BAŞINDA
EDEP TÂCI
Edep, kulun beşeriyetinden âdemiyetine yükseldiğinin, adam olabildiğinin alametidir. İnsanı şerefli ve mükerrem kılan beşeriyeti değil âdemiyetidir. Bizim gibi yiyip içen, gezip dolaşan diğer canlılarla ortak yanımız olan beşeriyetimizin, yani cesedimizin, bedenimizin, fâni varlığımızın arzu ve isteklerini karşılamak dışında hiçbir derdimiz, hiçbir ulvî ölçü ve maksadımız yoksa, kendimizi hayvan derekesine mahkûm etmişiz demektir.
“Birine su verirken uzaktan veya yüksekten sunmayalar. Maşrapanın kulpunu kolayca tutabileceği şekilde su içecek kişinin sağ elinin olduğu tarafa çevireler. Muhatabın üzerine damlatmamak için maşrapayı iki eliyle alttan tutarak sunalar. Ve alan kimse sağ eliyle ala, bismillah deyip başlaya, bardağın dibini suratına tutmadan yavaş yavaş içe. Ağzını doldurup yutmaya, zira yürekte zahmet peyda olur. Su verenler boşalan bardağı aldıktan sonra sıhhat ve afiyet dileyeler ki su içen kişi nefes alıp cevap verebilsin.”
Amasyalı Alaaddin Çelebi isimli bir sıbyan mektebi muallimi 1453’te kaleme aldığı “Tâcu’l-Edeb” risalesinin “Su Verme ve Su İçme Âdâbı” bölümünde bugünün Türkçesi ile böyle diyor. Eserde, yolda yürüme adabından oturup kalkma, konuşma, yemek, selamlaşma, mescit adabına kadar gündelik hayatın pek çok edebi anlatılmakta.
Osmanlı’da küçük yaşlardaki çocuklar terbiye edilirken onlara nelerin öğretileceği, nasıl davranılacağı hususunda sıbyan mektebi hocalarıyla ebeveynler için yazılmış, “Ta’lîm-i Edeb”, “Tarîku’l-Edeb”, Tâcü’l Edeb”, “Vesîletü’l-Edeb” gibi isimler verilen böyle bir hayli kitap var. Bu tür eserlerin tamamında, edep kapsamındaki davranışların, kişiye düşünerek hareket etme, anlayış, incelik, doğru ve güzel olanı tercih, ayrıntı dikkati gibi melekeler kazandıracağı özellikle belirtilir ki Fatih’ler, Kanunî’ler, Sinan’lar, Bâki’ler, Itrîler, Karahisarî’ler böylece kazanılmış melekelerin hâsılasıdır.
Bugün “su verme âdâbı” gibi incelikleri, bu maksadı gözden kaçırdığımız için küçümsüyor yahut gereksiz, abartılı bir kibarlık zannıyla kolayca terk veya ihmâl ediyoruz. Halbuki sunduğu maşrapanın muhatabına göre uzaklığını, yüksekliğini, kulpunun hangi yöne getirileceğini hesap ettiren bir edep öğretme usulü, su vermenin de ötesinde, yetişme çağındaki çocuklara çok temel bir davranış tarzını; yaptığı her işte düşünme, ayrıntıya dikkat etme, incelikleri gözetme becerisini kazandırmayı hedeflemektedir. Mantığı, zekâyı ve duyuları en üst seviyede kullanmayı gerektiren bu beceri, nihayetinde insanı aziz tutma, muhataba saygı gösterme esasına bağlı olduğundan asla yanlış bir istikamette kullanılmayacaktır
Nitekim günümüzde kısmen devam eden, bir kıza görücü gitme geleneğindeki kahve seremonisinde asıl maksat kahve içmek değil, tâlip olunan kızın sunumundan onun dikkat ve inceliğine dair fikir sahibi olmak; edep tacını kuşanıp kuşanmadığını anlamaya çalışmaktır.
Utanan, hayâ eden insanın yüzü, kan basıncı arttığı için kızarır. Eğer utanılacak durumlarda kişinin yüzü kızarmıyorsa ya kanı çekilmiştir ya kalbi vazife yapmamaktadır. Her iki hal de ölüm belirtisidir. Bizim inancımızda iman taşımayan bir kalp, ölü bir kalptir. Böyle bir kalbin sahibi dünya hayatını cesediyle sürdürür sadece.
“Edep iledir Nizam-ı Âlem,
Edep iledir Kemâl-i Âdem"
Edep; tezahürü olduğu derûnî mazhariyet ve meziyetler sebebiyle toplum planında huzur ve ahenge, fert planında ise kemâlâta vesiledir. “Edep iledir nizâm-ı âlem / Edep iledir kemâl-i âdem” denilmiştir. Kudemânın “illâ edep, illâ edep” yahut “var edep öğren edep” ısrarı bundandır. Hz. Ali radıyallahu anh, “İnsanlar edebin ne kadar kıymetli ne kadar elzem olduğunu bilselerdi, Allah’tan rızık yerine edep isterlerdi” buyurmuştur.
Zira edep kapsamındaki güzel davranışlar düşünmenin, dikkat ve inceliğin, yaratılmışları Yaradan’dan ötürü sevip aziz bilmenin yanında; akledebilmenin, kalbin canlılığının, adam olunduğunun, mümin izzetinin ve bütün bunları mümkün kılan imanın alâmetidir. Yine Hz. Ali radıyallahu anh’ın ifade buyurduğu üzere, “Edep aklın suretidir.”
Böyle olduğu içindir ki hayâ dediğimiz utanma duygusu, çocuklarda akıl nurunun parlamaya başladığı çağlardan itibaren belirir. Hayat kelimesiyle aynı kökten türeyen hayâ ise gerçek anlamda diri olmanın, canlılığın göstergelerindendir. Utanan, hayâ eden insanın yüzü, kan basıncı arttığı için kızarır. Eğer utanılacak durumlarda kişinin yüzü kızarmıyorsa ya kanı çekilmiştir ya kalbi vazife yapmamaktadır. Her iki hal de ölüm belirtisidir. Bizim inancımızda iman taşımayan bir kalp, ölü bir kalptir. Böyle bir kalbin sahibi dünya hayatını cesediyle sürdürür sadece.
Nihayet edep, kulun beşeriyetinden âdemiyetine yükseldiğinin, adam olabildiğinin alametidir. İnsanı şerefli ve mükerrem kılan beşeriyeti değil âdemiyetidir. Bizim gibi yiyip içen, gezip dolaşan diğer canlılarla ortak yanımız olan beşeriyetimizin, yani cesedimizin, bedenimizin, fâni varlığımızın arzu ve isteklerini karşılamak dışında hiçbir derdimiz, hiçbir ulvî ölçü ve maksadımız yoksa, kendimizi hayvan derekesine mahkûm etmişiz demektir.
Ol sebepten Mevlânâ kuddise sırruhû hazretleri, “Âdem olmaz adı aslâ edebsiz insânın / Edebdir zîra farkı insân ile hayvânın” sözleriyle edepsiz insana âdem (adam) denemeyeceğini; âdemiyetini kaybetmiş insanların hayvanlardan bir farkının kalmayacağını anlatır.
Konuya su verme adabı gibi, ihmal edilse bile bundan ne çıkar denilebilecek bir edeple başlayıp, bu tür inceliklerin gözetilmemesini Hz. Mevlânâ’nın tespitine bağlamamız yadırganıp ağır bulunabilir. Elbette insanları hayvanlarla aynı seviyeye düşüren edepsizlikler, hayâsızlık gibi daha galiz çirkinliklerdir. Fakat unutulmamalıdır ki insan olmanın şerefiyle bağdaşmayan galiz edepsizliklere, küçük ve önemsiz görülen edeplerin ihmali yol açar.
“Edeptir Tac-ı Rabbanî, Her Başa komazlar Ânı''
Tevhid esaslı Rabbânî bir terbiyenin tezahürü olmakla, edep kapsamına giren tutum ve davranışların tamamı bir bütündür. Bir kısmının reddedilmesi, terk yahut ihmali diğerlerinin taklit veya rol davranışlar olduğuna delâlettir ki riya ihtimalini barındırır. Önemli önemsiz tefrikine girmeden her hususta edebi gözetmek mümin tavrının, dolayısıyla kâmil imanın, şer’-i şerife tâbi olmanın iktizasıdır. İlk tasavvuf klasiklerinden el-Lüma’da “Tevhid imanı, iman şeriatı, şeriat ise edebi gerektirir. Edebi olmayanın şeriatında, şeriatı olmayanın da iman ve tevhidinde noksanlık vardır” sözü nakledilir.
Hülasa-yı kelâm, edep müminin şiarıdır. Bu sebeple aslı Farsça bir beytin nazmen tercümesi olan “Edeb bir tâc imiş nûr-ı Hüdâ’dan / Giy ol tâcı emîn ol her belâdan” mısralarında, insanlar edep davetiyle aslında kâmil imana çağrılmakta; böylece iman ile edep arasındaki tefrik edilemez münasebete işaretle de edebin en kapsamlı, en doğru tarifi verilmektedir.
“Tac” şerefli bir mevkide bulunmaktan kinayedir. Mümine mahsus izzet ve üstünlüğü anlatır. Bu tac, yani izzet ve üstünlük, Cenâb-ı Allah’ın müminlere ikramı olduğu için “nûr-ı Hüdâ”dan bir bağıştır. Kul, imanını muhafaza ve o imanın mucibince amel eylemek suretiyle o tacı başında taşıdığı müddetçe her beladan emin olacaktır.
Beladan maksat da dünya mihnetleri değil, müminin vakar ve izzetine halel getirecek, onu küçük düşürecek davranışlardır. Nitekim edebin kabul görmüş en yaygın tariflerinden biri, “Edep, kendisine sahip olan kişiyi küçük düşürücü durumlardan koruyan meleke” şeklindedir.
Çünkü mümin iffetlidir. Akl-ı selim, kalb-i selim, zevk-i selim sahibidir. Özü sözü doğrudur. Öfkesini yutar, incinse de incitmez. Sabırlı, affedici, tatlı sözlü ve güler yüzlüdür. Bütün mahlûkata merhamet ve muhabbetle yaklaşır. İnsanı bayağılaştıran bir hayat tarzına teslim olmaz.
Lakin Sun’ullah Gaybî kuddise sırruhû hazretleri, “Edebdir tâc-ı Rabbânî / Komazlar her başa ânı” buyurmuştur. Yani edep mazhariyeti, o taca tâlip olup baştan sona edepten ibaret tasavvuf yolunda Rabbânî bir mürebbînin terbiyesine girmeyince kâmil manada ele geçmemektedir.