Aramak

Yasin Taçar

SÛFÎ ve İHLÂS

İhlâs kelimesine bugün sözlüklerde yalın olarak “samimiyet” karşılığı verilse de tasavvuf dilinde “Allah’a karşı samimiyet” demektir. Sûfîlerin yaptığı en büyük dönüşüm, hayatın her anında merkeze Allah idrakini yerleştirmek olmuştur. Dervişin esas amacı kendisi ile Rabbi arasına perde olan benliğinden kurtulmaktır. Bu yüzden her hal ve durumda dikkatini Allah’a yöneltmeye çalışır. 

Sûfîlerin hedeflediği üzere, eğer yaşanılan her halin Allah Teâlâ’dan geldiği idraki yerleşirse, o zaman kul ya şükredecek ya da sabredecektir. Böylece olaylara ve durumlara karşı daha güçlü bir tavır sergileyecek ve aslında özgürleşecektir. 

Bugün özgürlük denildiğinde akla gelen serbestliktir. Bu da kişi ne yaparsa yapsın, herhangi bir yaptırıma tâbi tutulmamasının önünü açmaktadır. Oysa mümin için iyilik ya da kötülük namına her ne yaparsa bir gün hesabını vereceği gerçeği bulunmaktadır ve bu gerçek de onu ihlâs sahibi olmaya sevk etmektedir.

O’ndan gelen O’na ait

İhlâslı olma çabası velîlerin her an hassas olmasını, davranmasını sağlamıştır. Bu da sıradan insanlara şaşırtıcı gelebilecek sözlere, işlere sebep olmaktadır. Mesela Şâzeliye tarikatının şeyhlerinden Ahmed el-Alavî’ye bir gün bir müridi sorar: 

– Efendim, hiç sıra dışı haller yaşadınız mı? 

Şeyh cevap verir: 

– Allah ihsan etti, evet yaşadım. 

Bu cevap üzerine müridi bir talepte bulunur:

– Onları yazsanız, biz de hem istifade etsek hem de şevklensek. 

Ahmed el-Alavî bir müddet düşünür ve yazmamaya karar verir. Nedeni olarak şunu söyler: 

– Haller bana Allah’ın ihsanıydı. Onları yazarsam insanlar beni o hallerle tanırdı ve bu iki yüzlülük olurdu. Oysa nice günahım var ve onlar benim nefsimdendi. Hallerimi yazarsam aynı şekilde günahlarımı da yazmam gerekirdi ki dürüst davranmış olayım.

İşte burada ihlâsın muazzam bir örneğini görürüz. O bir şeyhti ve makamını gizlemezdi de. Divan’ında yer alan bir şiirinde “Bu devrin sâkisi benim” bile demiş, yine de hallerini yazmamıştı. Çünkü haller tamamen Allah’ın ihsanıydı, yazdığında onları sahiplenmiş sayılırdı. 

İhlâsla ilgili başka ilginç bir örneği büyük sûfîlerden Ebû Abdurrahman Muhammed Sülemî kuddise sırruhû aktarıyor: “Muhammed ibn Şâzan’ın şöyle dediğini duydum: ‘Çöle çıkarken karnım tok ise Allah’a tevekkül etmekten utanırım. Belki tokluğum bana bu hissi veriyor diye…’”

Tevekkül, ne olursa olsun Allah’a bağlanmaktır, kalbin mutmain olmasıdır. O nedenle de asıl zor durumlarda tevekkül sahibi olmak zordur. Tokken tevekkül etmeye utanmasının nedeni, o an aslında sınanmadığı gerçeğidir. Aç olsaydı, yiyecek bir şeyi olmasaydı belki hakiki manada tevekkül edemeyecek, rızıksız kalacağından korkacaktı. 

Anlatmaktan çok yaşamak

Sûfîler böyle inceliklerin en güzel örneklerini sergilemişlerdir. Onlar ihlâslı olmanın ne demek olduğunu yaşayarak göstermişlerdir. Hallerini görenler onlara gıpta etmiş, onlar gibi olmak istemişler, bu yüzden terbiyeleri altına girmişlerdir. Bu dahi sünnettir. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem vahiy gelmeden önce de yaşantısıyla örnek bir şahsiyetti, lakabı “Emin” idi. Doğru ve dürüstlüğü anlatmaktan çok kendi yaşantısında göstermişti. 

Tâbiîn neslinin önde gelen hadis ve tefsir âlimlerinden Süfyan ibn Uyeyne anlatır:

Fıkıh âlimi Ebu Hâzim’e “Ne servetin var?” diye soruldu. O da şu cevabı verdi: 

– Benim iki servetim var. Biri Allah’a güvenmek, diğeri de insanlardan bir şey beklememek.

Ebu Hâzim rahmetullahi aleyhin bahsettiği bu hal doğrudan sünnet-i seniyyedendir. 

Bir gün Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem “Bir güzel bir davranış var ki kim ona uyacağı sözünü verirse, ben de ona cennete girme sözü vereceğim” buyurur. Sevbân b. Bücdüd radıyallahu anhu “Ben veririm ey Allah’ın Resûlü” der. Efendimiz aleyhisselam ona “İnsanlardan bir şey isteme” tavsiyesinde bulunur. Ondan sonra Hz. Sevbân binek üzerindeyken kamçısı yere düşse bile inip kendisi almış, kimseden istememiştir. Hz. Aişe radıyallahu anhâ validemiz der ki: “Sevbân söz verdi ve sözünü tam tuttu.” 

Tevekkül ihlâsın şartlarındandır. Rızkın sahibi Allah’tır ve Allah kulu için bir şey dilediğinde ona kimse engel olamaz. O halde bunu bilen bir mümin kanaat eder, içini rahat tutar, kimseye bel bağlamaz. Kendisi için takdir edilen neyse hayırlısının o olduğunu bilir.

Hasan eş-Şâzelî kuddise sırruhû, “Tek bir kapıya boyun eğ ki bütün boyunlar sana eğilsin” demiştir. İşte bu da Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellemin tavrının ve tavsiyesinin hayata nasıl katılacağını gösterir.

Hasan-ı Basrî kuddise sırruhû da; “Allah’ın kendisi için seçtiğine güvenen kimsenin, artık Allah’ın seçtiğinden başka bir şey beklememesi gerekir. İnsanlar arasında himmet bakımından en kötü olan, Allah’ın taksim ettiği rızık hakkında olumsuz düşünendir” demiştir. Aynı şekilde Bayezid-i Bistâmî kuddise sırruhû da; “Bana, O’nun emrettiği gibi kulluk etmek düşer. O’na düşen de bana vaad ettiği gibi beni rızıklandırmaktır” demiştir.

İrfan ehli kimselerin ihlâsı ve kanaati öyle tamdır ki manevi makam dahi talep etmezler. Çünkü manevi makam da rızıktır ve Allah rızka kefildir. Onlar sadece kulluk ederler. Zaten ihlâslı olmanın şartı her an ve şartta sadece Allah Teâlâ’ya bağlı olmak, O’na kulluk etmek ve O’nun takdirine razı olmaktır.

Bu durumda olanların gözünde dünya küçülür ve değersizleşir. O dünyadadır ama dünyalı değildir. Sonunda da Eşrefoğlu Rumi’nin dediğini kalben yaşar:

“Rağbetim yok mâsivallaha benim
Bir beş on gün bunda mihman olmuşam.”

(Allah’dan gayrısına rağbetim yok benim
Dünyada beş on gün misafirim zaten.)  

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy