KEŞF
Keşf; sözlüklerde örtüyü kaldırmak, kapalı olan bir şeyi açığa çıkarmak, sezme, tahmin etme, niteliği bilinmeyen şey hakkında bilgi edinme gibi anlamlara gelir. Tasavvufî bir kavram olarak ise “kalbin hakikati görmesi, Allah’ın tecellilerini temaşa etmek ve kalbin önündeki perdelerin kalkmasıyla gayb olan bazı şeyleri bilmek” olarak tanımlanır. İlk tasavvufî eserlerden biri olan el-Lüma’nın müellifi Ebû Nasr es-Serrâc kuddise sırruhû da keşfi “üstü kapalı olan şeyin açılması ve gözle görülür hale gelmesi” olarak açıklar ki, burada “kapalı olan”dan kasıt gayba dair çeşitli bilgilerdir.
Sûfîler ilk dönemlerden itibaren aralarında çeşitli farklar olsa da mükâşefe, firâset, müşâhede, yakîn, feth, ilham, inkişaf, ilm-i esrar, marifet, ilm-i ledün, vâridat, hikmet gibi kavramları keşf ile yakın anlamda kullanmıştır. Kısaca keşf, görme veya idrak yoluyla perdelenmiş bazı gizli hakikatlere ulaşmak anlamındadır.
Eğer insan, kalp gözünden gaflet perdesi kalkıp âleme derin bir idrakle yani keşf gözüyle bakarsa çeşitli tecellileri ve sırları müşahede edebilir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de mealen; “Ona ‘And olsun ki sen bundan gafildin. İşte senden gaflet perdesini kaldırdık, bugün artık görüşün keskindir’ denir.” (Kâf 22) buyurulmuştur.
Sevgili Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem buyurur ki: “Andolsun; İsrailoğullarından sizden evvel gelip geçen insanlar arasında öyle kimseler vardı ki, onlar peygamber olmadıkları hâlde kendilerine haber ilham olunurdu. Eğer ümmetim içinde de bunlardan bir kimse varsa o da Ömer’dir.”
Sahih-i Buhârî’de zikredilen bu hadis-i şerif hem keşfin hak olduğunu hem de sahabiler içinde buna mazhar olanların bulunduğunu haber vermektedir.
Sûfîler, pek çok şeyin Hakk’a perde olduğunu ve bu perdeleri kaldırmadıkça hakikatin ayan olamayacağının altını çizer. Bu perdeler benlik duygusu, dünya sevgisi, mal mülk tutkusu gibi; kısaca mâsivâ denilen şeylerdir. Sûfîlerin kalplerini sadece Hak sevgisine ve ilgisine ayırmaları, ölmeden önce ölmeye gayret etmeleri bu perdelerin açılmasına vesile olabilir. Hakiki manası ancak ehline malum olan bir hadis-i şerifte “Allah (ile kulu arasında) nurdan ve zulmetten oluşan yetmiş bin perde vardır” buyurulmaktadır. (Zebîdî, Şevkânî) Her bir perdenin açılması, aslında sûfînin bir üst idrak seviyesine yükselmesi demektir.
Gayb; “akıl ve duyular yoluyla hakkında bilgi edinilemeyen varlık alanı” olarak tarif edilir ki mutlak ve izâfî olarak ikiye ayrılır. Mutlak gaybı sadece Allah bilir. Kulun bu gaybdan nasibi yoktur; çünkü fani ve sınırlı bir varlıktır. İzâfî gayb akıl ve duyu alanı dışında olmakla birlikte Allah’ın dilemesiyle bazı kullar için gayb hükmünden çıkıp bilinen haline gelendir. İşte bu izâfî gaybın Allah tarafından dilediği kullarına açılması keşftir.
Ebû Muhammed Cerîrî rahmetullahi aleyh; “Rabbi’ne karşı hakkıyla murakabe ve takvası olmayan insan keşf ve müşahedeye erişemez” buyurarak keşfin ancak takva ve istikamet sahibi kişilerde görülebileceğini belirtmiş olur.
Sûfîlere göre keşf bir bilgi türüdür ve pek çok çeşidi vardır. Varlıkların sırlarını öğrenmek, cennet ve cehennemi görmek, meleklere dair çeşitli bilgilere ulaşmak, Allah’ın Celâl veya Cemâl sıfatlarının tecellilerini müşahede etmek, mezarlardaki ölülerin ne halde olduklarını görmek, gelecekte olacak birtakım olayların görülmesi ve başkalarının kalbinden ve zihninden geçen şeyleri bilmek bunlardan sadece birkaçıdır.
Cüneyd Bağdâdî kuddise sırruhû hazretlerinin; “Bizim ilmimiz Kitap ve Sünnet’le sınırlıdır” buyurur. Bu söz keşfin ancak Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’ye uyduğu sürece değeri olduğunu ifade eder. Yani Kur’an ve Sünnet’e uymayan keşfe asla itibar edilmez.
Keşf, Allah Teâlâ’nın kuluna bir ikramıdır; talep edilmez. Sûfînin tek derdi Hakk’ın rızasını ve sevgisini kazanmaktır. Bunun haricindeki bütün niyetler sâliki yolundan eder. İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhû hazretleri, keşfin genellikle seyr u sülûk esnasında ortaya çıktığını, vuslat gerçekleşince sona erdiğini söyler ki buradan da yine keşfin gaye olmadığı anlaşılır.
Mevlânâ Hâlid Bağdâdî kuddise sırruhû hazretleri ise; “Binlerce keşf ve kerameti, bir sünneti ihya etmekle eşit tutmak ham olmanın alametidir” buyurarak, gayenin keşf değil Peygamber Efendimiz’e uymak olduğunu belirtir.
Keşf sadece sahibi bağlar. Bir kişi keşfen haberdar olduğu hususlarla başkasını sorumlu tutamaz. Sûfîlerin keşfinin benzeri müçtehitlerin içtihatlarıdır. Doğru ve yanlış olma ihtimali vardır. Bu sebeple her keşif Kur’an ve Sünnet ölçüsüne göre değerlendirilir.