OMUZ OMUZA VERMİŞ
ÜÇ MEDRESE
Akşam Registan’a döndüğümüzde, ışıklandırılmış medreseler bize daha bir görkemli göründü. Fakat bir zamanlar ilim öğretilen dershanelerinin şimdi turistik eşyalar satılan dükkânlara dönüştürülmüş olmasına üzüldük. Avlularında dolaşarak ezber yapan talebelerin yerini alışveriş yapan bir kalabalık almış.
“Semerkand’ın kalbi” diye nitelenen Registan Meydanı’nda omuz omuza vermiş üç muhteşem medreseyi hayranlıkla seyrediyoruz. Meydanın batısında bu üç abidevî eserden ilk yapılanı, Uluğ Bey Medresesi var. Uluğ Bey, Timur’un torunu ve Timur İmparatorluğu’nun dördüncü hükümdarı. İslâmi ilimlere vukufiyeti, Kur’an-ı Kerim’i yedi kıraat üzere okuyabilen bir kurrâ olması yanında, döneminin en önemli matematik ve astronomi âlimi.
Bu medreseyi, içinde camisi, kervansarayı, hankâhı, hamamı da olan bir külliyenin parçası olarak 1417 ile 1420 yılları arasında yaptırmış. Fakat inşasından sonraki ilk asırda meydana gelen üç şiddetli deprem, külliyenin medrese dışındaki bütün bölümlerinin tamamen yıkılmasına sebep olmuş.
Eski İhtişamı Fısıldayan Meydan
İşte şimdi Uluğ Bey Medresesi’nin tam karşısında, meydanın doğusunda bulunan Şirdar Medresesi, depremlerle yıkılan bu bölümlerin yerine 1619 ile 1636 yılları arasında inşa edilmiş. Şirdar Medresesi, adını taç kapısı üzerindeki kaplan motifli çinilerinden alıyor. Şirdar “arslanlı kapı” demek. Meydanın kuzeyinde, bu iki medresenin arasında ise 1646 ile 1660 yılları arasında yapılan ve altın işlemeli iç süslemeleri sebebiyle Tillakârî Medresesi diye anılan medrese var.
Üçünün de kapısı Registan Meydanı’na açılan bu medreseler, farklı zamanlarda inşa edilmiş olmalarına rağmen aynı yapı planına sahip. Taç kapıdan girilen geniş bir meydan ve meydanın dört tarafında iki kat halindeki revakların iç kısmına sıralanmış derslik, mescit ve hücreler. Üçünün de meydana bakan ön cephelerinin iki yanında birer minare var. Diğerlerinden farklı olarak sadece Tillakârî Medresesi’nde, büyük mavi kubbesi ilk bakışta fark edilen bir cuma camii bulunuyor.
Hace Nasrullah’ın dediği gibi, Registan hal diliyle bize pek çok şey anlatıyor. Bu medreselerin yapıldığı asırlarda nüfusunun 150 bin civarında olduğu tahmin edilen Semerkand’da en az 60 medrese bulunduğunu yazıyor kaynaklar. Bu sayıya rağmen aynı yerde üç büyük medreseye duyulan ihtiyaç, hiç şüphesiz ilim talebinin, ilim öğrenme iştiyakının şiddetine; talebe ve hoca bereketine delalet ediyor. Medreselerin büyüklüğü ve ihtişamı, ilme verilen önem ve değer yanında buralarda tahsil edilen ilmin yüksekliğini de gösteriyor.
Bu eşsiz güzellikteki medreselerin ehl-i sünnet hassasiyeti ile adeta omuz omuza vermeleri, mimarî açıdan da farklılıklarına rağmen “altın oran” denilen o muhteşem âhengi yakalamış olmaları, aynı maksada yöneldiklerinin alameti. Registan bize, bu dayanışma ve uyum ile aynı maksada yönelen medreselerin, Semerkand’ı “ilmi çoğaltan değil, ziyadeleştiren” bir merkez haline getirirken, İslâm düşünce tarihinde “Semerkand Ekolü” denilen bir ilmî yaklaşımın kaynağı kıldığını da söylüyor. Uluğ Bey’in medresesinin hemen yanına büyük bir hankâh yaptırmasına, diğer medreselerdeki mescitlerin aynı zamanda tekke olarak kullanılmasına dikkatimizi çekerek buralardaki ilmî tedrisatın tasavvuf terbiyesiyle at başı yürütüldüğü anlatıyor.
Registan, “kumluk alan” demek ve üç medresenin çevrelediği meydan bir zamanlar kumla kaplı olduğu için böyle adlandırılmış. Geçmişte, iklim şartlarının müsaade ettiği zamanlarda cuma ve bayram namazlarının bu meydanda kılındığını biliyoruz. Şimdilerde ise sadece bayram namazları kılınıyormuş.
Meydanda artık kum yok ama zeminin halı ve kilim motifleri işlenmiş mozaik taşlarla kaplanan bölümleri, burasının hâlâ namazgâh vasfına işaret ediyor sanki. Namaz kılınan kumla kaplı bir mekân ve hemen bitişiğinde ilim tahsil edilen medreseler, bizi Asr-ı Saadet’e götürüyor. Mescid-i Nebevî’nin zemininin kum olduğunu, bu mescidin bitişiğindeki suffede sahabe efendilerimizden bazılarının ilim tahsil ettiğini hatırlıyor ve Registan’ın, “Semerkand demek, Efendimiz sallallahu aleyhi vessellemin usulüne her hususta mutabaat da demektir” dediğini duyuyoruz.
İlmin ve Âlimlerin Şehri
Rehberimiz, Registan Meydanı’nın geceleri ışıklandırılarak harikulâde bir görüntü sergilediğini söyleyince, akşam tekrar gelmek üzere ayrıldık buradan. Şimdi istikametimiz İmam Buhâri rahmetullahi aleyhin türbesiydi. Vardığımızda türbenin de içinde bulunduğu külliyedeki medresenin müderrislerinden Molla İkram’la tanışıp sohbete koyulmuştuk.
Molla İkram, Registan izlenimlerimizi dinleyince Semerkand’daki âlimlerden ve ilim ortamından bahsetti. İlmin bu bölgeye Hz. Osman radıyallahu anhunun hilafeti zamanında Maveraünnehr’e yapılan ilk askerî seferin de öncesinde, sahabe efendilerimiz tarafından taşındığını söyledi. Buhârî’nin “Tarihü’l-Kebîr” adlı eserindeki, “300’ü aşkın sahabinin, daha fethedilmemişken tebliğ için Horasan’a geldiği” bilgisini aktardı.
O vakitler Maveraünnehir Horasan’ın bir parçası kabul edildiğinden, bu sahabilerin bir kısmı Ceyhun’un beri yakasına geçmiş olmalıydı ona göre. Sonraki kısa sayılabilecek zaman aralığında özellikle Semerkand ve Buhara’nın önemli birer ilim merkezi olmasını ise seyyidlerin ve âlimlerin muhaceretine bağlıyordu. Aksi halde Emevîlerin de Abbâsîlerin de Sâmânîlerin de henüz siyaseten tam bir hakimiyet kuramadığı bir zaman diliminde ne İmam Buhârî gibi bir âlimin ne de mesela Dârü’l-Cüzcaniyye gibi İmam Mâturidî’ler yetiştiren bir medresenin varlığını izah edemeyiz diyordu Molla İkram.
Kaldı ki bu medresenin de öncesinde Maveraünnehir’deki mescit, tekke, ribat ve kervansaraylara ilaveten bazı âlimlerin evlerinde, devlet adamlarının konaklarında düzenli olarak ders halkaları kuruluyormuş. Necmüddin en-Nesefî’nin miladi 12. yüzyılın başlarında kaleme aldığı ve hepsi de Semerkand’da yetişen 1010 âlimin tanıtıldığı 20 ciltlik “Semerkand Âlimleri” isimli kitabının bugüne ulaşan tek cildinde dahi bu ders halkalarından bazılarının nerelerde kurulduğuna, buralarda hangi âlimlerin yetiştiğine dair bilgiler varmış.
Molla İkram, Semerkand’daki ilk medreselerin, oralarda ders okutan meşhur hocaların ismiyle anıldığına dikkatimizi çekiyor. Darü’l-Cüzcaniyye, Ebu Süleyman el-Cüzcanî’ye nispetle böyle anılıyormuş. Ebu Süleyman, bugünkü Afganistan’ın kuzeyindeki kadim Türk yurdu Cüzcan vilayetinde doğmuş ve İmam Ebu Yusuf’un talebesi olmuş bir Hanefi âlimi.
İlmi Baş Tacı Eden Hükümdarlar
Maveraünnehr’in İslâmlaşması sürecinde isimlerine rastladığımız pek çok âlimin, Ebu Süleyman Cüzcanî gibi, İmam-ı Azam rahmetullahi aleyhin talebelerinden Abdullah b. Mübarek el-Mervezî gibi Türk kökenli olmaları, Türkçe konuşabilen âlimlerin buraya özellikle gönderildiğini düşündürüyor bize. Bu süreci etkileyen bir başka kol ise Darü’l-İyâdiyye medresesine adını veren Ebu Nasr el-İyâdî üzerinden geliyor. Ebu Nasr, Ensar’dan Sa’d b. Ubâde radıyallahu anhunun ahfadından bir âlim çünkü.
Cüzcânî ve İyâdî nisbesi taşıyan, aynı aileye mensup sonraki kuşak âlimlerin varlığından buradaki ilmin devamlılığını; Semerkandî, Buhârî, Şâşî (Taşkendî), Tirmîzî, Nesefî, Pezdevî, Nesâî gibi şehir isimlerine nispet edilen âlimlerin varlığından ise Maveraünnehir’deki ilmin yaygınlığını anlıyoruz.
Sâmânî, Karahanlı, Büyük Selçuklu, Harizmşahlar ve özellikle Timurlular döneminde yöneticilerin desteği, teşviki ve ulemaya saygısı sebebiyle Semerkand’ın nasıl büyük bir ilim merkezi haline geldiğini konuşuyoruz. 8. yüzyılın sonlarından itibaren dünyanın en kaliteli kâğıdının Semerkand’da üretiliyor oluşunun buradaki ilmî faaliyetlerin yoğunluğuna etkisi üzerinde duruyoruz. Şehri gezerken bizim de rastladığımız turistik amaçlı bir atölyede dut ağacından eski usulle kâğıt üretildiğini görmüştük. Molla İkram, bir zamanlar Semerkand’da böyle yüzlerce imalathane olduğunu söylüyor. Hatta bazı âlimler yazacakları kitaplar için kendi kâğıtlarını kendileri imal ediyormuş. Bütün bu faktörler, Semerkand’da doğmamış, burada yetişmemiş olsalar bile bugün adı ve eserleri bilinen pek çok âlimin ilim peşindeki yolculuklarında uğradıkları önemli duraklardan biri yapmış Semerkand’ı.
Akşam bu yeni bilgilerle Registan’a döndüğümüzde, ışıklandırılmış medreseler bize daha bir görkemli göründü. Fakat bir zamanlar ilim öğretilen dershanelerinin şimdi turistik eşyalar satılan dükkânlara dönüştürülmüş olmasına üzüldük. Avlularında dolaşarak ezber yapan talebelerin yerini alışveriş yapan bir kalabalık almış. Zaman zaman buralarda konserler ve defileler de düzenleniyormuş. Bunu duymak, 19. yüzyıl sonlarındaki Rus işgalinde bu medreselerin depo olarak kullanıldığını öğrendiğimizde hissettiklerimizden daha ağır geldi bize. Meydanın her yanından duyulan yüksek tonlu ve hareketli müziğe bile sinmiş belirgin bir hüzün, Registan medreselerinin ızdırabını yansıtıyordu sanki.
[Gelecek Ay: Hadis-i Şerifler Peşinde Bereketli Bir Ömür]