‘Bunca Varlık
Var iken Gitmez
Gönül Darlığı’
Satın aldığımız, yığıp biriktirdiğimiz eşyalar çoğaldıkça hayatımız daha karmaşık hale geliyor. Kendimiz olmak yerine sürekli bir şeylere sahip olmayı seçince hüviyetimizi kaybediyoruz. Daha çok tüketmek üzere daha çok kazanmak için nefes nefese koşturmaktan durup düşünmeye vakit bulamıyoruz.
Ensar’dan, Ebu Ümâme künyesiyle tanınan İyas ibn Sa’lebe radyallahu anhu anlatıyor:
Bir gün Resûlullah sallallahu aleyhi vessellemin de bulunduğu bir mecliste Ashâb-ı Kirâm’dan bazıları kendi aralarında dünyalık talepler üzerine konuşmaya koyuldular. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vessellem onlara döndü; “Siz işitmiyor musunuz? Siz işitmiyor musunuz? Sade yaşamak imandandır, sade yaşamak imandandır!” buyurdu. (İbn Mâce, Zühd 4)
Bu hadis-i şerifte Türkçeye “sadelik” yahut “sade yaşamak” diye aktarılan ibarenin aslı, peltek zel ile yazılan “bezâze(t)”tir. Bezâze, “sert kumaştan yapılmış eski ve süssüz kıyafet” demektir. Hadis şârihleri bu kelimenin mecazen, “her türlü dünvevî ihtiyacın karşılanmasında sadeliği tercih” anlamına geldiğini söylemişlerdir. Yani Efendimiz aleyhissalâtü vesselam, “bezâze” buyurken yalnızca giyinmede değil, yiyip içmekten binek ve meskene kadar bütün dünyalık ihtiyaçlarda sadeliği, azla yetinmeyi, israf ve gösterişten sakınmayı kastetmişlerdir.
Yine aynı şârihlere göre Resûlullah sallallahu aleyhi vessellemin, “Hâlâ idrak edemiyor musunuz?” anlamında bir hitapla “Siz işitmiyor musunuz?” ifadesini iki defa tekrarlaması, sadeliğin imanla irtibatına, dolayısıyla önemine dikkat çekmek içindir. Zira sadelik de tıpkı hayâ gibi, temizlik gibi, gelip geçene sıkıntı veren bir taşı yoldan kaldırmak gibi imandan bir şubedir.
Ancak, sade yaşayışın bir iman alameti sayılabilmesi; kanaatkârlık, tevazu, zühd veya takvanın gereği, iradî bir tercih olmasına bağlıdır. Dolayısıyla cimrilik, tembellik, başkalarının yardım ve övgüsü için fakir yahut zâhid görünme saikiyle yönelinen bir sadelik imandan değildir.
Yoksulluk sebebiyle dünyalık ihtiyaçlarını tedarikte zorlananların mecburen katlandıkları sadeliğin ise kendisi değil, ama böyle bir imtihan karşısında şikâyet, haram ve isyana düşmeden sabredilmesi imandandır.
Sade hayat çağrısı kimlere?
Kur’an-ı Kerim’de “müminler için en güzel örnek” (Ahzab 21) kılındığı beyan buyrulan Efendimiz aleyhissalâtü vesselam, her hususta olduğu gibi sade, mütevazi bir hayat sürmek konusunda da en güzel örnektir bizim için. Hayatı boyunca zaruri ihtiyaçlarını hep en asgari seviyede karşılamış, bunun fazlasını infak eylemiştir. Yokluk, darlık zamanlarında asla yakınmamış; rahatlık, bolluk zamanlarında ise başkasına muhtaç olmayacak kadarıyla yetinmeyi seçmiştir.
Hasıl-ı kelam, Peygamber sallallahu aleyhi vessellemin dünyalığı dert etmeyen, israf ve gösterişten uzak sade yaşayışı, O’nun en muhkem fiilî sünnetlerinden biridir. Bu itibarla İslâm’ın teklif ettiği hayat tarzının önemli bir vasfını belirler.
Şu sıralar ekonomik sıkıntılardan, pahalılıktan, geçim zorluğundan sıkça bahsediliyor. Meselenin sebepleri ve çözümü tartışılırken, Müslümanların çoğunlukta olduğu bir ülkede yaşıyor olmamıza rağmen İslâm’ın sakındırdığı veya teşvik ettiği hayat tarzı neredeyse hiç gündeme gelmiyor. Eldekiyle yetinme, kanaat etme, lüks ve konfordan kaçınma telkini bir zillet, tembellik veya edilgenliğe davet gibi anlaşılıyor. Yahut zaruri ihtiyaçlarını karşılayamayan fakr u zaruret içindeki insanların mahrumiyetini meşrulaştıran bir duyarsızlık zannediliyor bu tür telkinler.
Halbuki adından da anlaşılacağı üzere sade hayat çağrısının muhatapları, aslî ihtiyaçlarını aşan bir tüketim düşkünlüğüyle sade bir hayat yaşamayan çevrelerdir. İşin garibi en çok şikâyet de ihtiyaç listelerinin sonuna bir türlü nokta koyamayan bu çevrelerden geliyor. Ancak bunların şikâyeti, sürekli artan pahalılık karşısında geçim sıkıntısı daha da şiddetlenen yoksul insanların haklı yakınmalarıyla aynı değil. Böyleleri, deniz misali dünyadan nemalanmak için tuzlu suyu içtikçe susamakta, susadıkça daha çok içip daha çok yanmaktadırlar. Feryatları bundandır ve sahip oldukları dünyalıklar ne kadar çok olursa olsun, bu feryatlarını dindirmeye yetmeyecektir.
Helalinden kazanmak, yanımızda yöremizde bunca muhtaç insan varken, ihtiyaçları aşan ölçüsüz bir tüketimi, lüks ve konforu hak görmeye gerekçe değildir. Müslüman, haramın azabından korktuğu kadar helalin hesabından da korkmalıdır.
Haramın azabı var ama helalin de
hesabı var
Sade hayat; yalın, şatafatsız, faydasız meşguliyetlerden uzak, karmaşık olmayan bir hayattır. İsraftan kaçınmak, daha az harcamak, daha az tüketmektir. Yalnızca aslî ihtiyaç kapsamındaki eşyaları yeteri kadarıyla edinmek ve bunları olabildiğince uzun süre kullanmaya çalışmaktır. İbadetlerini ve meşru dairedeki dünyevî sorumluluklarını aksatmamak kaydıyla çalışmaya, helâlinden kazanıp mal mülk, servet, mevki makam kazanmaya mâni değildir.
Fakat helalinden kazanmak da yanımızda yöremizde bunca muhtaç insan varken, ihtiyaçları aşan ölçüsüz bir tüketimi, lüks ve konforu hak görmeye gerekçe değildir. Müslüman, haramın azabından korktuğu kadar helalin hesabından da korkmalıdır. Sahip olduğumuz dünya nimetlerinin darlığı gibi bolluğuyla da imtihan edildiğimizi unutmamalıdır. Neyin gerekli bir ihtiyaç, neyin gereksiz bir lüks olduğuna bir mümin olarak kendi ölçüleriyle karar vermelidir.
İhtiyaçlarımızın zamanla artıp çeşitlendiği; kişilerin şartlarına, statüsüne, vazife ve sorumluluklarına göre değiştiği doğrudur. Ama bu durum her öğün tek çeşit yemekle beslenebileceğimiz, iki çift ayakkabı ve elbise ile yetinebileceğimiz, mütevazi bir mesken ve araba ile de ihtiyaçlarımızı karşılayabileceğimiz gerçeğini değiştirmez.
Kolaylık sağlayan, zaman kazandıran konforu sebebiyle kaçılmaz bir ihtiyaç haline getirilen teknolojik cihazlara talebi de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Kolaylığın tembelliğe, hazıra konma alışkanlığına, yetenekleri köreltmeye sebep olması bir yana, gerçekte ne işe yaradığı ve kazandırdığı zamanın nasıl değerlendirildiği de sorgulanmalıdır. Zira mesela iletişim teknolojisi, iletişimsizlik de diyebileceğimiz sağlıksız bir iletişime yol açıyor. Yeni icatların kazandırdığı zaman; eğlence, malâyâni yahut daha çok dünyalık peşinde hoyratça israf edilirken, faydasız yorgunluk ve telaşlara da sebep oluyor.
Satın aldığımız, yığıp biriktirdiğimiz eşyalar çoğaldıkça hayatımız daha karmaşık hale geliyor. Kendimiz olmak yerine sürekli bir şeylere sahip olmayı seçince hüviyetimizi kaybediyoruz. Daha çok tüketmek üzere daha çok kazanmak için nefes nefese koşturmaktan durup düşünmeye vakit bulamıyoruz. Bu dünyada niçin bulunduğumuzu, ölümü, âhireti unutabiliyoruz çoğu zaman.
Bir iman zafiyeti olarak tüketim düşkünlüğü
Mademki “sade hayat imandandır”, zamane şartları içinde de olsa böyle bir yaşayış tarzını benimsememek bir iman zafiyetine işaret eder. Kim hangi gerekçelerle meşrulaştırmaya çalışırsa çalışsın, meselenin temelinde dinin ölçüleri yerine tüketim ideolojisinin ölçülerini ikame etmek gibi bir gaflet vardır çünkü.
Evet; tüketim artık bir ideoloji haline getirilmiş ve bu ideolojinin mensupları, yaşadığımız zamanı “tüketim çağı” diye nitelendirmeye yetecek kadar çoğalmıştır. Tüketim ideolojisinin gerekliliğini Amerikalı bir ekonomist olan Victor Lebow, daha 1955’te yayımlanan bir makalesinde şöyle anlatır:
“Muazzam derecede üretken ekonomimiz, tüketimi bir hayat biçimi haline getirmemizi gerektiriyor. Artık sürekli mal satın alma ve kullanmayı bir ritüele dönüştürmeliyiz. Ruhlarımızın ve egolarımızın tatminini tüketimde aramalıyız. Ürettiklerimizi gittikçe artan bir hızla tüketmesi, kullanıp atması ve yeniden satın alması için insanları yönlendirmek zorundayız.”
İşte üç çeyrek asır önce kaleme alınan bu teklifler doğrultusunda reklamlarla, yazılı ve görüntülü yayınlarla bir tüketim ideolojisi oluşturuldu. Bu ideoloji, temelini ihtiyaçların sınırsızlığı kabulü üzerine kurdu ve hayatın yegâne gayesinin tüketmek olduğunu savundu. İnsanlar asla bitmeyecek ihtiyaçları karşılamak üzere tükettikçe mutlu olacak, statü ve itibar kazanacak, varlığını başkalarına böylece hissettirebilecekti. Hayat sürekli bir ilerleme içindeydi ve bu durum lüks yahut konfora sahip olmayı kaçınılmaz kıldığı gibi eski yaşayışın mutlaka terk edilmesini de gerektiriyordu.
Tüketim ideolojisi dünyalık peşinde marazî bir hırsla koşturmak suretiyle durup düşünmeyi, akletmeyi de unutturdu insanlara. Neye ihtiyacımız olduğunu, neyi tüketeceğimizi, refah ve yoksulluk kavramlarını sürekli yeniden tanımlayarak bu ideoloji belirler oldu.
Tüketim ideolojisi, her seferinde mutsuzluğa dönüşen kısa süreli, sahte ve küçük mutluluklardan örülü bir fâsit daire sunuyor bize. En aşağı gelir seviyesinden en yukardakilere kadar herkesi bir yoksunluk duygusuyla daha çoğu için boğuşmaya çağırıyor.
Efendimiz sallallahu aleyhi vessellemin sade hayat çağrısına tâbi olmadan bu cendereden çıkmanın imkânı yok. Çünkü her dakika tüketilecek yeni bir şey sunuluyor kitlelere. Huzur, mutluluk, izzet ve itibarı dünya metaı yerine iman neşvesinde aramaya koyulduğumuzda sade hayata yönelecek; tüketim ideolojisinin insanlığımızı da tüketen fâsit dairesinden ancak böyle kurtulabileceğiz.