Aramak

Ayın Konusu

ÖYLE BİR YOL Kİ...

Her tarikatın kendine ait usulü, erkânı, âdâbı, zikri, fikri bulunmaktadır. Bu usullerin bir kısmı diğerleri ile müşterek iken, bazıları o tarikatı diğerlerinden ayırır. Bu bakımdan Nakşibendî tarikatı, ayırt edici birçok özelliği ile diğer tarikatlar arasında özel bir yere sahiptir.

Tasavvuf yolu, kökeni Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in mescidinde ikamet eden Ashâb-ı Suffa’ya kadar uzanan çok mübarek, çok kutlu bir yoldur. İslâm’ın bünyesindeki namaz, oruç, zikir gibi zâhirî ibadetlerin yerine getirilmesinin ötesinde, nefsi kötü ahlâktan, kalbi mâsivâdan temizlemeyi öğreten ve fenâfillah ve bekâbillah gibi yüce hedeflere ulaşmaya çalışılan bir fazilet yoludur. 

Merhum Necip Fazıl’ın da mürşidi olan Seyyid Abdülhakim Arvâsî hazretleri, “Tasavvuf şeriatın bâtınıdır” derken, dindeki bu manevi ve ruhânî tarafa işaret etmektedir.

Seyyid Muhammed Raşid ve Seyyid Abdülbaki hazretlerinin babaları ve mürşidleri olan Seyyid Abdülhakim Hüseynî hazretleri de, “Tasavvuf kalbin üzerinde gaflet cereyanının bulunmamasıdır” derken, kalbin Allah’la birlikte olmasına, mâsivâdan yüz çevirerek daimî huzur halinde bulunmaya dikkat çekmektedir. 

Tarikatlar ise tasavvuf içerisinde bu amaçlara ulaşılmasını sağlayan manevi arınma yolları veya okullarıdır. Tasavvufun kurumsallaşmış şekilleridir. Nakşibendî, Kâdirî, Rufâî, Halvetî, Mevlevî, Şâzelî gibi tarikatlar on iki büyük tarikatın önde gelenleridir. Bu büyük tarikatlardan da Uşşâkî, Gülşenî, Cerrâhî, Câhidî gibi alt kollar ve dallar neşet etmiştir. Bu yolların her biri sâlikleri Hakk’a ulaştıran müstakil yollardır. Her birinden çok büyük ârifler, velîler ve mürşidler yetişmiştir. Bunlar arasında bugün dünyada en fazla yayılan Nakşibendî tarikatının ayrı bir yeri vardır. 

Yûnus Emre hazretlerinin bir şiirinde ifade ettiği üzere Allah’a giden bu yolların, bu tarikatların her birinde usulünce önce şeriat kapısından girilir, sonra tarikat yolundan gidilir, daha sonra hakikate erişilir ve nihayetinde Allah’ın marifetine, muhabbetine ve rızasına ulaşılır. Bu yüzden büyük Yûnus; 

“Şerîat tarikat yoldur varana
Hakîkat marifet andan içeru” demiştir. 

Her tarikatın kendisine ait usulü, erkânı, âdâbı, zikri, fikri bulunmaktadır. Bu usullerin bir kısmı diğerleri ile müşterek iken, bazıları o tarikatı diğerlerinden ayıran özellikleri ifade etmektedir. 

Nakşibendî tarikatı bu anlamda diğer tarikatlar arasında özel bir anlam ifade etmektedir. Aşağıda geleceği üzere mesela hafî/gizli zikrin tercih edilmesi, belirli istisnalar dışında halvet ve uzletin olmaması, silsilenin Hz. Ebû Bekir radıyallahu anh’a dayanması, mürşidlerin ilim sahiplerinden seçilmesi gibi özellikler, Nakşibendiyye’yi diğer tarikatlardan ayıran ayırdedici özellikleridir. 

Şimdi bu ayırdedici özelliklerin önde gelenlerini sırasıyla söz konusu edelim.

Kitap ve Sünnet Temelli 

Öncelikle Nakşibendî tarikatının bütün yönleriyle Kur’an ve Sünnet temeline dayandığını söylemek gerekir. Nakşibendîler en küçük bir sünnetin ihyasını her türlü riyâzet ve mücâhededen üstün tutmuşlardır. İmâm Rabbânî hazretleri bu hususa özellikle vurguda bulunmuş ve tenzîhî bile olsa bir mekruhu terk etmenin zikir, tefekkür, murakabe ve teveccühten daha önemli olduğunu söylemiştir.

Bu yolun büyükleri Kitap ve Sünnet’e uymayı her şeyin üstünde tutmuşlardır. Bununla ilgili bir örnek vermek gerekirse; Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin mürşidi Nur Muhammed Bedevânî hazretleri bir defasında tuvalete girerken yanlışlıkla sağ ayağıyla girmiş, bunun üzerine manevi hallerinde bir bağlanma olmuştur. Yüce Allah’a çok tazarru ve niyaz edince halleri tekrar açılmıştır. 

Kitap ve Sünnet’e bu derece üstün bağlılık sebebiyledir ki; Şâh-ı Nakşibend hazretleri, “Kim bizim tarikatımızdan yüz çevirirse dini tehlikeye düşer” buyurmuştur. Aynı şekilde, bu dereceye nasıl ulaştığı sorulduğunda, “Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem’e tâbi olmakla” demiştir.

Yani diğer tarikatlarda bulunan ağır riyâzetler ve mücâhedelere karşılık bu tarikatta sünnetlere sıkı sıkıya bağlılık ile bid’at ve hurafelerden kaçınma vardır.

Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin yolunun Kitap ve Sünnet’e tam mutabık olduğu, devrindeki Buhara ulemâsı tarafından da kabul ve tasdik edilmiştir. Hz. Şâh irşada başladığında Türkistan’ın muhtelif şehirlerinde kendisine büyük rağbet olmuştu. 

Buhara’nın tanınmış âlimlerinden Hüsâmeddin Yusuf el-Buhârî’nin kendisine intisabı tarikat için bir dönüm noktası oldu. Hoca Yusuf’un ardından Buhara âlimleri ve talebeleri yoğun bir şekilde Hâce hazretlerinin sohbetine katılmaya başladılar. Buhara âlimleri bunun medreselerin boşalmasına yol açacağından korktular. Sonunda Şâh-ı Nakşibend hazretleri ve Buhara âlimleri bir mecliste buluştular. 

Şâh-ı Nakşibend hazretleri “Yolumuzu size anlatalım, eğer Şeriat’a ve Sünnet’e aykırı bir şey varsa söyleyin, ondan vaz geçelim” dedi. Âlimler Hazret’i dinleyince Kitap ve Sünnet’e aykırı bir şey göremediler. “Tarikiniz istikamet üzeredir, itirazımız yok” dediler. Yalnız bazıları Şâh’ın başındaki külahın şöhrete/ayrışmaya sebep olduğunu söylediler. Bunun üzerine Şâh hazretleri hemen başındaki külahı çıkarıp bir fakire verdi. 

Ehl-i Sünnet’e Bağlılık

Nakşibendî tarikatında her şeyden önce sâliklerin itikatlarını Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat esaslarına göre tashih etmeleri gerekmektedir. Bunun için de önce itikatta Eş’arî ve Mâturîdî mezheplerinden birine uymaları; amelde de Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerinden birine göre ibadetlerini ve muamelelerini yerine getirmeleri şarttır. Sülûk yapmak için bunlar olmazsa olmaz esaslardandır. Bu hususa bütün Nakşibendiyye Sâdâtı, özellikle de Mektûbat’ında İmam Rabbânî, el-Behcetü’s-Seniyye’de Muhammed b. Abdullah Hânî ve Edeble Varış Lütufla Dönüş’te Seyyid Abdülhakîm Hüseynî hazretleri dikkat çekmişlerdir.

Gerçekten de Nakşibendîlik tam anlamıyla Sünnî bir tarikattır. Ehl-i Beyt sevgisini zirvede tutmasının yanında Şiîlik ve Alevîlik şayialarından tamamen âzâde kalmasını bilmiştir. Bunda Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin tarikat silsilesinin Hz. Ebû Bekir radıyallahu anh kanalıyla Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e ulaşmasının büyük rolü vardır.

Sohbet/Yakınlık Yolu

Nakşibendîlik Kitap ve Sünnet temelli oluşuna bağlı olarak Ashâb-ı Kirâm’ın yolunu esas almıştır. Ashâbın yolu da öncelikle sohbet/yakınlık yoludur. Zira sahâbe ve sohbet aynı kökten gelmektedir ki arkadaş demektir. Yani insan arkadaşıyla sohbet etmekte veya tersinden ifadesiyle sohbet edebileceği kimse ile arkadaş olmaktadır.

Bu yüzden Şâh-ı Nakşibend hazretleri “Tarikatımız sohbet tarikatıdır” buyurmuştur. Hatta Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretleri sohbet ederken sofilerine, “Siz de sohbete katılın, soru sorun ki sohbetimiz vaazdan farklı olsun. Çünkü Sahâbe-i Kirâm da Hz. Peygamber aleyhisselâm’ın huzurunda böyle yaparlardı” diyerek bu hususa azami dikkat göstermiştir.

Burada Nakşibendî Sâdâtı’nın sohbet ile ilgili farklı bir ayırdedici özelliğinden bahsetmek faydalı olacaktır. O da sükût sohbetidir. Bazen Nakşibendî uluları meclislerinde tek bir kelam etmeden uzun müddet sükût halinde bulunmuşlardır ve bulunmaktadırlar. Bu duruma itiraz eden bazı kimselere de “Sükûtumuzdan feyz alamayan sohbetimizden de feyz alamaz” şeklinde cevap vermişlerdir.

Şüphesiz sükût anında da sessiz sohbet yapılmaktadır. Kalpten kalbe alışveriş olmakta, Nakşibendî Sâdâtı sâliklerin kalplerine ve bâtınlarına hitap etmektedirler. Gavs-ı Kasrevî hazretleri de kendisini kastederek, Şâh-ı Hazne’nin huzuruna gelenlerin kalplerine ve letâifine hitap ederek onlarla konuştuğunu, onları Hak ve hakikate sevkettiğini söylemiştir. İşte bu durum bir sükût sohbetidir.

Gizli Zikir

Nakşibendî tarikatının en belirgin özelliği hafî zikirdir. Yani zikrin sesli değil de kalpten ve gizli yapılmasıdır. Bu özellik adeta Nakşibendî tarikatı ile özdeşleşmiştir. Nakşibendî tarikatı denince hafî zikir akla gelmekte, hafî zikir denince de zihinlerde öncelikle Nakşibendî tarikatı belirmektedir. Çünkü bu tarikat diğer bütün tarikatlar arasında gizli zikri tercih eden neredeyse yegâne tarikattır.

Nakşibendî Sâdâtı arasında Şâh-ı Nakşibend hazretlerine gelinceye kadar tek başına yapılan zikirler sessiz, toplu yapılan zikirler ise sesli yapılırdı. Şâh-ı Nakşibend Efendimiz, Abdülhâlık Gücdüvânî hazretlerinin ruhaniyetinden aldığı emirle sesli zikir usulünü tamamen terk etti. Hatta o kadar ki Enîsu’t-Tâlibîn ve Uddetü’s-Sâlikîn adlı eserde bahsedildiğine göre Emir Külâl hazretlerinin müridleri sesli zikre başladığında Şâh hazretleri meclisi terk edip çıkarlardı. Bu hal müridlere ağır gelince onu Emir Külâl hazretlerine şikâyet etmişlerdi. Emir Külâl da “Oğlum Bahaeddin’i serbest bırakınız, o emrolunduğu şeyi yapıyor” demişti.

Açık zikir mi gizli zikir mi daha faziletlidir konusu ulemâ arasında tartışmalıdır. Mevlânâ Hâlid hazretlerinin Mektûbât’ını neşreden Es’ad Sâhib, Hz. Peygamber aleyhisselâm’ın, “Zikrin hayırlısı gizli olanı, rızkın hayırlısı da yeterli olanıdır” (İbn Hibban, Râmuzu’l-Ehâdis, nr. 3522) hadisinden hareketle gizli zikrin açık zikirden faziletli olduğunu söyler. 

“Hafaza meleklerinin duymadığı zikr-i hafî, duyduğu zikre 70 kat daha üstündür” (İbn Ebi’d-Dünyâ; Beyhakî, Şuâbu’l-Îmân; Râmûzu’l-Ehâdîs, nr. 6345) şeklindeki hadiste de gizli zikrin üstün olduğu belirtilmekle birlikte, meleklerin dahi buna muttali olamayıp kayda geçiremediği dile getirilmiştir. 

Seyyid Muhammed Raşid hazretleri de bu ve benzer hadislere dayanarak meleklerin Nakşibendî zikrini yazamadıklarını, bunların Allah’ın hazinesinde saklı kaldığını ve kıyamet gününde zikreden kişinin karşısına çıkacağını ifade eder.

Açık zikir yapan ulemânın da bu zikrin üstün olduğuna dair elbette delilleri bulunmaktadır. Aslında hangi zikrin üstün olduğu o kadar önemli de değildir. Önemli olan, açık veya gizli her hal ve durumda Allah’ı zikretmektir. Ancak açık zikri tercih edenlerin de işin sonunda Nakşibendîlerin başta yaptıkları gibi zikri kalbe indirdikleri unutulmamalıdır.

Nakşibendîlik tam anlamıyla Sünnî bir tarikattır. Ehl-i Beyt sevgisini zirvede tutmasının yanında Şiîlik ve Alevîlik şayialarından tamamen âzâde kalmasını bilmiştir. Bunda Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin tarikat silsilesinin Hz. Ebû Bekir radıyallahu anh kanalıyla Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e ulaşmasının büyük rolü vardır.

Hz. Sıddık’a Dayanan Bir Silsile

Nakşibendî tarikatı, diğer bütün tarikatların hilafına silsilesi Hz. Ebû Bekir radıyallahu anh vasıtasıyla Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e ulaşan bir tarikattır. Yukarıda zikrettiğimiz üzere bu husus bu tarikatın Şîa etkisinde kalmamasında ve Ehl-i Sünnet yolundan ayrılmamasında çok önemli bir etken olmuştur. Aynı zamanda Hz. Ebû Bekir radıyallahu anh’ın gizli zikir yolunu takip etmiştir.

Bununla birlikte Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin Hz. Ebû Bekir vasıtasıyla Hz. Peygamber aleyhisselâm’a ulaşan bir silsilesi olduğu gibi, Hz. Ali kerremellahu veche vasıtasıyla ulaşan bir silsilesi daha bulunmaktadır. Ancak Hz. Ebû Bekir radıyallahu anh’a ulaşan silsilesi daha ön plana çıkmıştır.

Mutlaka Hakk’a Ulaştırıcı 

Nakşibendî tarikatında tarikat adabına ve sülûk şartlarına uyulduktan sonra Hakk’a ulaşılır. Şâh-ı Nakşibend hazretleri, Enîsü’t-Tâlibîn adlı menâkıbnâmesinde geçtiği üzere “Allah’tan muhakkak kendisine ulaştıracak bir yol istediğini ve dileğinin kabul edildiğini” söylemiştir. Bu husus Reşâhat’ta Ubeydullah Ahrar hazretlerinden de nakledilmiştir. Aynı husus Şeyh Abdullah Dehlevî kuddise sırruhû’nun Dürrü’l-Meârif adlı eserinde şöyle geçmektedir:

“Bütün bunlar Hâce Bahâeddin hazretlerinin inayetleridir. Çünkü o secdeye kapanıp ‘Yâ Rabbî, bana öyle bir yol ver ki muhakkak sana kavuştursun’ diyerek dua ettiler ve Cenâb-ı Hakk’a ilticâ edip büyük bir gayret gösterdiler. Duaları kabul eden Hak Teâlâ dualarını kabul buyurdular ve ona, kendisine muhakkak kavuşturucu bir yol verdiler.” 

Dürrü’l-Meârif’in başka bir yerinde Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin bu duasına on iki gün devam ettiği ve sonunda duasının kabul edildiği belirtilir.

Neticede bütün tarikatlar kişiyi Hakk’a götüren yollardır. Nakşibendî tarikatı dışındaki tarikatlardan da büyük mürşidler, kutuplar, gavslar yetişmiştir. Dolayısıyla her şeyi yerli yerinde değerlendirmek gerekir. Ancak burada daha talebeliğim sırasında okuduğum bir kitaptan bir anekdot aktarmak istiyorum.

Söz konusu kitap İngiliz mühtedî Martin Lings’in, dilimize “Yirminci Yüzyılda Bir Velî” ismiyle tercüme edilmiş bir kitabıdır. Kitap aslında Lings’in doktora tezidir ve elinde Müslüman olduğu Şâzelî tarikatı şeyhi İsa Nureddin Ahmed el-Alevî’nin hayatı, eserleri ve tasavvufî görüşleri ile ilgilidir.

Kitabın başlangıcında Şeyh’in dışardan görünümünden söz ediliyor. Burada Cezayir’de Şeyh’i tedavi eden bir Fransız doktorun kaleme aldığı Şeyh ile ilgili hatıralar var. Doktor, Şeyh’i tedavi için geldiği bir gün müridlerden birinin yüksek sesle -muhtemelen cezbeyle- Allah diye bağırmasını işitir. Bu çığlığın ne olduğunu Şeyh’e sorduğunda aralarında şu konuşmalar geçer:

– O, tefekküründe Allah’tan kendisine yardımcı olmasını isteyen bir müriddir.

– Tefekkürünün amacının ne olduğunu sorabilir miyim?

– Allah’la kendini bulmak.

– Müridlerin hepsi bunda başarılı olur mu?

– Hayır, başarı oldukça nadirdir. Yalnızca birkaç kişi.

– Peki, başaramayanlar ne oluyor? Ümitsizliğe düşmüyorlar mı?

– Hayır. En azından iç huzuru elde edecek mertebeye ulaşırlar.

En Kısa Yol 

Nakşibendî tarikatında sülûk müddetinin diğer tarikatlardan daha kısa olduğunu söylemek gerekir. Şâh-ı Nakşibend hazretleri de “Bizim yolumuz yolların en yakınıdır” buyurmuştur. 

Bunun temel sebebi de aşağıda geleceği üzere bu tarikatta cezbenin yani manevi çekimin sülûktan önce olmasıdır. Diğer bir sebep de Nakşibendî Sâdâtı’nda sülûka “âlem-i halktan değil, âlem-i emirden başlanması”dır.

Şeyh Abdullah Dehlevî hazretleri bir sohbetlerinde yolun kolaylığı ve kısalığı ile ilgili şöyle buyurmuştur: 

“Önceki tarikatlarda riyâzet ve mücâhede vardı. Hocaların hocası, pirlerin piri, dertli gönüllerin merhemi Hâca Bahâeddin Nakşibend hazretleri sünnet üzere amel etmeyi buyurmuşlar ve bu yolu kolay hale getirdiler. Nitekim ayet-i kerimede de şöyle buyurulmuştur: ‘Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez.’ (Bakara 185) Hâce hazretleri meşakkatli riyâzeti menetmişler ve bizim gibi gayreti az kimseler için büyük ihsanda bulunmuşlardır. Bu tarik-i aliyyede büyük mürşidlerin teveccühlerinden sıkıntı çekmeden feyz alınır. Sâlik her makamdan bir nasip bulur. Sübhânallah, Hâce-i Hâcegân’ın hali ne kadar yücedir ki onu anlatmaya dilin gücü yetmez.” 

Nakşibendî tarikatında Hakk’a ulaşmak için on bir kandil bulunmaktadır. Bunlardan sekiz tanesini Abdülhâlık Gücdüvânî hazretleri; “vukûf-i kalbî”, vukûf-i adedî” ve “vukûf-ı zamânî” şeklindeki üç tanesini de Şâh-ı Nakşibend hazretleri ilave etmiştir.

Şeyh Abdullah Dehlevî hazretleri bu on bir esasa tam olarak uyulamasa bile “vukûf-i kalbî” ve “nigâhdaşt” denilen iki esasa uyulmasının dahi Hakk’a en kısa zamanda ulaşmak için yeterli olduğunu söyler. Devamlı huzur vukûf-i kalbî ile, kalpte mâsivânın kalmaması da nigâhdaşt iledir.

Vukûf-i kalbînin bir mübtedîler (yolun başındakiler) için, bir de müntehîler (sondakiler) için olmak üzere iki anlamı vardır. Mübtedîler için anlamı, bütün duygularıyla hayvanî kalbin içerisinde bir manevi cevher olan insânî kalbe teveccüh etmesidir. Müntehîler için anlamı ise kalbin Allah’tan gafil olmamasıdır. Hatta İmam Rabbânî hazretleri, bu yolda kalbi zikirden etkilenmeyen sâliklere vukuf-i kalbî ile emrettiklerini, böylelikle kalbin mutlaka tesir altında kalarak zikirden etkilendiğini söylemiştir.

Nigâhdaşt ise kalbi vesveseden ve havâtırdan (gereksiz düşüncelerden) korumaktan ibarettir. Öyle ki vesvese ve havâtırı kovarak, bunu da yapamazsa önem vermeyerek kalpten akıp gitmesini sağlamaya çalışmalıdır. Nakşibendî meşâyihi, bunların suyun üzerindeki çer çöp gibi olduğunu, üzerinde durulmazsa kalbe zararı olmadığını söylemişlerdir.

Osman Bedreddin hazretleri de Nakşibendî tarikatında iki hususa riayet etmenin sâlikleri Hakk’a ulaştırmak için yeterli olduğu kanaatindedir. Bunlar da “zikr-i muttasıl” ve “daimî huzur” halidir ki bunların da Abdullah Dehlevî hazretlerinin söylediği iki hususa karşılık geldiğini söylemek mümkündür.

Zikr-i muttasıl daima zikir halinde bulunmaktır. Bunun da mübtedîler ve müntehîler için olmak üzere iki anlamı vardır. Mübtedîler için anlamı sofinin her gün aksatmadan zikrini yapmasıdır. Müntehîler için anlamı ise kalbin ve letâifin ve hatta vücuttaki bütün hücrelerin zikre geçerek aralıksız ve iradesiz Allah’ı zikretmesidir. Daimî huzur da kalpte bulunan bu itminan halinin muhafaza edilmesidir. Abdülhakîm Arvâsi hazretlerinin önemle üzerinde durduğu “hıfz-ı nisbet”in (nisbetin, feyzin korunmasının) da bu esasla alâkası vardır.

İşte söz konusu ettiğimiz bütün bu durumlar Nakşibendî tarikatının en kısa ve en kolay yol olmasını sağlamaktadır. Bu yolda esas olan Sünnet’e uyulması ve bid’atlardan sakınılmasıdır. 

Cezbe Sülûktan Önce 

Nakşibendîlikte diğer tarikatların aksine cezbe sülûktan öncedir. Cezbe, “ruhun Allah tarafından çekilmesi” olarak tarif edilmiştir. 

Behcetü’s-Seniyye’de yazdığı üzere tasavvufta sâlikler iki kısma ayrılır: Biri “sâlik-i meczûb”, diğeri “meczûb-i sâlik”tir. Sâlik-i meczûbun sülûku cezbesinden öncedir. Sâlik-i meczûbun yolu eserden müessire doğru gitmektir. Eser âlem, müessir ise Allah’tır. Yani sofi önce Allah’ın yarattığı eserleri müşahede eder, sonra bu eserlerden bir yol bularak Allah’ın sıfatlarını ispata yönelir. Sıfatların ispatı ile de Zat’ın ispatına yönelir. Çünkü sıfatların varlığı Zat’ın varlığına bağlıdır. 

Meczûb-i sâlik bunun tam tersidir. Meczûb-i sâlikin cezbesi sülûkundan öncedir. Meczûb-i sâlikin yolu müessirden esere doğru gitmektir. Sâlik her şeyden önce istidat ve kabiliyetine göre Allah Teâlâ’yı müşahede eder, sonra sıfatları müşahede eder. Peşinden ilâhî isimlerle bağlantı kurar. Daha sonra da eserleri ve yaratılmışları müşahede eder.

İşte Nakşibendî sofilerinin hali meczûb-i sâlikin halidir. Sofi önce Hak Teâlâ’yı müşahede eder. Allah zikri ile kendisinde ilâhî cezbe meydana gelir. Böylece yolu kısaltmış olur.

Bunun misali şunun gibidir: Sâlik-i meczûb, yani cezbesiz gidenin ve cezbesi sülûktan sonra olanın hali yürüyerek gidenin haline benzer. Yavaş ilerler, ancak emin adımlarla yürür. Meczûb-ı sâlik, yani cezbe ile giden ve cezbesi sülûktan önce olanın hali ise koşarak gidenin haline benzer. Koşarak gittiği için çok hızlı ilerler, ancak nefes nefese kalması ve ayağının takılması ihtimali vardır.

Nakşibendîlikte cezbe sülûktan önce olduğu için Nakşibendî sâliklerinin hemen hepsi ilâhî cezbe sahibidir. Bazı sofilerin cezbeli oldukları halde üzerlerinde cezbe olduğunu bilmedikleri de olur. Cezbenin üç yüz altmış çeşidi olduğu söylenmektedir. İnsanlar cezbe denilince hemen bağırıp çağırmayı, bayılmayı ayılmayı anlamaktadır. Hâlbuki asıl cezbe içten yanmaktır. Cezbenin en iyisi ağlamaktır. Ayrıntılar tasavvuf kitaplarında anlatılmıştır. Ancak cezbe sahibi olmak için sülûk ehli olmak ve verilen tarikat zikirlerini, hizmetlerini yerine getirmek gereklidir. Çünkü virdi olmayanın vâridâtı olmaz. Vâridâtı olmayanın da cezbesi olmaz.

İşte Nakşibendîlik bu anlamda bir cezbe tarikatıdır. O kadar ki Nakşibendî Sâdâtı cezbesiz sofinin görünüşte Nakşibendî olduğu kanaatindedirler. Bir sofinin ne zaman üzerinde cezbe hali zuhur ederse, o zaman kendisini hakiki anlamda Nakşibendî saymışlardır. 

Sülûkun Âlem-i Emir’den Başlaması 

Nakşibendîlikte sülûk, âlem-i halktan değil âlem-i emirden başlamaktadır. Bu meselenin anlaşılması için kısaca bu kavramların üzerinde durmak gereklidir. 

Nakşibendî büyükleri insanın on şeyden mürekkep olduğunu söyler. Bunun beşi âlem-i halktan; yani üzerinde yaşadığımız görünür âlemdendir. Bunlar “dört unsur” denilen su, toprak, hava, ateş ve nefs-i nâtıkadır. Bunların her birinden yaratılan bir eksiklik vardır. Sülûkla bu eksiklikler gidip yerine kemâl sıfatları gelir. 

İnsanı oluşturan diğer beş şey de âlem-i emirden, yani mânevî, rûhânî âlemdendir. Bunlar da kalp, ruh, sır, hafî ve ahfâ’dır. Bunların da her biri için yaratılan bir kemâlât vardır. Ancak nefsin baskısıyla bu kemâlât örtülmüş ve gizlenmiştir. Sülûkla nefsin baskısı ortadan kalkınca bu kemâlât ortaya çıkar. Bütün bunların da ayrıntısı tasavvuf kitaplarında mevcuttur. 

İşte açık zikir yapan ve nefsi terbiye yoluyla giden tarikatlar sırasıyla nefsin mertebelerinden geçerek nefsi terbiye üzerinde durmuşlardır. İşte bu yolda cezbe sülûktan sonradır ve sülûkları âlem-i halkta yani şu görünen âlemde cereyan eder.

Gizli zikir yapan ve nefsi terbiye yerine kalbi tahliye, ruhu tasfiye yoluyla giden Nakşibendî tarikatı ise letâifleri terbiye ederek onların âlem-i emirdeki asıl makamlarına gitmelerini hedefler. Nefsle uğraşmazlar ve doğrudan onun terbiye edilmesi yoluna gitmezler. Bunun yerine letâif denilen ve vücuttaki manevi donanımı oluşturan kalp, ruh, sır, hafî ve ahfâ üzerinde zikrederek onları çalıştırırlar ve âlem-i emirdeki, yani görünmeyen mânevî alemdeki asıl makamlarına ulaşmalarını sağlarlar. 

İşte Nakşibendîlik’te sülûk denilen manevi yolculuk bu şekilde devam eder. Bunun sonucunda letâifler asıl makamlarına ulaşınca başsız kalan nefs de onlarla beraber mânevî âleme yükselir. Nefsin yaradılışı her şeye tahakküm etme ve baş olma arzusu olduğu için yine latîfelere baş olmaya çalışır. Ancak asıl makamlarına yükselen latîfeler artık terbiye olmuşlardır. Bundan dolayı nefsin sözünü dinlemezler, ona itaat etmezler. Nefs de hükmetmeyi sürdürebilmek için mecburen kötü sıfatlarını terkeder ve onlara uyar. Bu şekilde riyâzet ve mücâhede olmaksızın kendiliğinden terbiye olur. Yukarıda da belirttiğimiz üzere Nakşibendî tarikatının en kısa yol olmasının bir sebebi budur. Sonrasında yapılan nefy ü isbat zikriyle de su, toprak, hava ve ateşten ibaret unsurların terbiyesi gerçekleşir ki ayrıntısı yine tasavvuf kitaplarında yazılıdır.

Osmanlı’da devlet adamları arasında en fazla rağbet gören tarikatın Halvetîlik olmasına karşın, ulemâ arasında Nakşibendîlik daha fazla itibar görmüştür. Halvetîlik’te semâ ve devrân zikri bulunması sebebiyle medrese çevrelerinde etkili olamamıştır.

Mürşid ve Halifeleri Âlim

Nakşibendî tarikatında bazı istisnalar dışında mürşidlik görevi âlimlere verilmiş ve hilâfet verilmesi için âlim olma şartı getirilmiştir. Bilindiği üzere merhum Yarbay Mehmet Ildırar, halifelik verilecek makamda olmasına rağmen zâhirî ilmi olmadığı için kendisine hilâfet verilmemiştir. 

Gerçekten de Şâh-ı Nakşibend hazretlerinden günümüze kadar nerede bir Nakşibendî tekkesi varsa hemen yanında bir medrese, bir ilim yuvası da beraber bulunmuştur. Bu durum özellikle İmâm Rabbânî ve Mevlânâ Hâlid hazretleri dönemlerinde zirveye çıkmıştır ve bugün de aynı şekilde devam etmektedir. Gavs-ı Sânî hazretlerinden itibaren tekrar zirve noktasını yakalamıştır.

Bu husus Nakşibendî tarikatının bozulmadan geniş kitlelere yayılmasının ve dünya üzerinde en yaygın tarikat olmasının da önde gelen sebeplerindendir.

Ulemâ Tarikatı 

Nakşibendî tarikatının ilme ve âlimlere bu kadar kıymet vermesinden dolayı, Osmanlı memleketlerine girmesinden sonra ulemâ arasında en fazla rağbet görülen tarikat olmuştur. Bu yönüyle kendisine “Ulemâ Tarikatı” denilmiştir.

Osmanlı’da devlet adamları arasında en fazla rağbet gören tarikatın Halvetîlik olmasına karşın, ulemâ arasında Nakşibendîlik daha fazla itibar görmüştür. Halvetîlik’te semâ ve devrân zikri bulunması sebebiyle medrese çevrelerinde etkili olamamıştır.

Nakşibendîlik ulemâyı medresedeki görevlerinden uzaklaştırmaksızın tasavvufî terbiyeden geçirmeyi başarmıştır. Çünkü ulemâ, medresedeki görevleriyle tekke vazifelerini birlikte yürütebilme imkânı bulmuştur. Ayrıca Nakşîlik’teki “halvet der ercümen” (topluluk içinde yalnızlık) prensibi ve zikrin gizli olması sonucu ulemâ her mahfilde tarikat görevlerini yerine getirme imkânı bulmuştur. Nakşibendîlik’te semâ ve devrân gibi kimi çevrelerce tartışmalı olan unsurlar bulunmamaktadır. Bütün bunlar ulemânın bu tarikata meyletmesinin önemli sebeplerini oluşturmuştur.

Bu konuda bir örnek vermek gerekirse, Nakşibendîliği gerçek anlamda Osmanlı topraklarına getiren Simav’lı Molla Abdullah İlâhî hazretlerinin İstanbul’daki halifesi Emir Buhârî’nin müridlerinin çoğu müderris ve kadılardan, yani ulemâ sınıfından oluşmaktaydı. Bu müderris ve kadılardan bazısı dergâhlarında mürid yetiştirirken, bir kısmı da kitap yazma ve talebe okutmakla meşgul olmuştur. Böylelikle Nakşibendîliğin başta ilim çevrelerinde olmak üzere geniş kitleler arasında teveccüh görmesine vesile olmuşlardır.

Bid’at ve Hurafelerden Sâlim Kalan Yol 

Nakşibendîlik, Kitap ve Sünnet temelli olması, ilme ve âlimlere çok fazla değer vermesi ve mürşidlerini âlimlerden seçmesi dolayısıyla bid’at ve hurafelerden âzâde kalabilmiştir. Bu anlamda bid’at ve hurafelerden uzak duran en öndeki tarikattır. Bu husus o kadar önemlidir ki neredeyse bütün Nakşibendî büyükleri bunun üzerinde durmuşlardır ve ulemâ da bunu tasdik etmiştir.

Bu duruma Allâme Ahmed b. Hacer el-Heytemî hazretleri de dikkat çekmiş ve Fetâva’l-Hadîsiyye adlı eserinin sonunda şöyle demiştir: “Cahil sofilerin tarikat esaslarına karıştırdıkları bir takım bulanık fikirlerinden sadece Nakşibendî tarikatı sâlim ve temiz kalmıştır.”

Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretleri Minah adlı eserinde tarikatta halifelerin bid’atlardan uzak kaldıkça insanlara faydalı olacaklarını, bid’at işleyince kendilerine Sâdât’ın manevi yardımının kesileceğini ve kendi nefsleriyle baş başa kalacaklarını söylemiştir. Ona göre Nakşibendî tarikatının diğer tarikatlara üstünlüğü bid’atlardan uzak kalmasına dayanır. Yine ona göre günümüzde bazı tarikatların silsilelerinin devam etmeyişi bid’atlara düşmelerinden ileri gelir.

Sıbgatullah Arvâsî hazretleri; “Zamanımızda diğer tarikatların insanlara faydalı olamamalarının sebebinin şeyhlerinin kemâle erememiş olmalarından mı, yoksa bu tarikatlara bulaşmış bid’atlardan mı ileri geliyor?” sorusuna şu cevabı vermiştir:

“Sebep, bu tarikatlara bulaşmış bid’atlardır. Zaten zaman bid’atlar zamanıdır. Bu yüzden bu zamanda ancak bid’atlardan uzak kalabilmiş ve doğru yoldan sapmamış bir tarikat insanlara faydalı olabilir ve yayılabilir.”

Yine o, bid’at ve hurafelerin bu kadar yayıldığı bir zamandaki tarikat yolcusunun, önceki zamanlarda büyük gayretler harcanarak ulaşılamayan derecelere ulaşabileceğini belirtmiştir. 

Korku Değil, Muhabbet Üzerine Kurulu

Nakşibendî tarikatının amacı sâlikleri Allah’ın muhabbetine, rızasına ve marifetine kavuşturmaktır. Bu yolda Allah sevgisi (muhabbetullah) Allah korkusundan (mehâfetullah) önce gelmektedir ve tarikatın temeli Allah sevgisi ve muhabbeti üzerine kuruludur.

Bu hususa Şeyh Fethullah Verkânisî hazretleri Âdâb-ı Fethullah isimli ve küçük hacimli abidevî eserinin hemen başında temas etmiş ve “Nakşibendî tarikatında maksadın, amelde ihlâsı kazanmak için Zâtî muhabbetin elde edilmesi olduğunu” söylemiştir. 

İmâm Rabbânî hazretlerinin de ifade ettiği üzere bu yol sevgi ve muhabbet üzerine kuruludur. Nakşibendî nisbeti yansıma ve mürşidin rengine boyanma şeklindedir. Bu da mürşide duyulan muhabbetle olur. Mürşidin muhabbeti de Allah’ın muhabbetine götüren bir vasıtadır.

Bu tarikatta müridleri Yüce Allah’ın Zât-ı Şerîfi’ne yöneltmek için muhabbetullah o kadar önde tutulmuştur ki, tarikat adabı içerisinde bulunan ölüm râbıtasından bile maksadın kişiyi Allah korkusuna sevk etmek olmadığı belirtilmiştir. Tam tersine, ölüm râbıtasının dahi sebebi müride dünyanın fâni, Allah’ın ve âhiretin bâki olduğunu idrak ettirip, kişiyi ümide ve Allah sevgisine yöneltmektir.

Halvet ve Uzlet Bulunmaması 

Nakşibendî tarikatında bazı istisnalar dışında diğer tarikatlarda bulunan halvet ve uzlet uygulaması yoktur. Yani halkı terk edip tek başına bir köşeye çekilme uygulaması bulunmamaktadır. Şâh-ı Nakşibend hazretlerine tarikatın temelinin ne olduğu sorulduğunda “halvet der encümen” cevabını vermiştir. Yani müridin zâhirde halk ile, bâtında Hak ile olmasıdır. Halvet der encümen aynı zamanda Nakşibendî tarikatındaki on bir esastan biridir.

Nakşibendî klasikleri içerisinde bu esası en iyi açıklayan kaynaklardan birisi Behcetü’s-Seniyye’dir. Adı geçen kaynakta zâhirde halk ile, bâtında Hak ile olmayı gerektiren halvet der encümen prensibinin dört ayrı manasından söz edilmiştir. 

Bu manalardan biri, bu prensibin murâkabe manasında olduğudur.

Bir diğeri, müridin halkla beraber olduğu halde insanların onun kalben yaptığı zikre vâkıf olamamalarıdır. Zaten Nakşîlik’te zikrin gizli olması bunu sağlamaktadır.

Diğer bir anlamı, müridin kalbinin zikir yapması ve zikrin kalbini kuşatması sebebiyle çarşı pazar gibi kalabalık yerlerde dahi insanların sesini duyamayacak hale gelmesidir.

Bir diğer anlamı da, müridin halkla birlikte iken ve onlarla herhangi bir muamelede bulunurken intisâbının zarar görmemesi ve bu muamelenin kalbindeki zikre engel olmaması, kalbinin zikre devam etmesidir.

Bilindiği üzere halvet, zâhirî ve bâtınî olmak üzere iki kısımdır. Zâhirî halvet kişinin fizikî olarak halktan uzaklaşması ve yalnız başına zikir ve ibadetle meşgul olmasıdır. Bâtınî halvet ise, sâlik görünüşte halkla birlikteyken, bâtında kalben Hak’la beraber olmasıdır. 

İşte bu şekildeki bir halvet uygulaması Nakşibendî tarikatına ait bir özelliktir. Nitekim Şâh-ı Nakşibend hazretleri bu konuda şöyle buyurmuştur:

“Bizim yolumuz sohbet yoludur. Halvette şöhret, şöhrette ise âfet vardır. Hayır ve bereket cemiyette, bir araya gelmektedir.”

Nakşibendî sofileri bu çeşit halvet uygulamasını gerçekleştirmekle Hz. Peygamber aleyhisselâm’ın şu hadisine uymuş olmaktadırlar:

“İnsanlar arasına karışan ve sıkıntılarına katlanan mümin, insanların içine karışmayan ve sıkıntılarına katlanmayan müminden daha hayırlıdır.”

Hatta halkın eziyetlerine katlanmayıp onlarda kusur görenleri en büyük kusurlu kabul etmişlerdir.

Son Başa Yerleştirilmiş

Nakşibendî tarikatının diğer tarikatlardan ayırdedici bir özelliği de nihâyetin bidâyete dercedilmesi, yani sonun başa yerleştirilmesidir. Hatta Şâh-ı Nakşibend hazretleri bu noktada kendisini kastederek, “Bayezid’in nihâyeti Bahâeddin’in bidâyeti olmazsa marifet kokusu ona haram olsun!” demiştir.

Bu hususla ilgili Nakşibendî Sâdâtı, yollarının daire gibi olduğunu, sonun başta dürüldüğünü, diğer yolların ise uzayıp giden bir yol gibi olduğunu, sonunun başından görünmediğini söylemişlerdir.

Böyle olunca bu yolun sonu başında, başı da sonunda mündemiç olmaktadır. Bu suretle diğer tarikatların sonu bu yolun başlangıcı olmaktadır. Yani diğer tarikatlarda en son elde edilecek şey bu yolda ilk başta verilmektedir. Zira bu yolda Allah’ın zâtına bağlı sevginin cezbesi vardır. 

Ancak bu durum, “diğer yollarda gidenlerin sonda ulaştıkları kemâlât ve manevi makamlar ilk başta elde edilir” anlamında da değildir. Onların makam olarak yaşadıkları durumlar bu yoldakilere hal olarak ilk başta verilmektedir. Nitekim birçok Nakşibendî sofisi tarikatta belli bir müddet geçirdikten sonra ilk anda buldukları manevi hazzı daha sonra bulamadıklarını söylemiştir. Sebebi işte budur. Bunun ayrıntısı aşağıda Miftâhu’l-Kulûb’dan yapacağımız açıklamalarda görülecektir.

Dürrü’l-Meârif’te Abdullah Dehlevî hazretleri, sonun başa dercedilmesinin birçok manaya geldiğini, ancak kendisinin tercih ettiği mananın şu olduğunu söylemiştir:

“Gönülde huzur ve toplanma (cem hali) hâsıl olup haller, cezbeler ve vâridat gelince nihâyetin bidâyete yerleştirilmesidir. İşte bu hal, yüksek Nakşibendîyye yolunda başlangıçta hâsıl olur.

Nihâyetin bidâyete yerleştirilmesi sözünün manası, sâlikin kalbine hiçbir mâsivâ düşüncesi gelmemesi veya az gelmesi, Allah Teâlâ’ya teveccühün hâsıl olması ve cem halinin ele geçmesi olup, bu yüksek yolda mübtedîlerin nasibidir. Ama bu huzur ve cem’iyyet diğer yollarda sonda ele geçer. O halde bu yüksek yolun bidâyeti, diğer yolların nihâyetine yerleştirilmiştir. 

Başka yolların büyükleri sabır, tevekkül ve diğerlerinden oluşan on makamın husûlünden sonra huzur ve âgâhlığa müteveccih olurlar. Bu büyük Nakşibendî tâifesi ise işin temelini başlangıçta huzur ve cem’iyyet ile atmışlardır.”

Bu tarikatta müridleri Yüce Allah’ın Zât-ı Şerîfi’ne yöneltmek için muhabbetullah o kadar önde tutulmuştur ki, tarikat adabı içerisinde bulunan ölüm râbıtasından bile maksadın kişiyi Allah korkusuna sevk etmek olmadığı belirtilmiştir. Tam tersine, ölüm râbıtasının dahi sebebi müride dünyanın fâni, Allah’ın ve âhiretin bâki olduğunu idrak ettirip, kişiyi ümide ve Allah sevgisine yöneltmektir.

Sonun Başta Olmasının Anlamı

Mehmed Nuri Şemseddin en-Nakşibendî hazretleri Miftâhu’l-Kulûb adlı eserinde bu sözü açıklayan müstakil bir bahis açmıştır. Orada anlattığı üzere bu sözün manası, ruhânî yoldan giden, yani nefsi terbiye etmekle uğraşmayıp, kalbi ve ruhu arındıran tarikat sâliklerinin başlangıç hallerinde nefs-i mardiyyeye ulaşarak, diğer nefsânî yoldan giden yani nefsi terbiye etmekle başlayanların son mertebede buldukları kemâlâtı ve makâmâtı buluvermeleri değildir. 

Çünkü ruhânî yoldan gidenler sâliki ruh yolundan götürdüklerinden nefse bakmazlar ve rûh-i sultânı temizlemeye çalışırlar. Nefsânî yoldan gidenler ise başlangıçta sâlikin nefsi yani rûh-i hayvânîsi rûh-i sultânîye baskın olduğundan, sâliki bu durumdan kurtarıp rûh-i hayvânînin idaresini rûh-i sultânînin eline vermek için önce nefsi terbiye ederler. 

Mesela; sâlikin şehvet tarafı baskınsa zikir ve fikrin yanında ağır riyâzet ile emrederler. Eğer kötü düşüncelerin etkisi altındaysa erbaîn emrederler. Bu şekilde nefsin bütün mertebelerinden geçirip nefs-i mardiyyeye ulaştırırlar. Nefs-i sâfiye ise tamamen Allah vergisidir. Böylece sâlikte nefsâniyyet ve hayvâniyyet sıfatları tamamen ortadan kalkar ve rûhâniyyet ve insâniyyet sıfatları yerleşir. Nefsleri terbiye olduğundan artık onların düşmelerinden korkulmaz. Ancak bu yol emin olmakla beraber uzun zamana muhtaçtır. Müridlerin çoğunun ömrü vefa etmeyip yolda kalmışlardır. 

Bu yüzden ruhânî yolun büyükleri önce nefsi terbiye etmekle uğraşmayıp, direk rûh-i sultânîye yönelmişlerdir. Rûhânî yoldan gidenler emmâre, levvâme, mülhime, mutmainne, râdiyye, mardiyye ve sâfiye şeklindeki nefsin yedi sıfatına karşılık kalp, ruh, sır, hafî, ahfâ, nefs-i nâtıka ve letâif-i kül şeklindeki yedi letâifle giderler. Allah’ın zikri ve mürşidin teveccühü ile rûh-i sultânînin rûh-i hayvânîye galebe çalarak vücud ülkesine hâkim olmasına çalışırlar. Böylelikle sâlikin nefsi levvâmede iken, sırasıyla ona mülhime, mutmainne, râdiyye ve mardiyye sıfatlarının hallerini yaşatırlar. Böylece rûh-i hayvânî, rûh-i sultânînin bütün emirlerine uymak zorunda kalır. 

İşte bundan dolayı diğer tarikatların sonu Nakşibendî tarikatının başıdır, denilmiştir. Yoksa ruhânî yoldan giden bir sâlikin, sülûkunun başlangıcında nefsânî yoldan gidenlerin sonu gibi nefs-i mardiyye ile sıfatlanması imkânsızdır. 

Ancak nefsi rûh-i sultânî ile terbiye ettiklerinden, rûh-i sultânînin rûh-i hayvânîye üstün gelmesiyle, her letâiften zikrin eserleri zuhur ettikçe onun karşıtı olan sıfatın halini kabul ederek kendisi sıfat-ı levvâmede iken mardiyye ile sıfatlanır ve o sıfatın hali sâlikte zuhur eder. Bu, sülûkun başlarında böyledir. Sülûkunun sonlarında da artık levvâmede iken hal olarak yaşanılan hususlar mardiyyede makam olarak yerleşir. Diğer tarikatların sonu Nakşibendî tarikatının başıdır, sözünün anlamı budur. 

Demek ki Nakşibendî tarikatında sülük dâiresel olduğu için sülûkun sonunda makam ve kemâlât olarak yaşanan durumlar, bu tarikatta sülûkun başında “hal olarak” yaşanır. Sülûkun başında hal olarak yaşananlar da sonunda makam ve kemâlât haline gelir. Bu durumuyla son ilk başa yerleştirilmiştir. Son baştadır, baş sondadır. Ancak baştaki haldir, sondaki makamdır. Hal gelip geçicidir, makam devamlıdır. 

KAYNAKLAR

Abdullah Dehlevî, Makamat-ı Mazhariyye; İmam Rabbânî, Rabbânî Nasihatler; İsmail Çetin, Edeble Varış Lütufla Dönüş; Martin Lings, Yirminci Yüzyılda Bir Veli; Mehmed Nûrî Şemseddîn en-Nakşibendî, Miftâhu’l-Kulûb; Mevlânâ Hâlid Bağdâdî, Mektubat-ı Mevlânâ Halid; Muhammed b. Abdullah Hânî, Behcetü’s-Seniyye; Necdet Tosun, Hoca Bahâeddin Nakşibend; Osman Bedreddin, Gülzâr-ı Sâminî; Raûf Ahmed Müceddidî, Dürrü’l-Maârif; Reşat Öngören, Osmanlılarda Tasavvuf; Salahaddin b. Mübarek, Enîsü’t-Tâlibîn ve Uddetü’s-Sâlikîn; Seyyid Sıbgatullah Arvâsî, Minah; Şeyh Fethullah Verkânisî, Âdâb-ı Fethullah. 

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy