I.
İnsan maddi dünyanın imkânları ile sınırlı bir varlıktır. Bu sınırlılık, bize maddi dünyamızı aşan kavramları anlamak için bir engeldir. Engelleri aşmak isteyen insan bilinci, soyut ile olan ilişkisini çağrışımlar üzerinden kurar. Bu çağrışımlar zamanla içselleşir ve gerçeklik algımızın bir parçası olur. Bilincimiz bu noktaya gelene kadar, maddi gerçekliklerin ötesindeki unsurları sadece duyumsar, tanımlayamaz. İnsan ve dolayısıyla toplumların yaşadığı çatışmaların kaynağı da bu tanımlayamama durumudur.
Mevlânâ hazretleri, Hint bilgeliğinin metaforlarından birini kullanarak söz konusu durumu karanlık bir odadaki fil örneği üzerinden özetler. Karanlık bir odada bulunan insanların gerçeklikle olan temasları ibretliktir. Bu cevaplar eski çağlardan bu yana insanlığın algılama biçimlerindeki çarpıklığın bir göstergesi olarak okunabilir.
“O karanlıkta fili görmek mümkün olmadığından herkes onu eliyle yokluyordu. Birinin eli filin hortumuna geldi de dedi; bunun şekli tıpkı bir boru gibi. Birinin eli de kulağına rastladı ve fil ona bir yelpaze gibi geldi. Bir başkası eliyle filin ayağını yoklayınca, bence, dedi, filin şekli sütun gibi. Bir başkası da elini filin sırtına sürüp dedi, bu fil tahtı andırıyor. Böylece herkes eriştiği bir yanıyla ya da birinden duyduğu kadar fili tanıyordu. Bakışları yüzünden söyledikleri farklıydı. Biri ‘dal’ derken, öteki ‘elif’ diyordu.”
Mesnevi, Mevlânâ Celaleddin Rûmî, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, Birinci Baskı, 2015, İstanbul
II.
İnsan imtihanla yoğrulan bir varlıktır. Ne var ki bu imtihanları çoğu zaman ve farkında olmadan bizzat kendisi davet eder. Karşılaştığı sıkıntılar karşısında afallaşır. Onları anlamlandırmakta zorlanır ve yaşadığı imtihanın ne olduğunu bütünüyle kavrayamaz. Çünkü insan aklı hayal ve vehimlerle kuşatılmıştır. Haliyle gerçeği tam olarak görme yetisinden mahrumdur. Bu yüzden de yaşanılan sıkıntıların kaynağını ve nasıl aşılacağını çözümlemesi pek güç hale gelir.
Ancak insan güçlükler karşısında çıkış yolu bulabilen de bir varlıktır. Hem kendi hayatında hem de ait olduğu toplumda meydana gelen krizleri bir şekilde aşma yeteneğine sahiptir. Bu yeteneğin başında ise farkındalık gelir. Bu bakımdan imtihanların varlık sebeplerinden birini de farkındalık kazandırmak olarak görebiliriz.
“Aradığımız, elde etmeye çalıştığımız şey zihin açıklığıdır. Eğer bizi ilgilendiren durumlar hakkında şartlarımızı kendimize ve başkalarına izah edebilecek bir zihin açıklığına sahip olsa idik hem hareket imkânlarımızın neler olduğu konusunda bir bilgiye kavuşacak, hem hangi yönde hareket edebileceğimizi anlayacak ve hem de elimizde ne gibi kozların bulunduğundan haberdar oluşumuz yüzünden gücümüzü tartabilecektik.”
İsmet Özel, Cuma Mektupları 1, Çıdam Yayınları, Birinci Baskı, Nisan 1989, İstanbul: Cağaloğlu.
ııı.
Her insanın manzarası durduğu yere göre şekillenir. Ne görüyorsa oradan görür, neyi kaçırıyorsa da o yerden kaçırır. Bazen bu manzarayı örten engeller çıkar karşısına; kimi zaman dış etkenlerden, kimi zamansa bizzat kendi eliyle ördüğü engellerdir bunlar. Fakat insan, çoğunlukla kendi eliyle örttüğü perdeleri görmek istemez. Görse bile kabullenmez, hatasına bir kılıf bulur. Bu yüzden de kusuru hep dışarıda arar, sorumluluğu başkalarına yükleyerek iç huzurunu korumaya çalışır.
Oysa en zorlu engel, insanın kendi engellerinin farkına varmasıdır. İnsanın dünyayla olan ilişkisi, ona dair yorumu ve algısı doğrudan kendi karakteriyle ilişkilidir. Çünkü hiçbir manzara onu seyredenden bağımsız değildir. Dolayısıyla kendi gerçeklik algımızın esiri oluruz çoğu zaman. Bunun basit bir çözümü vardır: Farklı manzaraların varlığından haberdar olmak.
“Hikmet eğer her şeyin hakikatini görecek bir gözse insanın hüviyeti dahi o gözler önüne konmuş bir gözlüktür: Eğer bu gözlüğün camı renkli olursa hakîm bütün dünyayı o renge boyanmış görerek ‘İşte dünya mavidir. Hem de masmavidir’ diye ne kadar haykırsa, gözündeki gözlüğü o renkte olmayan sair erbab-ı hikmet onu tekzibe müsaraat ederek reddolunduğundan dolayı eğer biçare hakîm kızacak olursa, bu halde hiddetine karşı cihan kahkahalarla güler.”
Ahmet Mithat Efendi, Schopenhauer’in Hikmet-i Cedidesi, Dergâh Yayınları, Birinci Baskı, Kasım 2016, İstanbul
IV.
İnsan, dünya malıyla kurduğu ilişkide temel ihtiyaçlarını karşılamakla kalmaz, yeteri kadarına sahip olsa da yetinmez. Gözünü daha fazlasına diker. İnsanın ihtiyaçları sınırlı olsa da istekleri sınır tanımaz. Bu da insanı çoğu zaman sonu gelmeyen bir arayışa sürükler. Bu arayış ise dünya sevgisiyle ilişkilidir.
Belki de hep biraz daha fazlasını istemek, eksikliğini hissettiği bir başka şeyi, daha derin bir boşluğu kapatma çabasıdır. Ama o boşluk neyle doldurulursa doldurulsun, yerinde durmaya devam eder. Çünkü insan ölümlüdür. Bir şeylere sahip olmak çoğu zaman kaybetme korkusunu bastırmanın bir yoludur. Ancak işin aslı öyle değildir ve insan her halükârda ölecektir. Hz. Ömer radıyallahu anh bu yüzden “zenginlik ve fakirlik, hangisine bindiğime önem vermediğim iki binektir” demiş olsa gerek.
“Değil mi ki hastayı tahta bir döşekte de yatırsan, altın bir döşekte de, hiçbir şey değişmez -onu nereye götürürsen götür, hastalığını da birlikte götürecektir- tıpkı öyle; hasta bir ruh, zenginlik ya da fakirlik içinde olsa da derdi hep onun ardından gidecektir.”
Seneca, Ahlak Mektupları, Jaguar Yayınları, Birinci Baskı, Mart 2018, İstanbul