I.
1492 yılı, dünya tarihinin seyrini kökünden değiştiren iki önemli hadisenin yaşandığı bir dönüm noktasıdır. Bunlardan ilki, Endülüs’ün Müslümanların elinden çıkışı, diğeri ise Avrupalıların Amerika kıtasına ilk kez ayak basmalarıdır. Her iki olayın gerçekleşme mantığı da aynıdır. Avrupalıların sıkışmış oldukları kıt coğrafya ile sınırlı kalmak istememesi burada önemli bir etkendir. Aynı zamanda Türk baskısından bir an evvel kurtulma çabaları ve zenginlik arzusu da önemli bir etkendir. Böylelikle bu tarihte yaşananlar hem Avrupa’nın hem de İslâm dünyasının kaderinin şekillenmesine doğrudan etki etmiştir, diyebiliriz. Endülüs’ün düşüşü, Müslümanların Avrupa’daki büyük etkinliğinin sona ermesi anlamına gelir. Endülüs’te yaşananları sadece siyasî bir kayıp olarak göremeyiz. Esasında insanlık tarihine kara bir leke olarak geçecek büyük soykırımlar ve asimile faaliyetleri yaşanmıştır.
Öte yandan, aynı yıl başlayan Amerika kıtasının işgali ise orada yaşayan yerli halklar için bir başka felaketin kapısını aralamıştır. Avrupalıların “yeni dünya” olarak tanımladığı bu topraklar kısa sürede talan edilmiş, yerli topluluklar katledilmiş, sağ kalanlar ise köleleştirilerek hayatın dışına itilmiştir. Endülüs’te yaşanan zulümle Amerika’da gerçekleştirilen kıyım arasında temelde bir fark yoktur. Her ikisi de işgal, sömürü ve imhanın sistematik tezahürleridir.
Bu tarihsel dönüm noktalarına tanıklık edenlerin yazmış olduğu eserler üzerinden yaşananları daha iyi anlayabiliriz. Bunlardan biri, İspanyol din adamı Bartolomé de Las Casas’ın aktarımlarıdır. İspanyol-Portekiz iş birliğiyle Amerika’ya gönderilen Las Casas, yerli halka reva görülen zulme bizzat şahit olmuştur. Ancak gördükleri karşısında sessiz kalamayacak kadar insaflıdır. Oradaki görevini bırakarak memleketine döner ve kaleme aldığı metinlerle bu vahşeti ifşa etmeye girişir. Yazdıkları, büyük ölçüde bir vicdan muhasebesidir. Las Casas’ın çabası, onu insan hakları savunucusu olarak tarihe geçirmiştir. Amerika’da yaşananlara bir de onun gözünden bakalım:
“Bir keresinde de yerliler büyük bir yerleşim bölgesinden ayrılıp, yaklaşık 10 fersah yol kat ederek ellerinde yiyecek ve başka hediyelerle bizi karşılamaya ve ağırlamaya gelmişlerdi. Bize ekmek, balık ve başka yiyecek maddeleri vermişlerdi. Hıristiyanlar birden en ufak bir kışkırtma olmaksızın, şeytandan aldıkları ilhamla, önümüzde oturan yaklaşık üç bin kişiyi -erkekleri, kadınları ve çocukları– gözlerimin önünde gereksiz yere öldürdüler. O gün hiç kimsenin hayatında görmediği, hatta görmeyi bile düşünmediği kadar korkunç katliamlara şahit oldum.”
Bartolomé de Las Casas, Kızılderililer Nasıl Yok Edildi?, Babıali Kültür Yayıncılığı, Birinci Baskı, Çeviren: Ömer Faruk Birpınar, İstanbul.
II.
Avrupalıların “coğrafî keşifler” adı altında başlattığı işgal hareketlerinden en sert, en acı darbeyi Afrika kıtası almıştır. Frantz Fanon’un ifadesiyle Afrika, “2 milyon 530 bin 300 beyazın 13 milyon siyahı sopa zoruyla tıktığı bir kazan” haline gelmiştir. Sanayi devriminin ardından hızla dönen üretim ve tüketim çarkları, bu çarkların ilk kurbanı olan Afrikalıları ezip geçmiştir. Avrupalılar gittikleri her yere siyahî insanları bir eşya gibi sürüklemiş ve onları bedenlerinden, dillerinden, topraklarından, hatta hafızalarından koparmışlardır.
Afrikalıların tarihi ise neredeyse yok gibidir. Çünkü tarih sahnesinin merkezinde her zaman güçlüler vardır. Siyahlar ise bu sahnenin üzerine kurulduğu coğrafyanın sahipleridir. Bugün bile varlıkları ancak izin verildiği ölçüde, siyasî menfaatler bağlamında anlamlıdır. Bunun da bir lütuf olduğu havası estirilir. Fanon ise verdiği mücadele ile bu düzenin çarpıklığını, tarihin güçlülerin safında yer alan bir silah olmadığını göstermek istemiştir. Afrikalıların yaşadığı trajediyi şöyle dile getirir:
“Nasıl bir oyun bu? Daha dünyaya gözlerimi açar açmaz siyah bir bant geçirdiler gözlerime. Ağzımı bağladılar ve beni şu ne idüğü belirsiz ‘evrensel olan’da boğmak istediler. Evet, bana bunu yaptılar. Ya başkalarına? Bağırmak için ağzı, haykırmak için sesi olmayanlara?.. Kendimi, kendi zenciliğimde yitirmem mi gerekli yoksa? Ateşe verilen yurdumu görmem gerekli, tecrit kamplarını, baskıyı ve zulmü, tecavüzü ve şiddeti, hayvan yerine konmayı, ırk ayrımını ve önümde tüm kapıların kapandığını... Siyah derimizde açılan her yaraya kendi ellerimizle dokunmamız gerekli.”
Frantz Fanon, Siyah Deri Beyaz Maske, Encore Yayınları, Çeviren: Cahit Koytak, Birinci Baskı, İstanbul.
III.
Avrupa-merkezcilik, Avrupa medeniyetinin kendisini tarihsel, kültürel ve entelektüel açıdan dünyanın merkezi olarak konumlandırmasını ifade eden bir kavramdır. Bu bakış açısı, Avrupa’nın kendi değerlerini, bilimsel yöntemlerini, politik ve ekonomik sistemlerini evrensel ölçütler olarak sunmasıyla doğrudan ilişkilidir. Avrupalılar kendi varlıklarını, dünya düzenini belirleyen aslî güç olarak tanımlar.
Avrupa düşünce tarzının ve dünyayı yönetme arzusunun ardında belirli bir mantık vardır. Bu mantık, “Avrupamerkezcilik” başlığı altında anlam kazanır. Bu yaklaşım, hayatın pek çok alanında kendini hissettirir. Farkında olalım ya da olmayalım, günlük yaşantımızda bu bakış açısıyla sürekli temas hâlindeyiz. Teknoloji, internet ve medya yoluyla maruz kaldığımız bu kültürel kuşatma, zihin dünyamızı günden güne çürütmektedir.
Bu dayatmaya karşı atılabilecek ilk adım, yaşadığımız dünyanın geçirdiği dönüşümlere dikkat kesilmek ve bu dönüşümleri bilinçli bir şekilde anlamaya çalışmaktır. Ancak bu farkındalıkla kendi düşünce alanımızı yeniden kurabilir, kendilik bilincimizi inşâ edebiliriz.
John M. Hobson bu paradigmayı kökten eleştiren düşünürlerden biridir. O “Avrupamerkezci” düşünme biçiminin yapısına dair ortaya koyduğu tespitler ile hem Endülüs hem Amerika hem de Afrika’da yaşananların arka planındaki mantığı gözler önüne serer.
“Feodalizmin etkisi altındaki Avrupa, İslâm’a karşı negatif bir tavır alırken kendini güvensiz bir konumda hissetmemekteydi. 15. yüzyıldan sonra Avrupa kendini 500’lerden bu yana ilk kez pagan vahşiler olarak nitelediği Kara Afrikalılara ve Amerikan yerlilerine karşı üstün bir güç olarak kabul ettirdiğini hissetmiştir. Avrupamerkezcilik de -aslında Hıristiyan görüşleri arasındaki farklılıklara dayanmış olsa da- ilk kez bu dönemde ortaya çıkmıştır. Bu anlayış, Avrupalıların kendine özgü ahlâkî bir adalet sistemi oluşturmaları, Amerikan kaynaklarını emperyal güçlere tahsis etmeleri, Amerikalı ve Afrikalı yerlileri inanılmaz derecede sömürmeleri sonuçlarını doğurmuştur. Sonuç olarak altın ve gümüş kaynaklarından Avrupa’ya aktarılan finansman yoluyla hem kıtanın Asya ile ticaretinden doğan açıklar kapatılmış, hem de küresel ticarette yer alması sağlanmıştır. Batı Avrupa aynı zamanda Doğu Avrupa ve Osmanlı Türkleri ile arasındaki uygarlık farkını ortaya koymak suretiyle kendini ‘gelişmiş’ diğerlerini ise ‘barbar’ olarak nitelendirmeye başlamıştır.”
John M. Hobson, Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri, Yapı Kredi Yayınları, Çeviren: Esra Mert, Dördüncü Baskı, Nisan 2015, İstanbul.