İbretler ‘Bostan’ı
Bostan’da yer alan hikâyeler sadece geçmişin değil, her çağda insanlığın ortak hikâyeleridir; bugünün insanına da hitap eder. Çünkü çağlar değişse de insanın zaafları ve erdemleri aynıdır. Şeyh Sadi’nin öğütleri, nefsin hırsına kapılmadan dünya nimetlerinin geçiciliğini kavrayarak insan onuruna yaraşır bir hayat sürmeyi tavsiye eder.
Tarih boyunca Doğu’nun hikmetli kalemleri, insan ruhunu aydınlatan eserler vücuda getirmiştir. Bu mümtaz simalardan Şeyh Sadi Şirazi, hikmet ve irfanı harmanlayarak eserlerine derin bir ruh kazandırmış büyük bir sûfî düşünür ve şairdir. 13. yüzyılda İran’ın Şiraz şehrinde dünyaya gelen Sadi, Bağdat’ta Nizamiye Medresesi’nde eğitim görmüş, İslâm dünyasını dolaşarak gözlemlerini hikmet dolu satırlara dökmüştür. Hayatının büyük bir kısmını seyahatle geçiren bu bilge şahsiyet, gerek İslâm ahlâkı gerekse insan psikolojisi üzerine derin analizler yaparak edebiyatın ve tasavvufun en nadide eserlerinden bazılarını kaleme almıştır.
Şirazlı Sadi’nin Bostanı
Sadi’nin en meşhur eserlerinden biri olan “Bostan”, insan tabiatına dair hikmetli öğütler içeren, ahlâkî erdemleri işleyen bir eserdir. Bostan’da adalet, cömertlik, tevazu ve dünya hayatının geçiciliği gibi konular işlenmiş, hikmet dolu kıssalar aracılığıyla okuyucuya dersler verilmiştir. Onun kaleminden dökülen satırlar yalın bir anlatı değil, ahlâkî birer rehberdir.
Bostan’ın her satırında dünyanın aldatıcılığı, adaletin yüceliği ve ahlâkî erdemlerin kıymeti dile gelir. Sadi, “Bir bahçeye diken eken gül bekleyemez” diyerek, kişinin yapıp ettiklerinin sonuçlarıyla yüzleşeceğine dair evrensel hakikati gözler önüne serer. İnsanın niyetleri ve amelleri, adeta bir toprak misali onun hayatında meyve verecek yahut onu çorak bırakacaktır.
Bir Kemiğin Söyledikleri
Sadi, ibret levhaları çizerken insanın dünyaya gelişini bir misafirlik olarak nitelendirir. Eserde, Dicle Nehri kıyısında bir kurukafanın dile gelişiyle anlatılan şu hikâye, dünya nimetlerine aldanan insanın akıbetini gösterir:
“Cenâb-ı Allah’a ve Resûlü’ne gönlünün kapılarını açmış, gönül sarayına onların mübarek ve aziz sevgilerini misafir etmiş; zikir, fikir, şükür ve tesbihatla dolaşan velî kullardan birisi Dicle Nehri’nin kıyılarında dolaşırken kulağına acayip sesler geldi. Önce pek bir şey anlayamadı. Yaklaşıp bakınca bir kurukafanın konuştuğunu gördü. Bir ara korku ile ürperdi, fakat Hakk’ın kudretine olan imanı onu dinlemeye sevk etti. Kurukafa şöyle diyordu:
– Ey dünyaya misafir gelmiş, gidici yolcu. Eğil de söyleyeceğim sözlerime kulak ver. Ben de bir zamanlar hükümdar idim. Gücüme kuvvetime diyecek yoktu. Herkes emrimde ve hizmetimdeydi. Başımda büyük, çok süslü bir taç ile geziyordum. Şansım ve talihim iyi gitti. Irak’ı zapt ettim. Doymak bilmeyen nefsim Kiram’ı da istedi. Ona çalışıyordum ki ecel geldi, beni alıp geldiğim yer olan kara toprağa geri döndürdü. Burada o düşünen beynimi, gören gözümü, duyan kulağımı bin bir çeşit kurtlar üşüşüp yedi.”
Bu satırlar fânilik gerçeğini gözler önüne sererken, fâni olanın bâki olana yönelmesi gerektiğini ihtar eder. Dünya saltanatının ne derece aldatıcı olduğu, eski hükümdarların hazin sonlarıyla sabittir. Tarihin gördüğü en büyük fatih olan İskender’in fethettiği toprakları geride bırakıp kefensiz gidişi yahut Firavun’un kibriyle Kızıldeniz’in sularına gömülüşü, fânilik bahsinde ibret levhaları olarak tarihe kazınmıştır. Sadi’nin kurukafa üzerinden verdiği mesaj, insanın sahip olduklarına değil, nasıl bir hayat yaşadığına odaklanması gerektiğini telkin eder.
Kanaatkârlık, İslâm ahlâkında temel erdemlerden biri olarak kabul edilir. Zira açgözlü bir insan ne kadar zengin olursa olsun huzura erişemez. Buna mukabil elindekine şükreden kimse, ruhunun sükûnetini ve kalbinin doygunluğunu muhafaza eder.
Hâtem-i Tâî ve Atı
Yine Sadi’nin Bostan’ında geçen bir kıssa şöyledir:
“Cenâb-ı Allah yeryüzünde her canlıyı bir gayeye matuf yaratmıştır. O canlı o gaye için gelir, hizmet eder ve görevi bitince gider.
Arap Yarımadası’nın meşhur simalarından ve Tayy Kabilesi’nden olan Hâtem de cömertlikte eşi benzeri olmayan Müslüman bir zâttı. Allah Teâlâ onu cennetiyle sevindirsin. Çünkü o hakikatte cennete layık ve Resûl-i Zîşan Efendimiz’e komşu olacak özellikleri haiz bir ehl-i İslâm’dı. O Allah için yaşar, konuşur, yedirir, içirir, barındırır ve giydirirdi.
Bu zâtın çok güzel bir atı vardı. Rüzgâr gibi koşan, simsiyah, olağanüstü güzel bir at. Deyim yerindeyse sabah rüzgârı ona yetişemezdi. Şaha kalkışını kelimeler tarif edemiyordu. Bu atı görenlerin aklı başından giderdi. Koşmasını ve kişnemesini seyretmeye gelenlerin haddi hesabı yoktu.
Devrin hükümdarlarına Hâtem-i Tâî ve atı şöyle anlatıldı: ‘Cömertlikte kendisini, süratte atını geçecek kimse yoktur!’
Bu büyük övgüyü duyup çok merak eden bir hükümdar yardımcısını çağırarak ona şöyle der:
– Şahitsiz iddia bozgunla biter. Biz bu meşhur zâttan o meşhur atını bir isteyelim. Eğer verirse dedikleri doğrudur ve cömertliği de adamlığı da anlatıldığı gibidir. Vermez ise şöhreti boş bir hikâyeden ibarettir.
Yola çıkarılan elçiler karanlık bir gecede Hâtem-i Tâî’nin kabilesine vardılar. Sanki o gece gök yarılmıştı, etrafta seller akıyor, şimşekler çakıyordu. Elçiler karşılandılar, ağırlandılar, rahat ettirildiler.
Misafir ağırlamada benzeri bulunmayan Hâtem-i Tâî bir at kestirdi, elçilere sofra kurarak yedirip içirdi. O geceyi orada geçirdiler. Sabah oldu, uyandılar ve görüştükleri Hâtem-i Tâî’ye gelişlerinin sebebini açıkladılar. Adamları dinleyen Hâtem üzüntüsünden inme geçirecek kadar rahatsızlandı ve onlara şöyle dedi:
– Gelir gelmez durumu bana niçin söylemediniz de sabahı beklediniz? İstediğiniz atı dün gece kestirip size ikram ettim. Yediğiniz et onundu.
Bu sözleri duyan elçiler ve başlarında bulunan bilge zât, başlarına gökten taş düşmüş gibi kendilerinden geçtiler. Bunu gören Hâtem-i Tâî onları rahatlatmak için şöyle konuştu:
– Malum, geldiğinizde hava çok bozuktu. Hayvanların otlatıldığı mera da uzaktaydı. Size sofra kurmak için o attan başka ikram edeceğim bir şey yoktu. Mecburen onu kestirdim. Siz kıymetli misafirlerimi ağırlamak benim için borçtur; sizi gece aç uyutamazdım. Bu bizim şerefimize yakışmazdı. Namı bütün devletlere ulaşmış bir ata sahip olmaktansa, cömert bir ada sahip olmak daha kıymetlidir.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz ve Ashâb-ı Güzin hariç, dünya Hâtem-i Tâî gibi bir zâtı az görmüştür. Hiçbir hükümdarın yetişemeyeceği bir şan, şöhret ve nama sahip oldu. Dünya durdukça adı dillerden düşmeyecek, hafızalardan silinmeyecektir. Ne mutlu ona, insana hizmet ve ikram aşkıyla ölüp gitmiştir. Cennet kapıları onların eliyle açılacaktır. Yardımda bulunduğu, ihsan ettiği insanların önüne yarın mahşerde yüzü ak, alnı açık çıkacaktır. Yaşadığı devirde herkes ondan razı olacaktır.”
Görüldüğü üzere Sadi’nin hikâyeleri sadece nasihat vermekle kalmaz, aynı zamanda zirve şahsiyetleri örnek göstererek bir ideal sunar. Hâtem-i Tâî’nin cömertliği onu yalnızca kendi çağında değil, asırlar boyunca hafızalarda yaşatan bir haslet olmuştur. Paha biçilmez atını gelen misafirlere ikram edecek kadar cömert olan bu zat, “Cömert bir ada sahip olmak, dillere destan bir ata sahip olmaktan evlâdır” diyerek, dünyalık malların insanlık onuru karşısında hiçbir kıymet taşımadığını öğretir.
Sadi, böyle örneklerle bize gerçek zenginliğin mal ve mülkte değil, insanî hasletlerde saklı olduğunu göstermektedir.
Her Çağa Sesleniş
Bostan’da yer alan hikâyeler sadece geçmişin değil, her çağda insanlığın ortak hikâyeleridir; bugünün insanına da hitap eder. Çünkü çağlar değişse de insanın zaafları ve erdemleri aynıdır. Şeyh Sadi’nin öğütleri, nefsin hırsına kapılmadan dünya nimetlerinin geçiciliğini kavrayarak insan onuruna yaraşır bir hayat sürmeyi tavsiye eder. Onun şu sözü, ihtiraslarının esaretinde kalanlara büyük hakikati sunar: “Yoksul birisi günde yiyecek bir öğünlük yemek bulsa, padişahtan daha rahat uyur.” Gerçek saadet sahip olduklarımızın çokluğunda değil, onlarla yetinmeyi bilmekte saklıdır.
Kanaatkârlık, İslâm ahlâkında temel erdemlerden biri olarak kabul edilir. Zira açgözlü bir insan ne kadar zengin olursa olsun huzura erişemez. Buna mukabil elindekine şükreden kimse, ruhunun sükûnetini ve kalbinin doygunluğunu muhafaza eder.
Hülasa, Bostan’ın hikmet bahçesinde dolaşırken, insan olmanın hakikatine dair derin dersler çıkarırız. Onun “Köpeğe sofra kurulmaz; onun hakkı kuru kemiktir” sözü, insanın asıl ihtiyacını tanıması ve kime, nasıl muamele edeceğini bilmesi gerektiğini öğretir. Bu irfan yolculuğunda, her bir kelime bir işaret, her hikâye bir istikamet olur.
Şeyh Sadi’nin Bostan’ı sadece eski zaman hikâyelerini anlatan bir kitap değil, insanın kemâl yolculuğunda rehber bir kitap olarak okunmalıdır.