Sebepler ve
Sonuçlar
Bir mümin için tevekkül “eklenti” bir durum değil; imanla doğrudan ilişkisi var. İnanan kişi, gerekli sebeplere başvurduğu halde beklentisinin zıddına bir sonuçla karşılaşmışsa kendisi için ilâhî takdirin böyle olduğunu, olanda bir hayır bulunduğunu düşünür. Asla ümitsizliğe düşmez.
Hayatımızı kuşatan, duygu ve düşünce dünyamızı inşa eden pek çok kavram var. Güzergâhımızı kaybettiğimizde belki elimizden tutacak bu kavramların ne anlama geldiğini artık pek çoğumuz bilmiyoruz. Hâkim kültür, algı ve anlayış birtakım kelimeler ve anlamlar sunuyor, biz de dayatılmış gibi sorgulamadan uygulamaya başlıyoruz.
Mesela hayatta kalabilmek, daha iyi yaşayabilmek, gözümüzün gördüğü ne varsa sahip olabilmek için sadece çalışmak gerektiğini düşünüyoruz. Üzülerek ifade edelim, bir aşamadan sonra çalışmanın tek başına yeterli olmadığını fark ettiğimizde insan onuruna aykırı hileli hurdalı yollara başvurabiliyoruz. Ya da bazı hayallerimizin başkaları tarafından bize sunulmasını, kendiliğinden gerçekleşmesini bekliyoruz.
Bütün bunlar sebep-sonuç ilişkisini doğru kuramamaktan ileri geliyor. Sonuç için sebepleri biricik yol olarak görmeye “ifrat”, sebepleri yok saymaya da “tefrit” deniliyor. Birbirinin zıddı iki uç. İki durum da içinde bulunduğumuz gerçekliği kavramada ciddi bir kusur.
Bu kusurun can yakıcı sonuçlarını ya yaşamızdır ya da görmüşüsüzdür. Bir tarafta onca çalışıp çabalamasına rağmen hayaline ulaşamayıp bunalımdan bunalıma savrulanlar, diğer yanda etrafındakilere de kendilerine de yük olarak yaşayan tufeyliler.
Tevekkül Ne Değildir?
Kavramlar demiştik ya, tam burada onlardan birini “tevekkül”ü hatırlamamız gerekiyor. Elbette hatırlamak yetmez; muhtevası nedir, hayata nasıl aktarılır, bilmemiz de gerekiyor.
Yaşadığımız bu sebep-sonuç âleminde üzerimize düşeni imkânlarımız ve donanımımız nispetinde yaptıktan sonra sonucu Âlemlerin Rabbi’ne bırakmaya tevekkül deniliyor. Yani sonuca odaklamamak, vazifeye, “ben ne yapabilirim”e odaklanmak.
Bir mümin için tevekkül “eklenti” bir durum değil; imanla doğrudan ilişkisi var. İnanan kişi, gerekli sebeplere başvurduğu halde beklentisinin zıddına bir sonuçla karşılaşmışsa kendisi için ilâhî takdirin böyle olduğunu, olanda bir hayır bulunduğunu düşünür. Asla ümitsizliğe düşmez.
Diğer taraftan tevekkül insanı özgürleştirir. Çünkü insanlara boyun bükmekten, güç karşısında eğilmekten alıkoyar. Tevekkül sahibi kişi bütün oluşların, sonuçların Âlemlerin Rabbi’nin yaratmasıyla gerçekleştiğini, nihayetinde bütün işlerin O’na döneceğini bilir. Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, yeğeni Abdullah ibn Abbas radıyallahu anh’a şöyle nasihat etmişti:
“Yavrucuğum! Bir şey isteyeceksen Allah’tan iste. Yardım dileyeceksen Allah’tan dile. Bütün insanlar toplanıp sana fayda temin etmeye çalışsalar ancak Allah’ın senin için takdir ettiği faydayı temin edebilirler. Bütün insanlar sana zarar vermeye kalksa, ancak Allah’ın senin hakkında takdir ettiği zararı verebilirler. Çünkü artık kaderi yazan kalem yazmaz olmuş, yazdığı yazılar değişmeyecek şekilde kesinleşmiştir.”
(Tirmizî, Kıyâmet 59)
Kuşlar Gibi
Kendi kişisel hayatımızda, yakın çevremizde ve küresel ölçekte kördüğüme dönen sorunlar karşısında bocalıyor, ne yapacağımızı bilemiyoruz. Bizi ilgilendirsin ilgilendirmesin, modern iletişim kanallarının burnumuza dayadığı sorunlar ve sorular psikolojimizi altüst ediyor, adeta bizi zehirliyor. Bazı hayatları görünce şairin dediği gibi “güneşe göç var da kalan biz miyiz” diye soruyoruz.
Kuşatıldığımız bu izdihamda ayakta kalabilmenin yolu da elbette kanaat. Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem asırlar öncesinden bugüne şöyle sesleniyor: “Eğer siz Allah’a gereği gibi güvenseydiniz, Allah sabahları kursakları boş olarak çıktıkları halde akşam dolu kursaklarla dönen kuşları doyurduğu gibi sizi de rızıklandırırdı.” (Tirmizî, Zühd 33)
Tevekkül etmenin nasıl bir şey olduğunu, Efendimiz kuşlar üzerinden son derece açık bir şekilde gözler önüne seriyor. Kuşlar sabah çıkıyor, akşama kadar rızıklarını arıyorlar. Bunu yaparken de hiç kimseye değil, sadece Âlemlerin Rabbi olan, bütün yarattıklarını istisnasız rızıklandıran Allah’a sığınıyorlar. Yani gayret ve güven aynı paydada buluşuyor.
Hadis-i şerifte altı çizilecek ve her an bakıp kendimizi sorguya çekmemize vesile olacak başka ifade daha var: “Allah’a gereği gibi güvenmek…” Yani üzerimize düşeni, yapabildiğimizi sonuna kadar yaptıktan sonra neticeyi Allah’a teslim etmek. Yollara düşmek ama hedefe varmayı Allah’a teslim etmek. Sınava kararlılıkla, tüm gücümüzle çalışmak ve sonrasını Allah’a teslim etmek. Orduları hazırlamak, silahları kuşanmak, düşmanı analiz etmek, doğru zamanı beklemek ve sonrasını Allah’a teslim etmek. Nihayetinde gerçekleşen her ne ise şikâyet etmemek, olanlara kızmamak ve sonra Allah’ın hükmüne rıza göstermek.
Sebepleri İlâhlaştırmadan
Merhum Ömer Lütfi Mete, İslâm dünyasının bu husustaki eksikliklerini dile getirdiği kitabında tevekkül bağlamında tevhidin şöyle olması gerektiğini söylüyor:
“Gayret ile tevekkülün birbirileriyle çeliştiği yönündeki doğal kuruntuyu yok eden bir tevhid... Bir yandan yılgınlığı kökten dışlayıcı bir gayret, diğer yandan Allah’ın yaratıcılık, bireyin yaratılmışlık sınırlarına karşı duyarlılığı bilince dönüştüren tevekkül... Bu ikisini mükemmel bir uyumla bütünleştirebilen, bir arada ve aynı anda yaşatabilen bir tevhid...”
Büyüklerin işaret buyurduğu gibi kendilerini sadece amellerinin kurtaracağı kimseler gibi amel ve sadece Allah’ın yazdığının başlarına geldiğini bilen insanlar gibi tevekkül etmeliyiz. Sebeplere sarılmalıyız. Ama onları müsebbip gibi görmeden, yani ilâhlaştırmadan… Allah’a gereği gibi güvenebilirsek en yüce emele ulaşır, en kâmil ameli işlemiş oluruz.