RAMAZAN NASIL HEBA EDİLMEZ?
Bütün ibadetler gibi orucun da bir maksadı, bir hikmeti, insana sağlayacağı pek çok faydası var. Bu maksat, Ramazan orucunun üzerimize farz kılındığını bildiren Bakara suresinin 183. ayetinde “ittika” diye belirlenmiş. İttika, sözlükte “sakınma, kaçınma, korunma” demek.
Ramazan-ı Şerif bizim için kıymetinin bilinmesi, en verimli şekilde değerlendirilmesi gereken ilâhî bir ikram şüphesiz. Fakat bazen yaygınlaştığı için sorgulanmadan benimsenen, doğru olduğu sanılan birtakım yanlışlar bu ikramı heba eylememize sebep olabiliyor.
Bir ara yaşlılara mahsus bir hayıflanmayla sıkça dillendirilen “Nerde o eski Ramazanlar” nostaljisi bu sebeplerden biriydi. Bu özlem eski Ramazanların itikaf sünneti gibi, mukabele geleneği gibi usullerini ihyadan ziyade, bir yozlaşma döneminin direklerarası eğlencelerine takılıp kaldığı için olmalı, Ramazanlarımızı giderek festivale dönüştürdü. Özellikle belediyeler sazlı sözlü programlarla, türlü gösterilerle birbirinden farklı Ramazan eğlenceleri sunmak için adeta yarışa girmişlerdi. Virüs salgınını yaşadığımız yıllarda salgını önlemeye yönelik tedbirler nedeniyle pagan geleneğinin modifiye edilmiş şekli olan festivallerin Ramazanlarımızı ifsadından kurtulduk.
Ancak iki yıllık salgın sürecindeki kapanma, bu defa genç kuşaklarda eski Ramazan nostaljisi oluşturdu sanki. Onların eski Ramazan’ı, virüs salgını öncesi festival etkinliklerinden ibaret Ramazanlardı. Sonuç itibariyle Ramazan-ı Şeriflerimizi “idrak veya ihya” etmek yerine “kutlayarak” epeyce hebâ yahut imha eyledik yakın geçmişte.
“Kutlamak”, irfanımızda olmayan yeni, uydurma bir kelime. “Sevindirici bir olaydan, ikram edilen bir nimetten duyulan memnuniyet veya minneti birtakım ritüellerle dışa vurmak” diye tanımlanıyor. Dışa vurma eylemi de daha çok ya söze dökülerek yahut oyun, eğlence, gösteri tarzında tezahür ediyor.
Madem böyle, “ilahî bir ikram olan Ramazan’a ulaşmış olmaktan sevinç duymak, bu sevinci dillendirmek, mübah eğlencelerle görünür kılmak anlamına Ramazan’ı kutlamak, neden Ramazan’ı heba etmek olsun?” diye sorulabilir.
Bir muhasebe ve arınma imkânı, mağfiret fırsatı bilip bundan dolayı sevinmekte bir beis yok elbette. Ama bu imkân ve fırsattan istifadeyi ihmal ettiren, hatta engelleyen yoğunluk ve mahiyette bir etkinlik koşturmacasından ibaret kutlamaların; hale dönüşmeyen, retorikten ibaret söylemlerin Ramazanlarımızı heba eylediği ortada.
Kutlama, tebrik de değil. Birisinin Ramazan’ını tebrik etmek, ona Ramazan’ın feyzinden daha çok nasiplenmesi için bereket niyazında bulunmaktır ve istifadeyi esas alan bir anlayışı yansıtır. Bu sebepledir ki Müslüman, Ramazan-ı Şerif’i, “şuuruna varmak, orucun hikmetini ve maksadını kavramak” anlamına “idrak” eder. Bu idrakle de bir ay boyunca azami istifade gayretiyle gecesini gündüzünü ibadet, zikir, tevbe, tefekkür ve nefs muhasebesiyle geçirerek “ihya” eder Ramazan’ını.
Önce Ramazan’ı idrak
Bütün ibadetler gibi orucun da bir maksadı, bir hikmeti, insana sağlayacağı pek çok faydası var. Bu maksat, Ramazan orucunun üzerimize farz kılındığını bildiren Bakara suresinin 183. ayetinde “ittika” diye belirlenmiş. İttika, sözlükte “sakınma, kaçınma, korunma” demek. İslâmî bir terim olarak ise, “Allah’a iman edip emir ve yasaklarına uyarak O’na karşı gelmekten sakınmak, dünyada ve âhirette insana zarar verecek, ilâhî azaba sebep olabilecek söz, fiil, tutum ve davranışlar ile her türlü günah ve taşkınlıktan uzak durarak korunmak” anlamına geliyor. Daha kısa bir ifadeyle ittika, takva sahibi bir mümin olmaya gayret etmektir.
Mealler, ayetlerdeki ittika veya takvayı genellikle Allah’tan korkmaya bağlı bir sakınma olarak karşılar. Bu, takvanın ileri derecesinde, kulun kendini düşünmesinden kaynaklı azaba uğrama korkusundan ziyade Rabbi’ne olan muhabbetinin eseridir ve Allah Teâlâ’nın rıza göstermeyeceği bir davranışla O’nun muhabbetine halel getirme korkusudur. Allah’ın koyduğu ölçülere riayet konusunda çok güçlü bir hassasiyet, bu ölçüleri ihlâle sevk edebilecek tehlikelerden hiçbir zaman emin olmadan onlara karşı sürekli bir teyakkuz, bir uyanıklık halidir. İradî bir tavırla ahlâkımızı güzelleştirmeye, kulluk âdâbını gözetmeye, mükellefiyet ve sorumluluklarımızı titizlikle ifaya, kötülük ve günahlardan şiddetle sakınmaya vesiledir.
Kul, bir çeşit riyazet veya mücahede dönemi olan bu bir aylık zaman diliminde oruç tutarak iradesini güçlendirir, sabretmeyi öğrenir. Ne kadar zorlarsa zorlasın, nefsin isteklerine boyun eğmemenin mümkün olduğunu fark eder. Nefse galebeyle sadece Rabbi’ne kul olmanın huzurunu, zevkini, izzet ve özgürlüğünü tadar.
Orucu, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin benzetmesiyle, her türlü kötülük ve günahtan koruyan bir “kalkan” edinebilmenin yahut oruçla ittikanın şartları vardır. Bunlardan ilki, üzerinde düşünerek, Ramazan’ın mana, mahiyet ve hikmetini idrake çalışıp bütün uzuvlarımızla oruç tutmaya yönelmektir.
Nitekim Ramazan orucunun farz kılındığını bildiren ayetten hemen sonra, Bakara suresinin 184. ayet-i kerimesinde, geçerli bir mazeret olmadıkça, ufak tefek bahanelerle ruhsatlara sığınmadan oruç tutmanın, “bilebilirsek eğer” bizim için “daha hayırlı” olduğu beyan buyurulur. Ayetteki “bilirseniz eğer” ibaresi, orucun önem, maksat ve faydasını kavramaya, hikmetini idrake, ittikaya nasıl sevk ettiğini anlamaya davettir.
Oruçla durup durulmak
Ramazan’a böyle bir idrak çabasıyla yaklaşıldığında, orucun imsakla iftar arasında yiyip içmeyi terk etmekten ibaret olmadığı anlaşılabilecektir. Oruç, beşer yanımızın meşru ihtiyaçlarından olduğu kadar öfke gibi, dünya hırsı gibi zaaflarından da sıyrılabilmektir. Çevreye zarar vermekten, insanları incitmekten, suizandan kaçınmaktır. Elimize, dilimize, belimize her zamankinden daha çok sahip olmak, her zamankinden daha çok tasadduk etmek, daha çok paylaşmaktır. Ramazan, kanaati öğrenmek, nimetin kadrini bilmek, fakir fukaranın haliyle hallenmek, bütün mahlûkata merhametle nazar eyleyip iyiliğe yönelmektir.
Daha önemlisi de bütün bu davranışların kalıcı olması için Ramazan’ın nefs terbiyesine, ilâhî ölçülerin hatırlanmasına, tasavvurlarımızı düzeltmeye, kendimizi hesaba çekmeye tahsis edilmiş bir zaman dilimi, değerlendirilmesi gereken bir büyük ikram, bir daha ele geçip geçmeyeceği meçhul bir fırsat olduğunu bilmektir.
Ramazan, sonraki on bir ayda da dünya düşkünlüğüne, şeytanın iğvasına, nefsin hevasına karşı koyabilmek için gerekli güç ve donanımın oruçla kazanıldığı bir kamp dönemidir yani. Kul, bir çeşit riyazet veya mücahede dönemi olan bu bir aylık zaman diliminde oruç tutarak iradesini güçlendirir, sabretmeyi öğrenir. Ne kadar zorlarsa zorlasın, nefsin isteklerine boyun eğmemenin mümkün olduğunu fark eder. Nefse galebeyle sadece Rabbi’ne kul olmanın huzurunu, zevkini, izzet ve özgürlüğünü tadar.
Bunlar festivale dönüştürülmüş Ramazanların kutlama etkinlikleri peşinde koşturmakla gerçekleşmez elbette. İsraf, gösteriş, şaşaalı iftar sofraları, tıka basa yemek gibi yine festivallere özgü taşkınlıklarla tahakkuk etmez. Ramazan’ın manasını, maksadını, hikmetini idrak edebilmek için durup düşünmekle başlayan bir sürecin sonunda kazanılır.
Böyle yapılırsa, bizim oruç dediğimiz ibadete Kur’an-ı Kerim’de “sıyâm” denildiği, sıyâmın da sözlükte “bir işi yapmaktan kendini uzak tutmak” anlamı yanında, “durmak, durgunlaşmak” gibi anlamlarının olduğu fark edilebilir mesela. Yahut “kişinin dünya ile ilgisini en asgari seviyeye indirip sadece ibadetle meşgul olmak üzere caminin perdeyle ayrılmış bir köşesinde tek başına uzlete çekilmesi” diye tanımlayabileceğimiz itikaf sünnetinin neden özellikle Ramazan ayında ifa edildiği anlaşılabilir.
Düşünmek, tefekkür, idrak, durmayı gerektirir çünkü. Durmak “vakfe”dir. Durmayınca durulamaz, vakfe etmeyince bir hakikate vâkıf olamazsınız.
Mümin şahsiyetinin “Furkan”la tamiri
İttika, emir ve yasaklarına titizlikle uyarak Allah Teâlâ’ya karşı gelmekten, O’nun rızası hilafına davranmaktan kaçınmak olduğuna göre, o emir ve yasakların neler olduğunu bilmek zarureti vardır. Neyin iyi, güzel, doğru; neyin kötü, çirkin, yanlış olduğuna dair ayet ve hadislerle belirlenmiş ölçüler, nefs muhasebesinin de kriterleridir. Ramazan, aynı zamanda bu ölçüleri öğrenmenin yahut yeniden hatırlamanın mevsimidir.
Böyle bir öğrenme veya hatırlama için kaynak, Kur’an-ı Kerim ve Kur’an’ın pratiği olan Sünnet-i Seniyye’dir şüphesiz. Nitekim Bakara suresinin 185. ayetinde Ramazan ayında indirildiği beyan buyurulan Kur’an-ı Kerim, “hidayet rehberi” ve “furkan” diye nitelenir. Furkan, “hakla bâtılı, iman ile küfrü, doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü ayırıp belirleyen” demektir.
Bu sebeple, çokça duyduğumuz “Ramazan Kur’an ayıdır” sözü, “Kur’an-ı Kerim Ramazan ayında indirilmiştir” anlamı yanında, “Ramazan, özellikle Kur’an okunması, Kur’an’la hemhâl olunması gereken bir aydır” anlamını da taşır. “Mukabele” dediğimiz ve bu ay boyunca her gün bir cüz okuyan hafızları, dinleyenlerin ellerindeki Mushaf’tan takip etme usulüne dayalı, Ramazan’a mahsus hatim geleneği, kıraati düzeltmek kadar, vahye yeniden muhatap olup ilâhî ölçüleri daha bir kararlılıkla kuşanma gayretinin eseridir.
Kul, ancak böyle bir donanımla kendini hesaba çekebilir, arınmaya sevk edecek bir nefs muhasebesine girişebilir. Çünkü nefsin hileleri çoktur. Yönlendirdiği kötülük veya yanlışları meşru imiş gibi göstermekte mahirdir. Küçük günahları küçümseterek günah olduklarını unutturur; riya, kibir, hırs, haset gibi kalp hastalıklarını sağlık alâmeti gibi gösterir. Böylece ne kadar kirlendiğini fark edemeyen insan arınma ihtiyacı duymaz, samimi bir tevbeye yönelmez.
Kur’an ve Sünnet ölçüleriyle donanmak, olayları ve meseleleri doğru okumanın, bunları yanlış değerlendirmekten kaynaklanan hatalı tutum ve davranışları terk edebilmenin de imkânıdır. İttikanın, bedevî Müslümanlığının fevkinde, fazileti, güzel ahlâkı, her hususta edebe riayeti esas alarak güzel bir örneklikle Hakk’a ve hakikate şahitlik mükellefiyetimizi kapsadığını bilmektir.
Sözün kısası, istikametimizi düzelterek en azından yıl boyu muhafaza için mümin şahsiyetinin inşa yahut imarına tahsis edilmesi gereken bir imkân, bir fırsattır Ramazan.