Aramak

Mehmet Gayretli

İSLÂM’DA
HAK KAVRAMI

İslâm’ın din ve medeniyet olarak en önemli kavramlarından biri, belki de birincisi hak kavramıdır. Böylesine önemli mefhumlar hemen her konuyla ilişkilidir. Derinliği ve kapsamının genişliği sebebiyle pek çok açıdan ele almak gerekir. Kelâm, fıkıh, ahlâk, belâgat gibi İslâmî ilimlerin temelini teşkil ettiği gibi siyaset, ekonomi, felsefe gibi sosyal bilimlerin de önemli kavramlarından biridir.

Hak kavramıyla ilgili farklı tanımlarla karşılaşsak bile bunu, prizmaya yansıyan ışığın farklı yüzeylerden farklı renklerle çıkması gibi aynı hakikatin farklı ifadeleri gibi görmek icap eder.

Kur’an-ı Kerim’de bâtılın, abesin, yalanın, zannın ve şüphenin zıddı olarak “hak”, türevleriyle birlikte 289 yerde geçmektedir. 

On sekiz anlam

Ebu’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Kur’an’da hak kelimesinin müfessirlere göre başlıca on sekiz anlamda kullanıldığını belirtir ve âyetlerden örnek vererek bu anlamları şöyle sıralar: Allah, Kur’an, İslâm, adalet, tevhid, sıdk, mal, vücûb, ihtiyaç, pay, beyan, Kâbe’nin durumu, haram ve helâli açıklama, kelime-i tevhid, ölüm, kesinlik, cürüm, bâtılın zıddı.

Hak kelimesi Kur’an-ı Kerim’deki anlamlarıyla hadislerde de geniş olarak yer almıştır. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin uzunca bir duasında geçen; “Allahım! Sen haksın, senin vaadin haktır, sana kavuşmak haktır, senin sözün haktır, cennet haktır, cehennem haktır, peygamberler haktır, Muhammed haktır, kıyamet haktır” (Buhârî, Teheccüd 1) cümlelerindeki hak kelimelerinden ilki “varlığı kati olan, kuşkuya yer bırakmayacak kesinlikte gerçek ve sabit olan” şeklinde açıklanmış ve bu vasfın yalnız Allah’a mahsus olduğu, çünkü sadece Allah’ın ezelden ebede yokluktan münezzeh bulunduğu belirtilmiştir. (İbn Hacer, Fethu’l-bârî, VI, 4) 

İbn Hacer, aynı hadiste yer alan “cennet haktır, cehennem haktır” ifadesinde cennet ve cehennemin halen mevcut olduğuna bir işaret bulunduğunu ileri sürer. Aynı müellif “kıyamet haktır” sözüne de, “Kıyametin vuku bulacağında şüphe yoktur” anlamını verir. 

Bazı hadislerde hak kelimesi zekât karşılığı olarak geçmektedir. (Buhârî, Zekât, 1; Müslim, Îmân, 32) Hz. Âişe radıyallahu anhâ, “Peygamber’e hak geldi.” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 3, Ta’bîr 1) ifadesinde hakkı “vahiy” anlamında kullanmıştır. Buhârî’nin naklettiği bir hadiste Hz. Ömer radıyalahu anhunun Resûlullah’a yönelttiği, “Biz hak üzerinde, düşmanlarımız bâtıl üzerinde değil midir?” sorusunda (Buhârî, Şürût, 15) hak kelimesi İslâm dinini, bâtıl ise putperestliği ve umumi inkârcılığı ifade eder.

İslâmî ilimlerde hak kavramı

Yukarıda da işaret edildiği üzere hak kavramı, kelam, fıkıh, ahlak ve tasavvuf ilimlerinde özellikle ele alınmış, geniş değerlendirmeler yapılmıştır.

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât adlı meşhur eserinde, hakkın asıl mânasının “mutabakat ve muvafakat” olduğunu belirttikten sonra âyetlerden örnekler vererek başlıca dört anlama geldiğini belirtir. 1. Bir şeyi hikmetin gereğine uygun olarak icat eden; bundan dolayı hak, Allah’ın bir ismi veya sıfatı sayılmıştır. 2. Hikmetin gereğine uygun olarak yapılan iş; Allah’ın bütün fiilleri bu anlamda haktır. 3. Bir şeye aslına uygun ve doğru olarak inanma, bu şekilde kazanılmış inanç, bilgi. 4. Gerektiği şekilde, gerekli ölçüde ve gereken zamanda meydana gelen iş. 

Seyyid Şerîf el-Cürcânî, hakkın “inkârı mümkün olmayacak kesinlikte gerçek (sabit) olan şey” biçimindeki sözlük anlamını verdikten sonra, Teftâzânî’den iktibasla terim olarak “gerçeğe mutabık olan hüküm” anlamına geldiğini, bu hükmü taşıyan söz, inanç, din ve görüşler için de kullanıldığını belirtir ve bâtılın zıddı olduğunu söyler. (et-Ta’rîfât, “Hak” md.) Nitekim Müslümanlara, Ehl-i Sünnet mezhebinden olanlara “ehl-i hak”, bunların dışındaki din ve mezhep mensuplarına da “ehl-i bâtıl” (ehl-i dalâl) ismi verilmiştir.

Bazı hadislerde geçen “Allah’ın hakkı ve kulların hakkı gibi” ifadeler zamanla fıkıh kitaplarında sistematik hak tasnifinde bir referans olarak kullanılmıştır. Bunlara “kısmen Allah hakkı, kısmen kul hakkı” şeklinde üçüncü bir grup daha eklenerek değerlendirme konusu yapılmıştır. 

Aynı tasnif üzerinde ahlâk kaynaklarında da genişçe durulmuş ve ahlâkî açıdan ele alınmıştır. Mesela Hâris el-Muhasibî’nin er-Riâye li-Hukûkillah adlı kitabında, takvâ, vera, tevekkül, ibadet, riya, ihlâs, niyet, ucb, hayâ, kibir, gurur, haset gibi İslâm ahlâkının başlıca konuları yer almış ve böylece iman ve ibadet yanında dinî ve ahlâkî erdemlerle bezenip kötülüklerden arınmanın Allah’ın kulları üzerindeki haklarını oluşturduğu belirtilmiştir. 

İslâm ahlâkına dair yazılmış bütün eserlerde buna benzer değerlendirmeler yapılmış olmakla birlikte konuya en geniş şekilde yer veren isim İmam Gazâlî olmuştur. İhyâu Ulûmi’d-Dîn adlı eserinde Gazâlî pek çok yerde hak kavramına temas etmekle birlikte bilhassa “Ülfet ve Kardeşlik Âdâbı” başlığını taşıyan geniş bölümde insan hakları, hem konularına hem de hak sahiplerinin ve haklara riayet etmekle yükümlü olan kimselerin birbirleri karşısındaki konumuna göre tasnife tâbi tutulmuştur.

İlk sûfîlerin ifadelerinde hak terimi Allah anlamında kullanılmıştır. Tasavvuf büyükleri Allah’ı hak olarak gördüklerinden, O’ndan gelen her şeyi hak olarak nitelendirirler. Kur’an hak, peygamberler hak, Kur’an’daki bütün bilgiler ve hükümler haktır. Buna aykırı olanlar da bâtıldır. Nefs ve şeytandan gelip insanı isyana ve günaha sevkeden her şey bâtıldır. Tefrikadan birliğe, kesretten vahdete götüren her şey haktır. 

Bazen hak ile hakikat farklı kavramlar olarak görülür. Doğru olan bir iş, bir söz, haktır. Bunun ardında bulunması gereken iyi niyet ve ihlâs ise hakikattir. Hakikatten uzak bir hak, şekil ve gösterişten ibarettir. Şeriata girmek hak, bu yolda ihlâsla yol almak hakikattir. Hak beden hakikat onun ruhu, hak lafız hakikat onun mânası; hak sûret hakikat onun cevheri olduğundan hakka sahip olmak yetmez; hakkın hakikatine, yani saf ve hâlis hakka sahip olmak şarttır.

İnsan zihninin derinliklerindeki “olması gereken” ile hukuk düzenince “uygulanan” iki boyut her zaman uyum içinde değildir. Ancak İslâm hukukunda yasalar ve hukukî düzenlemeler Kur’an ve sünnete dayandığı için söz konusu uyumsuzluk yerine büyük bir uyum vardır.

Fıkıhta hak

İslâmî ilimler içinde hak kavramının en çok kullanıldığı alan herhalde fıkıh ilmidir. “Hak” denilince insanların ilk anda aklına gelen, yetki, salahiyet anlamıdır. Bununla birlikte hak kavramının tam bir tanımını yapmak kolay değildir. Çünkü hem sözlükte hem de örfte hak kavramının çeşitli ve zengin bir anlam genişliği bulunmaktadır. 

Fıkıhta hak kavramının, dinin ve hukuk düzeninin tanıdığı yetki ve ayrıcalık anlamı çerçevesinde bir tanım kazandığı söylenebilir. Hukuk düzeninin kişilere tanıdığı yetki ve ayrıcalığa hak denilmesi, insan zihninde bulunan hak, adalet ve doğruluk gibi ön kabullerin söz konusu düzene yansımasını ve uyumunu ifade eder. İnsan zihninin derinliklerindeki “olması gereken” ile hukuk düzenince “uygulanan” iki boyut her zaman uyum içinde değildir. Ancak İslâm hukukunda yasalar ve hukukî düzenlemeler Kur’an ve sünnete dayandığı için söz konusu uyumsuzluk yerine büyük bir uyum vardır.

Hak kelimesinin çoğulu olan hukuk, literatürde genelde iki anlamda kullanılır. Birinci anlamı beşerî ilişkileri ve toplum hayatını düzene koyan ve ardında devlet yaptırımı olan, adına kanun dediğimiz kurallar bütünüdür. İslâm Hukuku, Batı Hukuku, Roma Hukuku denildiğinde kastedilen anlam budur. Bir de medenî hukuk, ceza hukuku gibi ifadelerde hükümler (ahkâm) kastedilir ki, bu yönüyle klasik fıkıh literatüründeki kullanıma büyük yakınlık arz eder. 

İkinci anlamı ise, hak kelimesinin çoğulu olarak, “temelde şâriin (hüküm koyucunun, Allah ve Resûlü’nün), görünürde ise dinin, aklın ve hukuk düzeninin tanıdığı yetki, güç ve imtiyazlar” demektir. Klasik ve muasır fıkıh kaynaklarına bakıldığında hak kavramının sadece yetki ve imtiyaz değil, aynı zamanda yükümlülük anlamını da ihtiva ettiği unutulmamalıdır.

Hak, fıkıhta en temel kavram olduğu için bütün yönlerini ele alacak olursak koca bir kitap yazmak gerekir. Mesela tanımı, unsurları, menşei ve kaynakları, çeşitleri, hükmü, kullanılması ve sınırlandırılması, himayesi, intikali, sona ermesi bu kavramın yönleridir. 

Hak kavramıyla ilgili en yaygın ve en bilinen tasnif “Allah hakkı - kul hakkı” şeklinde yapılanıdır. Biz de bunun üzerinde biraz durmak istiyoruz.

Hakların Allah hakkı-kul hakkı şeklinde ayrılması ilk bakışta sahibine göre yapılmış bir ayırım gibi görünmektedir. Aslında mahiyeti ve sağladığı yararın özel veya genel oluşu ölçü alınarak yapılmış bir ayırımdır. İslâm düşüncesine göre her şey gibi haklar da Allah’ın bir lütuf ve inayetinden kaynaklanır. Kulların hak sahibi olmaları, onların fiillerine birtakım dünyevî ve uhrevî sonuçların bağlanması, hep dinin takdiri ve hükmüyledir.

Allah hakları (Hukukullah)

Bununla ilk planda iman ve ibadet gibi yalnızca Allah’a yöneltilebilen, sadece O’nun lâyık olduğu haklar, ayrıca belirli bir kişi ve zümreyi değil, kamu yarar ve düzenini ilgilendiren haklar kastedilir. 

Allah hakları bir şahsın değil, bütün âlemin genel yararıyla ilgilidir. Bu hakların Allah’a nisbet edilmesi sırf Allah’ı tazim içindir. Allah’ın bu haklardan yararlanmasının düşünülemeyeceğini vurgulamak, böylece bir şahsın herhangi bir şekilde bu hakları kendisine ait görmesini ve keyfî tasarruflara yönelmesini engellemek içindir.

Allah haklarının iki özelliği vardır. İlk olarak bu hakların af, sulh gibi bir yolla düşürülmesi câiz olmadığı gibi bunları kaldırmak ve değiştirmek de kural olarak câiz görülmez. İkinci olarak bu hakları toplumda bütün fertlerin ve onları temsilen kamu otoritesine sahip kişilerin koruma, kollama ve kovuşturma hak ve sorumluluğu vardır. Bu husus, İslâm’ın fert ve toplumlara bir ödev olarak yüklediği iyiliği emredip kötülükten vazgeçirme (emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker) ilkesinin tabii bir sonucudur.

Âlimler Allah haklarını sekiz grupta ele almaktadır.

1. Sırf ibadet niteliği taşıyanlar: Namaz, oruç, hac, zekât, cihad vb. fiiller bu gruba girer.

2. Vergi niteliği de taşıyan ibadetler: Sadaka-i fıtr veya Hanefîler’in dışındaki çoğunluğa göre zekât böyledir.

3. İbadet niteliği de taşıyan vergiler: Toprak ürünlerinden alınan öşür, mahiyeti itibariyle vergi görünümünde olmakla birlikte bir yönüyle de elde edilen mahsulün zekâtı mesabesindedir.

4. Ceza niteliği de taşıyan vergiler: Haraç ve cizye gibi; ancak haracın ceza yönünün bulunup bulunmadığı fakihler arasında ihtilaflıdır.

5. Tam cezalar: Hırsızlık, zina, şarap içme ile silâhlı gasp ve eşkıyalık suçlarına verilen cezaların başka niteliği bulunmayıp, Allah hakkı sayıldığı ve tam anlamıyla birer ceza (el-ukūbâtü’l-kâmile) teşkil ettiği görüşü hâkimdir.

6. Sınırlı cezalar (el-ukūbâtü’l-kāsıra): Meselâ miras bırakanını öldüren kimsenin mirastan mahrum bırakılması, bedenî veya malî cezalardan farklı olarak suçluyu sadece yeni bir mal iktisabından mahrum bıraktığı için sınırlı bir ceza sayılmıştır.

7. İbadet niteliği de taşıyan cezalar: Bunlar kefâretler olup; yemin, oruç, hata ile adam öldürme gibi kefâretlerde öngörülen oruç tutma, köle âzadı, fakirleri doyurma alternatifleri ibadet niteliğinde fiiller olduğu gibi işlenen kusuru telâfi etme, günahı örtme mânası da taşırlar.

8. İbadet, vergi veya ceza mânası taşımamakla birlikte bizzat Allah hakkı olarak gereken nevi şahsına münhasır haklar. Ganimet ve madenlerden alınan beşte birlik amme (Allah) hakları böyledir. 

Kul hakları (hukukul-ibâd)

Sonuçta kamu yararını ilgilendirse bile ilk planda ferde ait bir menfaatin korunmasını hedef alan ve ferdin söz hakkının bulunduğu haklara kul hakları denilir. Bunlar da genel kul hakları, özel kul hakları şeklinde iki grupta incelenebilir.

1. Genel kul hakları, toplumda herkesi ilgilendiren ve fertlerin ortaklaşa sahip bulunduğu menfaat ve imkânlardan faydalanma haklarıdır. Meselâ fertlerin mübahlardan ve kamu hizmetlerinden yararlanma hakkı böyledir. 

Allah haklarından farklı olarak bu hakları kullanma tamamen fertlerin tercih ve seçimine bağlıdır. Kamu otoritesini elinde bulunduranlar ancak kamu yararı gerekçesiyle bu haklardan istifadeyi engelleyebilir veya bu hakları düşürebilir. 

2. Özel kul hakları ise kamuya açık olmayıp, ferdin şahsına ait olan, esasında kişilerin özel yararlarını korumayı hedef alan haklardır. Kişilere ait malî haklar, malî sonuçları bulunan haklar, meselâ haksız fiil neticesi doğan zararın tazminini isteme hakkı, alacaklının rehin mal üzerindeki hapis hakkı, kocanın talâk hakkı böyledir. Kişi bu haklarda kötüye kullanmamak kaydıyla dilediği gibi tasarruf edebilir.

Müşterek haklar

Bir yönüyle Allah hakkı bir yönüyle de kul hakkı niteliği taşıyan haklar olup, fakihler tarafından Allah hakkının galip olduğu haklar, kul hakkının galip olduğu haklar şeklinde ikili bir ayırım içinde ele alınmıştır. Bu ayırımın belki de en önemli sonucu, Allah hakkının galip sayıldığı haklarda fertlerin tasarruf imkânlarının daha sınırlı olmasıdır. 

Mesela insanın beden ve ruh sağlığını koruması, temel hak ve hürriyetlerine sahip çıkması, malını boş yere ve gayrimeşru tarzda telef etmekten kaçınması, ilk bakışta kişinin ferdî hakkı gibi görülse de konunun hem Allah’a karşı sorumluluk içeren bir yönünün bulunması, hem de toplum huzur ve düzeninin korunması fertlerin teker teker bu haklara sahip çıkmasıyla mümkündür. Bu sebeple bu haklarda Allah hakkının galip bulunduğu ifade edilmiştir. Bundan dolayı fertler kendiliklerinden bu hakları yok sayamaz, bunlarda diledikleri şekilde tasarrufta bulunamazlar. Mesela hayatlarını ve sağlıklarını tehlikeye atamaz, mallarını boş yere sarf edemezler. Fertlerin bu yöndeki yükümlülüğüne ayet ve hadislerde sıkça temas edilir. (bkz. Bakara 195; Nisâ 5, 29; Buhârî, Zekât 18, Husûmât 23; Müslim, Akdiye 14)

Hakka riayet

Haklar, ister kul hakkı olsun isterse Allah hakkı olarak tanımlanan kamu hakkı olsun, İslâm’ın üzerinde en çok durduğu konulardan biridir. Kul hakkının ihlali halinde telafisi mümkündür. Hak sahibine hakkı teslim edilir, mümkünse bedeli ödenir, helalleşilir. Böylece uhrevî sorumluluktan kurtulmak mümkündür. 

Ancak kamu hakkının ihlali halinde telafisi pek mümkün değildir. Zimmete geçirilen ya da ihlal edilen fert ve kamu haklarıyla Allah’ın huzuruna çıkmanın vebali çok ağır olacaktır. Yüce Allah, haksız yere başkasının malını yemeyi bütün insanlara yasaklamıştır. Ayet-i kerimede mealen şöyle buyurulur:

“Aranızda birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını bile bile günaha girerek yemek için onları hâkimlere (rüşvet olarak) vermeyin.” (Bakara 188)

Kul hakkının ihlaliyle ilgili olarak, Ebu Hüreyre radıyallahu anhudan nakledilen bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz şöyle buyurmaktadır: 

“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa, altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyamet günü gelmeden önce o kimseyle helalleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir). Şayet iyilikleri yoksa kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir. (Buhârî, Mezâlim 10) 

Yine aynı hususla ilgili olarak Ebu Hüreyre radıyallahu anhudan gelen bir başka hadis-i şerif şöyledir:

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem; 

– Müflis (iflas etmiş kişi) kimdir, biliyor musunuz, diye sordu. Sahabe: 

– Bizim aramızda müflis, parası ve malı olmayan kimsedir, dediler. 

Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle açıkladı: 

“Şüphesiz ki ümmetimin müflisi o kimsedir ki, kıyamet günü namaz, oruç ve zekât sevabıyla gelir. Fakat şuna sövmüş, buna zina isnât ve iftirası yapmış, şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş, şunu dövmüş... Bu sebeple iyiliklerinin sevabı şuna buna verilir, üzerindeki kul hakları bitmeden de sevapları biter. Sonra hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilir ve cehenneme atılır. İşte müflis bu kimsedir.” (Müslim, Birr 59)

Kamu hakkının ihlali hususunda da çok ağır ikazlar bulunmaktadır. Hz. Ömer Efendimiz radıyallahu anhudan nakledilen bir hadis-i şerifte şöyle geçmektedir: 

“Hayber Gazvesi günü idi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin ashabından bir grup geldi ve ‘Falanca şehittir, falanca da şehittir’ dediler. Sonra bir adamın yanından geçtiler. ‘Falanca kimse de şehittir’ dediler. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem; “Hayır, ben onu ganimetten çaldığı bir hırka –veya bir abâ– içinde cehennemde gördüm” buyurdu.
(Müslim, Îmân 182) 

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy