Bir Kavmin Hatırası
Yeryüzünde öyle kavimler vardır ki, kendi tarihlerini insanlığın ortak tarihinden ayırarak yazmayı marifet sayarlar. Kendi kaderlerini biricik ilan eder, acılarını kutsallaştırır, başkalarının acılarını ise görmezden gelirler. Yahudilik tarihi işte bu noktada, bir inanç çizgisinden çok “üstünlük kurgusu”na dönüşmüş, kendi varoluşuna ilâhî anlam yükleyerek kendisini tarihin merkezine yerleştirme çabasına sahne olmuştur.
Tevhid Çağrısından Seçilmişlik İddiasına
Hz. İbrahim aleyhisselâm’ın putlara karşı verdiği mücadeleyle başlayan yürüyüş aslında bir tevazu çağrısıydı: “Âlemlerin Rabbi’ne teslim oldum.” (Bakara 131) Ne var ki, bu hanif çizgi zamanla kulluğun haysiyetinden uzaklaşıp aidiyetin gururuna dönüşmüştür. Hz. İbrahim aleyhisselâm’ın soyundan gelen İsrailoğulları, Tevrat’ın bazı bölümlerinde geçen ifadelerle kendilerini “Tanrı’nın seçilmiş halkı” ilan etmiş, bu iddiayı bir sorumluluk değil, bir imtiyaz olarak görmüşlerdir.
Öyle ki, “Rab yalnızca sizi seçti, çünkü siz bütün milletlerden daha üstünsünüz.” (Eski Ahit, Tesniye 7:6) gibi ifadeler zamanla bir dinî bilinçten ziyade, bir etnik üstünlük iddiasına dönüşmüştür. Hâlbuki Allah Teâlâ seçkinliği soy ile değil, takva ile ölçer. Ne var ki bu ölçü İsrailoğullarının zihninde ters yüz edilmiştir. Bu da onları tarih boyunca hem Allah Teâlâ’nın emirleriyle hem de diğer halklarla sürekli çatışan bir kimliğe büründürmüştür.
İtaatten Üstünlük Talebine
Mısır’da kölelik altında ezilen Yahudiler, Hz. Musa aleyhisselâm’ın önderliğinde muazzam bir kurtuluşa erdiler. Kızıldeniz’in yarılması, çölde gökten inen kudret helvası ve bıldırcın eti, bulutların gölgelik yapması… Bunlar sadece fiziksel mucizeler değil, aynı zamanda Allah Teâlâ’nın rahmetinin apaçık nişaneleriydi.
Fakat Yahudiler bu nimetlere şükürle değil, nankörlükle karşılık verdiler. Hz. Musa aleyhisselâm’a “Ey Musa! Biz bir tek yiyecekle dayanamayacağız. Bizim için Rabbin’e dua et de bize toprağın mahsullerinden; sebzelerinden, kabakgillerinden, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından bitirsin” (Bakara 61) dediler. Her zorlukta Mısır’daki eski kölelik günlerini arar oldular. Tur Dağı eteklerinde, daha ilâhî levhaların mürekkebi kurumadan buzağı heykeli yapıp önünde secdeye kapandılar. Peygamberlerini bile kendi içlerinden geldikleri hâlde kolaylıkla inkâr ettiler, hatta öldürmeye kalkıştılar.
Hz. Musa aleyhisselâm’dan sonra da bu itaatsizlik devam etti. Hz. Zekeriyya’nın, Hz. Yahya’nın, hatta Hz. İsa aleyhimüsselâm’ın öldürülmeye çalışılması, Yahudi kavminin kendi peygamberlerine bile tahammül edemediğini göstermektedir. Bu açıdan Yahudiler bir “kitap halkı” olmaktan ziyade, ilâhî sınırları sürekli zorlayan bir isyan halkı olmuştur.
Birlik Yerine Bencillik: Kudüs ve
Krallığın Dağılması
Hz. Davud ve Hz. Süleyman aleyhimesselâm’ın Kudüs’te kurduğu birlik dönemi, Yahudi tarihinin zirve noktalarındandır. Ancak bu dönem de uzun sürmedi. Hz. Süleyman aleyhisselâm’dan sonra krallık ikiye ayrıldı: kuzeyde İsrail, güneyde Yehuda. Kendi iç mücadeleleri ve dışa bağımlılıkları nedeniyle kuzeydeki İsrail Krallığı M.Ö. 722’de Asurlular tarafından yıkıldı. 10 kabile kayboldu ve Yahudi tarihinde “kayıp on kabile” efsanesi doğdu.
Güneydeki Yehuda Krallığı ise M.Ö. 586 yılında Babil Kralı Nabukadnezar tarafından işgal edildi. Kudüs yıkıldı, mabed yerle bir edildi, halkın önemli kısmı sürgüne gönderildi. Bu olay, Yahudilikte bir kırılma noktasıdır. Lakin bu sürgün, onları bir tevazuya değil; daha da içine kapanan, kimliğini dışlayıcılıkla koruyan, halktan ayrı cemaatler kuran bir yapıya dönüştürdü.
Avrupa’ya ve Mezopotamya’ya yayılan Yahudiler, gittiği her yerde ticaret, sarraflık, tefecilik gibi alanlarda etkili oldular. Ancak içine kapalı, dışa mesafeli yapıları zamanla onları toplumların ötekisi hâline getirdi. 1492’de İspanya’dan sürüldüler, 1306’da Fransa’dan çıkarıldılar. 1648’de Ukrayna’da Kazaklar tarafından 100 bin Yahudi katledildi. 19. yüzyılda Rusya’da yüz binlercesi göçe zorlandı. Yahudilerin kendi içine kapalı, ayrımcı yapılarının da bu sonuçlarda etkisi gözden kaçırılmamalıdır.
Zulme Uğradılar ama Zulmettiklerini Unuttular
Yahudiler, özellikle 20. yüzyılın ilk yarısında Naziler tarafından sistematik saldırılara ve soykırıma uğratılmıştır. 2. Dünya Savaşı sırasında onları “içerideki düşman” olarak nitelendiren Nazi rejimi, Yahudileri devlet ve Alman toplumundan uzaklaştırmak için kamplara toplamış, sürgüne yollamış veya öldürmüştür.
Ne var ki Yahudiler, bu acıdan bir merhamet dili değil, çoğu zaman bir dokunulmazlık zırhı devşirdiler. Kendi acılarını evrenselleştirirken, başkalarının acılarını yok saydılar. 1948’de İsrail Devleti’nin kurulmasıyla birlikte yaklaşık 750 bin Filistinliyi göçe zorladılar. Batı Şeria’da duvarlar örüldü, Kudüs’te Müslüman mahalleleri abluka altına alındı, Gazze’de defalarca sivil halk bombalandı. Bütün bunlara karşı Yahudi lobileri geçmişteki zulmü gerekçe göstererek bugünkü işgali “savunma” diye pazarladı. Zulme uğrayanın zalimleştiği bu çelişkili tarih, aslında onların acılarının anlamını da örseledi.
Tanrıyı Referans Gösteren Bir Siyaset:
Siyonizm ve Devletleşme
Yahudi kimliği artık bir inanç değil, bir ideolojiye dönüşmüştür. Bu kavim 1897’de Basel’de toplanan ilk Siyonist Kongre’den itibaren kendilerine ilâhî bir görev atfederek siyasî bir hedef belirlemiştir: “Vaadedilmiş topraklarda” bir Yahudi devleti kurmak.
1917’de İngiltere’nin yayımladığı Balfour Deklarasyonu bu sürecin resmî adımı oldu. 1948’de devlet ilan edildi. Kudüs artık dua edilen değil, kan dökülen bir şehir hâline geldi. Tevrat’ın “barış şehri” dediği Yeruşalayim (Kudüs) tankların gölgesinde kaldı.
Siyonizm, Yahudiliği bir devlet ideolojisine indirgedi. Artık kutsallık ahlâkla değil; sınırlarla, silahlarla, istihbaratla ölçülmeye başlandı.
Biz Nerede Duruyoruz?
Kudüs bugün bir şehirden çok daha fazlasıdır. Bir hatırlatmadır, bir imtihandır, bir aynadır. Orada yaşanan her şey burada kalbimizde karşılık bulmuyorsa, biz Müslümanlar sadece coğrafî olarak değil, ruhen de işgal altındayız demektir.
Müslüman olmak sadece seccade serdiğimiz yönü bilmek değil, o yönün neyi temsil ettiğini de unutmamaktır. Kudüs sadece ilk kıblemiz değil; ümmet bilincimizin mihenk taşı, ümmetin yüzündeki secde izidir. Kudüs’ün üstüne bombalar düşerken Müslümanın iç dünyasında taş gibi bir sessizlik varsa asıl kıyamet içimizde kopmuş demektir.
Yahudilerin tarihi, sadece dıştan gelen baskılarla değil, içeriden gelen sapmalarla da şekillenmiş bir tarihtir. Onlar ilâhî emanetleri dünyevî menfaatlere feda ettiklerinde nasıl sürgün edildilerse, biz de adaleti terk ettiğimizde, ümmet olmanın yükünü sırtımızdan attığımızda aynı sonla yüzleşebiliriz. Bu yüzden Yahudi tarihine bakarken “öteki”nin hatasını görmekle yetinmek değil, aynı hataya düşmeme gayreti gütmek gerekir.
Müslüman, İslâm’ın bir öğretisi olarak zulmü kimden gelirse gelsin reddeder. Gayrimüslime yapılan haksızlık karşısında sessiz kalmaz, Filistinli çocuğun gözyaşını da görmezden gelmez. Zira bizim adalet terazimiz düşmanlıkla değil, hakla ayarlıdır.
Ama bugün mesele sadece adaletin savunulması değil, aynı zamanda hafızanın diriliğidir. Kudüs bizim hafızamızdır. Eğer biz bu hafızayı kaybedersek sadece tarihimizi değil, kimliğimizi de kaybederiz.