan ulemâ, sulehâ ve urefâ-yı kirâm hazerâtına ve “Mü’minler ancak kardeştirler” âyet-i kerimesi fehvâsınca ehl-i îmânın cümlesine gösterilecek sadâkat ve muhabbet kastedilir.
Sadâkat ve muhabbetin sıhhat ve samîmiyyetinin, devamlılığının, kuru bir iddiâdan ibâret olmadığının alâmeti ahde vefâdır. Esâsen iddiâ dahî bir ahittir, ispât ister. “Ahit”, bir kabûl yâhut tasdîki ikrâr; bir şeyi üstlenmeyi, yapmayı ya da yapmamayı, bir vaadi beyândır. Ahde vefâ, verilen sözü her dem hatırda tutmak; her halükârda o iddiâ, ikrar, beyân veyâ vaadin mûcibince amelde sebât eylemektir.
Bizim ilk ve bağlayıcılığı bakımından en temel ahdimiz Âlem-i Ervâh’ta Cenâb-ı Rabbü’l-Âlemîn’e verdiğimiz kulluk sözüdür. Ezel Bezmi’nde “Elestü bi-Rabbiküm?” yani “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” hitâb-ı ilâhîsine “Evet, sen bizim Rabb’imizsin!” ma’nâsına “Belâ!” diyerek, Allah Azze ve Celle ile ahitleştik. Bu, Mutlak Kemâl ve Cemâl sâhibine doğrudan muhâtap olmanın, safvet hâlinin aşk ve zevkiyle yaptığımız bir muâhede idi.
Ol sebepten din olarak İslâm’ı kabûl de, kelime-i şehâdet getirmek de dil ile îmân ikrârında bulunmak da hatta tevbe de Allah Teâlâ’dan başkasını Rab ve ilâh edinmeyeceğimize, yalnız O’na kulluk edeceğimize dâir birer taahhütken, Kur’ân-ı Kerîm’de ahit olarak A’râf sûresinin 172. âyet-i kerîmesinde husûsen Elest mîsâkının zikredilmesi, biraz da o aşk ve zevki hatırlatmaya ma’tuf olsa gerektir. Yahut ruhumuzda mündemiç fıtrî mîsâkın hatırlatılması, uzaklaşmışsak eğer, ruhumuza, gönlümüze, fıtratımıza dönüp oradaki ma’rifetullâha ve muhabbetullâha da’vettir. Zira ancak böyle bir ma’rifet ve aşk, kulu sözünün eri kılacak; onun ahde vefâsındaki ısrarı Rabbi’ne olan sadâkat ve muhabbetindeki samîmiyyete delâlet edecektir.
Elest mîsâkını hatırlamak ve her dem hatırda tutmak, Bezm-i Ezel’de Allahu Azîmü’ş-şân’ın teveccüh ve savt-ı ilâhîsine vâsıtasız mazhar olmanın füyûzâtıyla yaşanan bir vecd ve istiğrak hâlini kuşanmaktır. Bu hâl, Fatih Sultan Mehmed Hân’ın vezîrlerinden Ahmet Paşa’nın, “Cânıma bir merhabâ sundu ezelde çeşm-i yâr / Şöyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedim” mısrâlarında dile getirdiği gibi, Hak Teâlâ’dan gayrısını görmeye mânî’ bir haldir. Yahut kâmil ma’nâda bir tevhîd idrâkidir. Zühd ve takvâya, dünyaya aldanmamaya, kahrı da lütfu da O’ndan geldiği için hoşça karşılamaya, kulluk mükellefiyet ve âdâbına titizlikle riâyete vesîledir.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “Rablerine verdikleri ahdi yerine getirip mîsâklarına sâdık kalanlar”ın vasıfları da zikredilir. Buna göre onlar; Allah’a, âhiret gününe, meleklere, Kitâb’a ve peygamberlere îmân eden, hesap gününden korkan kimselerdir. Namazlarını dosdoğru kılan, zekâtını veren, sevdiği dünyâlıklardan infakta bulunan, zor zamanlarda sabredip ilâhî ölçüleri muhâfazada direnen, Allah yolunda canını fedâdan çekinmeyen, kötülüğü iyilikle savan; akrabalık, komşuluk ve mü’minlerle kardeşlik bağını koruyan muttakî kullardır.
Bu vasıflar kulluk ahdimize vefânın, dolayısıyla Rabb’imize olan sadâkat ve muhabbetimizin tezahürüdür. Bunların yüksünerek îfâsı, ihmâli veya terki ise ahdimize vefâda, dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’a sadâkat ve muhabbette noksanlık yahut zaaf alâmetidir. Gaflete, fıtratın zedelendiğine, nefsin tasallutuna, kalbin mâsivâya meyline işâret eder.
Rabbimiz’e sadâkat ve muhabbetin bir alâmeti de O’nun sevdiklerine, en başta da “Habîb-i Edîbi Resûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi vessellem’e sadâkat ve muhabbet göstermektir ki kâmil îmânın şartlarındandır. Fahr-ı Kâinât Efendimize sadâkat ve muhabbet ızhârının sıhhat ve samîmiyyetine dahî ahde vefâmız delâlet eder. Bu seferki ahit, kelime-i şehâdette ikrâr eylediğimiz üzere, Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm’ın risâlet ve nübüvvetini tasdiktir. Getirdiklerine îmân etmeyi, örnekliğini esas almayı, sünnet-i seniyyesine sarılmayı; ehl-i beytine, evlâd u ahfâdına hürmet ve muhabbeti, ümmetine hizmeti gerektirir.
Elest mîsâkı evliyâullahı, ya’ni Rabbimiz’in sevdiği, dost edindiği, kendilerinden râzı olduğu kullarına sadâkat ve muhabbeti de ihtivâ eder. Bu bağlılık ve sevginin alâmeti de, “Sâdıklarla berâber olun!” âyet-i kerimesini mu’cibince bilhassa mürşîd-i kâmillerle madden ve mânen berâber olmak için onlara intisapla verilen ahde vefâ göstermektir.
Nihâyet mü’min kardeşliği, kardeşlerin birbirini sevmesini, koruyup kollamasını, birbirlerine sâdık olmasını elzem kılar. Bu hususta gözetmemiz gereken ahit ise kardeşlik hukûkudur. Ahde vefâ, her hâl ve şartta o hukûka riayetle gösterilmiş olur.
Hulasâ-yı kelâm, verdiği söze sâdık olması, ahdine vefâsı mü’minin en temel vasıflarındandır. Çünkü o sıdk ve muhabbetinde samîmîdir.