Âlimlerin
İkaz Vazifesi
Âlim de mürşid de şeriatın hükümlerini ve tasavvuf adabının inceliklerini sıradan insanlardan çok daha kapsamlı olarak bilirler. Fakat şeriat ahkâmı da tarikat adabı da kişilerden daha önemli ve önceliklidir. Şer’î bir hükme veya temel bir adaba aykırı hareket kabul edilemez. Gerektiğinde bu konularda ikaz âlimlerin vazifesidir.
İlmin ve âlimlerin önemi
Allah Teâlâ, insanların arasından seçtiği peygamberlerini vahyi ile en üstün ilim sahipleri kılmış ve insanları uyarıp sırat-ı müstakimi göstermekle vazifelendirmiştir. İmam Gazzâlî rahmetullahi aleyh İhya’sında peygamberlerin gönderilmesinin en önemli sebebinin bu görev olduğunu söyler. Peygamberler hayatta iken bu görevlerini en mükemmel şekilde yerine getirmişler ve de irşadlarının devamı için geriye ilimlerini bırakmışlardır.
İslâm’da insanlara doğru yolu göstermek vazifesi, emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yani iyiliği emredip kötülükten sakındırma ilkesi haline gelmiştir. “İçinizden hayra çağıran, marufu emreden ve münkeri nehyeden bir topluluk bulunsun” (Âl-i İmrân 104) ayet-i kerimesi bu vazifeyi âlimlere yüklemektedir. Yani iyiliği emredip kötülükten sakındırma işi farz-ı kifâye olup, öncelikle âlimlerin görevidir.
Bu görevlerini yerine getirmeyen âlimler ise şu ayette Yahudilere hitaben kınanmaktadır: “Bari din adamları ve âlimleri onları yalan söylemekten ve haram yemekten alıkoysalardı. Bu yaptıkları ne kötüdür!” (Mâide 63)
Aslında el veya dil ile, bunlarla olmuyorsa kalben buğz edip tavır koyarak, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak her müminin görevidir. Fakat bu konuda öncelik âlimlerindir. Her âlim, ilmi seviyesine göre yanlışlardan alıkoyma ve doğru olanı gösterme hususunda öncelikle sorumludur. İster dinî isterse dünyevî konularda olsun, bilgili kişiler topluma uzmanlık sahalarında yol göstermelidirler. Özellikle dinî sahada ilim sahiplerinin sorumlulukları diğerler bilginlere göre daha fazladır.
İyiliği emredip kötülükten sakındırmak için hak ve bâtılın neler olduğunun bilinmesi gerekir. Bunun için de Kur’an-ı Kerim, Sünnet-i Seniyye ve bu iki esasa dair âlimlerimizin açıklamaları ile bize gelen şer’î ilimleri tahsil etmek mecburidir. Hz. Nebi sallallahu aleyhi ve sellemin şu hadislerinde miras olarak işaret ettiği ilim işte bu ilimdir: “Peygamberler miras olarak ne altın ne de gümüş bırakmışlardır. Onların bıraktıkları miras sadece ilimdir. Her kim o ilmi alırsa (o mirastan) büyük bir pay almış olur.” (Tirmizî, İlim 19; Buhârî, İlim 10) “Alimler peygamberlerin vârisleridir.” (Buhârî, İlim 10; Ebû Dâvud, İlim 1; İbn Mâce, Mukaddime 17)
Âlimlerin peygamberlere vâris olması hem söz konusu ilme sahip olmayı, hem de peygamberlerin tebliğ ve irşad vazifelerini yerine getirmeyi kapsar.
Büyük bir fıkıh ve hadis âlimi olan İmam Nevevî rahmetullahi aleyh, ilim sahibi yani âlim olmanın farz-ı kifâye olduğunu, hatta toplum açısından bakıldığında bu farz-ı kifâyenin farz-ı ayndan bile daha önce geldiğini söyler. Çünkü ilmi ile hizmet eden âlim ümmeti zorluktan kurtarmaktadır (Kitâbü’l-İlm, 72) Böylece sadece kendisini kurtarmakla kalmayıp, ümmetin de kurtuluşuna vesile olmaktadır.
İşte bu nebevî mirasa sahip âlimler neyin hak, neyin bâtıl olduğu hususunda önceki âlimlerin ilimlerine vâkıf olurlar. Dahası, bu bilgilere dayanarak Müslümanların karşılaştıkları yeni meselelerin değerlendirmesini de yaparlar. İyiliğe sevk, kötülükten sakındırmak ancak bu şekilde doğru yapılabilir. Böylece İslâm Dini her asırda yaşamaya ve yaşanmaya devam eder.
Bu kadar önemli bir vazifenin elbette kolay olması beklenemez. İlim tahsilinin zorluğu bir yana, âlimlerin dikkat etmeleri gereken birçok husus vardır. Bunlardan bazılarının üzerinde duracağız.
İlmi gizlememek
Kişi âlim olsun veya olmasın, doğruyu söylemek hususunda yalnızca Allah’tan korkmalı, edep ve usulüne göre doğru ve yanlışı söylemelidir. Âlim hakkı tebliğ ederken insanlardan korku ve utanma duygusuna yenilmemelidir. Çünkü ilmi gizlemenin vebali ağırdır.
Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de ilâhî hakikatleri kullardan gizleyenlere lanet ettiğini şöyle haber vermektedir: “İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti biz kitapta insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder hem de bütün lânet edebilenler lânet eder.” (Bakara, 2/159-160)
En çok hadis rivayet eden sahabi olan Hz. Ebû Hüreyre radıyallahu anhu, bu ayetteki tehdidin muhatabı olmamak için bu kadar hadisi rivayet ettiğini söylemiştir. Hz. Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem ise ilmi gizleyenin âhiretteki cezasını şöyle tarif etmiştir: “Kim insanların dinî işlerinde Allah’ın faydalı kıldığı bir ilmi gizlerse, Allah kıyamet gününde onu ateşten bir gem ile gemler.” (İbn-i Mâce, 265)
Şu hâlde âlim kişi, insanların bilmesi gereken bilgileri uygun ortamda uygun şekilde onlara öğretmelidir. “Âlim, Allah Teâlâ’nın yeryüzündeki güvenilir kişisidir” (İbn Adilber, Câmiu Beyâni’l-İlm 201) hadis-i şerifi, âlimin güvenilir olması gerektiğine işaret etmektedir. Hadis-i şeriflerde insanlardan çekinmenin kişiyi hakkı söylemekten alıkoymaması gerektiği, böyle yapanlara Allah Teâlâ’nın kıyamet günü “Tek korkulması gereken ben değil mi idim?” diye hesap soracağı haber verilir. (İbn Receb el-Hanbelî, Hadislerle İlim ve Hikmet, 2, 476, 478)
İnsanlara seviyelerine göre hitap etmek
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, insanların seviyelerini gözeterek muamele edilmesini emretmiş, “İnsanlara (anlama) seviyesine göre davranın” buyurmuştur. (Ebû Davud, Edeb 20) Aksi tutum yanlış anlaşılmalara ve fitnelere sebebiyet verecektir. Ayrıca insanlar anlamadıklarını inkâra yönelirler. Usulüne uygun ve güzel bir şekilde yapılmayan tebliğ yarardan çok zarar getirir. Herkese her şeyi öğretmek zorunda olmadığımız gibi her doğruyu da her yerde söylememeliyiz.
Ayrıca kişi kendisinin anlamadığı bir konuyu başkalarına anlatmaya kalkışmamalıdır. Üstad Bedîüzzaman’ın ifadesi ile “hakiki âlim yediğini hazmederek yavrusuna süt veren koyun gibi olmalıdır. Yediğini kursağında tutup yavrusuna kusmuk veren kuş gibi olmamalıdır.”
Duygulara göre değil ilimle hüküm vermek
Âlimlerin dikkat etmesi gereken bir husus da hislerine göre değil, ilimlerine göre hareket etmeleridir. Âlim, aynı şekilde kendisine danışıldığında gönlüne hoş gelene göre değil, delilli bir şekilde şer’î hükümlere göre cevap vermelidir.
İnsanlar âlimin gönlüne değil, ilmine itibar etmektedirler. Zaten şer’î hükümlerin karşısında gönüle göre hareket edilmez. Mesela ibadetlerdeki ruhsatların kişinin gönlüne hoş gelip gelmemesine itibar edilmez. Öyleyse âlim, kendisine danışıldığında gönlüne hoş gelene göre değil, şer’î delillere göre cevap vermelidir. Zaten şer’î bir ruhsata göre davranmak gerekli ise başka yola da gidilmez. Mesela abdest alırken yaranın yıkanması iyileşmesini geciktirecekse mesh edilir; “yıkamak takvadır” denilemez.
Hatadan dönebilmek
Âlim bir konuda hata yaptığını anlarsa hatasından dönebilmelidir. Aksi halde yanlışı insanlara zarar vermeye devam edecektir. Müçtehid imamlarımız dahi gerektiğinde önceki içtihadlarından dönmüşler, yeni bilgiler ve durumlar karşısında yeni içtihadlar yapmışlardır.
Hatada ısrar etmemek ve doğruya dönmek hususunda Hz. Ömer’in halife iken Basra kadılığına tayin ettiği Ebû Musâ Eş’âri’ye -radıyallahu anhum- yazdığı mektupta geçen şu veciz ifadeleri bu hususta gayet yol göstericidir:
“Dün bir konuda verdiğin bir hüküm hakkında bugün doğrusunu anlayıp görüşün değişirse, önceki hatalı kararın seni doğruya dönmekten alıkoymasın. Çünkü doğrunun önceliği vardır ve onu hiçbir şey iptal edemez. Hakka dönmek bâtılda ısrar etmekten hayırlıdır.”
Bu tavsiyeler yargılama hukuku ile ilgili yapılmış olsa da dinî veya dünyevî hüküm verilen her konuda geçerli genel ilkeleri barındırmaktadır. Aslında hatasını kabul edip düzelten kişi, hiç hata yaptığı görülmemiş kişiden daha güvenilirdir. Çünkü en azından hata yaptığını itiraf edebilmiştir. Hiç hata yaptığı görülmemiş kimse ise bazı hatalarını saklıyor olabilir.
Allah’ın emrini, Resûlü’nün sünnetini
her şeyden üstün tutmak
Âlim, şer‘i şerifin ahkâmını hiç kimse sebebiyle ihmal veya terk etmemelidir. Hz. Ebubekir efendimiz ve Hz. Fatıma validemiz radıyallahu anhümâ arasında geçen şu olay, şer‘i şerifin ve Sünnet-i Seniyye’nin kimsenin hatırına terk edilmeyeceğine dair ibretlik bir misaldir.
Fedek arazisi, Yahudilerden anlaşma karşılığı alındığı için “fey” hükmünde idi. Fey, savaş yapılmadan elde edilen ganimettir ve devlet başkanı Kur’an-ı Kerim’de belirtilen yerlere istediği gibi dağıtma yetkisine sahiptir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de bu araziyi devlet başkanı olarak idare ediyordu. Bu sebeple Fedek arazisinden elde edilen geliri ilgili ayet (Haşr 7) gereğince beş hisseye bölüp kendisine, ehl-i beytine, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara harcıyordu.
Hz. Nebi sallallahu aleyhi vesellemin vefatından sonra, Hz. Fâtıma radıyallahu anhâ validemiz, halife Hz. Ebubekir radıyallahu anhu efendimizden, bu hurmalıktan hisselerine düşen kısmı miras olarak istedi. Hz. Ebubekir ise “Biz peygamberler miras bırakmayız, bizim geride bıraktığımız sadakadır, ehl-i beytim ihtiyacı kadar yararlanabilir. Ben öldükten sonra bunlar benden sonraki yöneticinin yetkisindedir” hadisini gerekçe göstererek “Resûlullah’ın emrini yerine getirmezsem sapıtırım” dedi ve bu talebini kabul etmedi. (Buhârî, Ferâiz 3, 14, Humus, 1; Müslim, Cihâd 54)
Hz. Ebubekir radıyallahu anhu, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemi en çok seven ve ona en sâdık olan sahabisi idi. Doğal olarak da O’nun ehl-i beytine karşı çok muhabbeti ve hürmeti vardı. Ancak o, Allah’ın şeriatına ve Hz. Peygamber’in sünnetine uymanın ehl-i beytinin isteklerini yerine getirmekten daha önce geldiğini biliyordu. Bunun için kendisine darılması pahasına da olsa Hz. Fâtıma’nın isteğini geri çevirdi.
Hz. Ebubekir, bu olayda adeta Allah’ın Resûlü ve kendisinin de en sevdiği kişinin sözü yani sünneti ile yine onun evladı arasında tercih ile imtihan olunmuştu. Fakat o sünnete tâbi olmayı seçerek bize de örnek oldu. Onun Fedek arazisi hakkındaki bu tavrı daha sonra gelen İslâm hukukçuları tarafından da delil kabul edilmiştir.
Öte yandan ehl-i beyte muhabbeti ifrat derecesine ulaştıran Şia ise sünnî çizgiden çıkarak pek çok rivayeti bulunan bu hadis-i şerifi uydurma saymışlar ve Hz. Ebubekir’i haksızlık yapmakla itham etmişlerdir.
Âlimin hatasının gemi kaptanının hatası gibi olduğu ve şayet düzeltilmezse herkesi tehlikeye sokacağı benzetmesi de gelecek zararın büyüklüğünü anlatmak için yapılmıştır.
Âlim hata ederse
Buraya kadar anlatılanlar âlimlerin hata eden halka karşı takınması gereken tavra işaret etmektedir. Hata yapmayan sadece Allah Teâlâ’dır. İnsanların en üstünleri olan peygamberler bile hata yapmıştır.
Peki, ya bir âlim hata ederse ne olacaktır? Âlimin hatası hem kendisi hem de toplum için çok daha çetin bir hâldir. Çünkü âlimin seviyesinde olmayanların onun hatasını anlamaları, anlasalar bile bu hatasını ona anlatabilmeleri zordur. Âlimin hatasının gemi kaptanının hatası gibi olduğu ve şayet düzeltilmezse herkesi tehlikeye sokacağı benzetmesi de gelecek zararın büyüklüğünü anlatmak için yapılmıştır. Âlimler için söylenen; “Ey beldelerin tuzu olan âlimler! Eğer tuz da bozulursa onu kim düzeltir?” sözü de âlimlerin hatasının düzeltilmemesi halinde toplumun ıslahının mümkün olmayacağını anlatır. Evet; âlim de hata yapabilir ama avamdan farklı olarak hatasından dönebileceği de göz ardı edilemez.
Yanlış yaptığından şüphelenilen âlimi ikaz, öncelikle etrafındaki diğer âlimlerin görevidir. Âlim, kendisinden üstün de olsa yanlış yapanı uyarmalıdır. Bu konuda Peygamberimiz’den, ashabından ve diğer İslâm âlimlerinden pek çok örnek nakledilmiştir. Bunlardan dikkat çekici olan birkaçını aktaralım.
Ashâb-ı Kirâm, Hz. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemi dinî ve dünyevî konularda uyarmıştı. Mesela Hz. Ömer radıyallahu anhu, Medineli münafıkların başı olan Abdullah b. Übey’in cenaze namazını kıldırması için çağırılan Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemi, bu münafığın namazını kılmaması için ikaz etmişti. Yine de Hz. Rasûlullah cenaze namazını kıldı. Bunun üzerine Tevbe suresi 84. ayet-i kerimesi indirildi ve Allah Teâlâ, Hz. Resûlullah’a münafıkların cenaze namazını kılmamasını emretti. Bu olayda Hz. Ömer, kendisinden ilim ve faziletçe kıyas edilemeyecek kadar üstün olan Hz. Nebî sallallahu aleyhi vesellemi ikaz etmiş ve haklı çıkmıştır.
Yine Hz. Ömer radıyallahu anhu, “en sevdiği kişinin kendisine kusurlarını söyleyen kişi olduğunu” söylemiştir. Ona göre insanın yanında, hata yaptığında onu uyaracak kişiler olması bir nimettir. Nitekim o, hilâfete geçtiğinde yanındaki sahabilere; “Eğer doğrudan, adaletten ayrılırsam ne yaparsınız?” diye sorduğunda; “Seni şu eğri kılıçlarımızla doğrulturuz!” cevabını alınca sevinmiş ve şükretmiştir.
İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe rahmetullahi aleyhin şu menkıbesi de ibrete şayandır: İmâm-ı Âzam bir gün çamurda yürüyen bir çocuğa dikkatli olmasını, çamura düşmemesini söyler. Çocuk Hz. İmam’a dönüp der ki: “Ben düşersem zararı bana olur. Ama asıl sen kendine dikkat et. Ayağın kayar da düşersen sana uyanlar da kayıp düşerler.”
Bu sözden etkilenen İmam-ı Azâm’ın, bundan sonra hüküm verirken daha temkinli olduğu anlatılmıştır.
Tasavvuf büyüklerinin hassasiyeti
Sâdât-ı Kirâm efendilerimiz de yanlarındaki âlimlerden eğer bir hataları olursa kendilerini ikaz etmelerini istemişler ve bu âlimlerin yaptıkları uyarılara da kulak vermişlerdir. Bu konuda onlardan pek çok sohbet anlatılmıştır. Şer’î hükümlerin tasavvuf adabına karşı elbette önceliği vardır. Bu sebeple bu büyük zâtlar, âlimleri yani mollaları, talebe ve müridlerinin eğitimi için olduğu kadar kendileri hata yaptıklarında ikaz etmeleri için de yanlarında bulunduruyorlardı. Şayet yakınındakiler utandıklarından veya korktuklarından gerekli ikazları yapmazlarsa yabancılar acımazsızca eleştireceklerdir.
Son devir âlimlerinden bir zatın şu sözü bu meseleyi özetlemektedir: “Âlimi takip etmek rahmettir. Her sözünü kabul etmek ise fitnedir. Âlime uymak delile uymaktır. Âlimin sözü ile delil çatışırsa delile itibar edilir. Her yağız atın bir tökezlemesi, her keskin nişancının ıskalaması ve her âlimin sürçmesi vardır.”
Şer’i şerifin hükümlerini âlimler olmadan, tasavvuf adabını da mürşid olmadan anlamak ve tatbik etmek mümkün değildir. Âlim şer’î hükümlere, velîler de tarikat edeplerine uydukları için bu makamları elde etmişlerdir. Âlim de mürşid de şeriatın hükümlerini ve tasavvuf adabının inceliklerini sıradan insanlardan çok daha kapsamlı olarak bilirler. Fakat şeriat ahkâmı da tarikat adabı da kişilerden daha önemli ve önceliklidir. Şer’î bir hükme veya temel bir adaba aykırı hareket kabul edilemez. Gerektiğinde bu konularda ikaz âlimlerin vazifesidir.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Allahım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır. Bana fayda verecek ilmi bana öğret ve ilmimi artır.” (Tirmizî, Deavât 128; İbn Mâce, Sünnet 23)