Aramak

Ayın Konusu

Bu Rahmet Mevsimi

Yüce Mevlâ, mekânlar içinde mukaddes mekânlar, zamanlar içinde mukaddes zamanlar yaratmıştır. Bu mukaddes zaman dilimlerinden biri de Üç Aylar olarak bilinen Receb, Şaban ve Ramazan aylarıdır. 

Üç Aylar, içerisinde kandil gecelerini, iftarları, teravihleri, Kur’an-ı Kerim tilavetlerini, zikirleri ve fikirleri barındıran af ve mağfiret günleridir.

Üç Aylar, kamerî ayların yedincisi olan Receb ile başlayan, Şaban ile devam eden ve Ramazan ayı ile son bulan ayların genel ismidir. Bu rahmet iklimi kalplerimize, ruhlarımıza adeta bahar tazeliği getiren yeniden derlenme, toparlanma ve hayat bulma mevsimidir.

Enes b. Mâlik radıyallahu anhunun rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Allah Resûlü aleyhissalâtu vesselam bu ayların önemine şöyle dikkat çeker:

“Receb, Allah Teâlâ’nın diğer aylar arasından seçtiği bir aydır. Her kim bu ayın hakkını verir, onu yüceltirse Allah Teâlâ’nın emrini yüceltmiş olur. Her kim Allah Teâlâ’nın bu emrini yüceltirse O da onu Naîm cennetine koyar ve ondan razı olur.

Her kim Şaban ayının hakkını verir ve onu yüceltirse benim buyruğumu yüceltmiş olur. Benim buyruğumu yücelten kimsenin ise kıyamette şefaatçisi ve yardımcısı olurum.

Ramazan ayı ise ümmetimin ayıdır. Her kim Ramazan’ın hakkını verir, hürmetsizlik etmez, gündüzlerini oruçla geçirip gecelerini ibadetle ihya eder de haramlardan korunursa, Ramazan ayından çıktığında günahlarından temizlenmiş olur.” (Beyhakî, Şuâbü’l-İmân nr. 3813)

Bu yıl, Ramazan bayramı ile bitecek olan feyizli ve bereketli bu kutlu mevsime 1 Ocak Çarşamba günü, Üç Ayların ilki olan Receb ayı ile girdik. Peygamber Efendimiz aleyhissalâtu vesselam Üç Aylar’ın gelişiyle şöyle dua ederdi:

“Allahım! Receb ve Şaban ayını bize mübarek kıl ve bizi Ramazan’a kavuştur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 259)

Büyük sûfî âlim Zünnûn-i Mısrî kuddise sırruhûnun ifadesiyle “Receb tohum ekme, Şaban sulama, Ramazan ise hasat ayıdır.” Bu aylar manevi sekinetin kalplere doğduğu, hem ferdî hem de içtimaî huzur inşasının yaşandığı, birlik ve uyanışın hissedildiği aylardır. Bu ayların gelmesiyle müminlerin ruhlarını sevinç ve ferahlık kaplar, hep birden yapılan ibadet ve dualarla toplu halde Cenâb-ı Hakk’a iltica edilir. Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle buyurmuştur:

“Ey müminler, hep birlikte Allah’a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz!” (Nûr 31) 

Zaman Nimeti

Allah Teâlâ’nın kullarına bahşettiği en değerli nimetlerinden biri de zamandır. Zaman nimetinin farkında olmak, onu ebedî hayat için sermaye yapmak bütün müminler için sorumluluktur. Zira zamanın değerini bilmek dünyevî işlere boğulup Yüce Mevlâ’yı unutmamaktır, O’ndan gafil olmamaktır. Ayet-i kerimede mealen buyurulmuştur ki:

“Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.” (Asr 1-3)

Sahabe-i Kirâm Efendilerimiz Asr suresini okuyarak, zamanın gidişini ve ömürlerinin geçişini anlayıp düşünerek birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmişler, Hak Teâlâ’ya tam iman ile güzel ameller için muvaffak olmayı dilemişlerdir. Merhum Akif bu sure-i celile için şu mısraları kaleme almıştır:

“Hâlikın nâ-mütenâhî adı var en başı Hak
Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak.
Hani ashâb-ı kirâm ayrılalım derlerken
Mutlaka sûre-i ve’l-asr’ı okurmuş, bu neden?

Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh
Başta iman-ı hakîkî geliyor sonra salâh.
Sonra hak sonra sebat: İşte kuzum insanlık
Dördü birleşti mi yoktur sana hüsrân artık.”

Ne var ki bazen bu sorumluluğumuzu unutup, dünya gailelerine aldanarak vakitlerimizi heba edebiliyoruz. Kulluk şuurundan uzaklaşıp boş meşguliyetlere yöneldiğimiz zamanlar olabiliyor. Bu sebeple Nakşibendî yolunda zamanın değerini bilmek öncelikli vazifeler arasında zikredilmiş ve “vukûf-i zamânî” kavramıyla on bir esas arasında sûfîlere her an hatırlatılmıştır. Şâh-ı Nakşibend kuddise sırruhû şöyle buyurmuşlardır:

“Vukûf-i zamânî, sâlikin her zaman kendi hâllerine vâkıf olmasıdır. Eğer amelleri şükretmeyi gerektiriyorsa şükretmeli, tevbeyi gerektiriyorsa tevbe etmelidir. Yani bast hâlinde şükretmeli, kabz hâlinde ise tevbe ve istiğfâr ile meşgul olmalıdır.”

Vukûf-i zamânî, sâlikin her an kendi hâlinden haberdar olması ve hâlinin şükür mü yoksa özür mü gerektirdiğini bilerek gereğince amel etmesidir. Sâlik her gece ve gündüz işlediği amellerini muhasebe etmeli, sâlih amelleri kendisine müyesser kılan Cenâb-ı Allah’a şükredip bu manada gayret göstermeli, hataları için tevbe ve istiğfâr edip pişmanlıkla O’na yönelmelidir. Ömrün son derece kıymetli olan her anını ve bilhassa Cenâb-ı Hakk’ın özel bir bereket bahşettiği müstesna zamanları fırsat bilmeli, bütün gücü ile manevi uyanıklık içinde idrak ve ihyası için çaba göstermelidir. 

İmam Rabbânî kuddise sırruhû da Mektûbât’ında şöyle der:

“Bu yolun (Nakşibendî yolunun) tutkunları ihmalciliği ve ertelemeyi caiz görmez, tembellikten ve ertelemeden kaçınırlar. Zaman sermayesini bâtıl süslerle tüketmezler. Ömür sermayelerini boş hayallerle yok etmezler. Değerli bir şey dururken küçük şeylerle yetinmezler. Allah’ın razı olduğu değerli bir şeyi bırakıp gazaba sebep olacak bir şeye iltifat etmezler.”

O halde mâsivâya kapılıp dünya meşguliyetine aldanmaktan sakınmalı, başta kendi nefsimiz olmak üzere ayartıcılara karşı sabredip dikkatli olmalıyız. Bunun için de uyanık kalıp fırsatlar aramalı, vesileler bulmalı, nefsimizi zorluklara alıştırmalıyız. Düştüğümüz hata ve yanlışlar karşısında yeni sayfalar açmak için gayret göstermeli, ümitsizlik girdabına kapılmadan tevbe ve istiğfara sarılmalıyız. 

İşte böyle yeni başlangıçlar için de Yüce Mevlâ’nın bizlere bahşettiği kutlu zamanları nimet bilmeli, kalbimizi toplamalı, Rabbimize yönelmek için özel ve seçilmiş vakitleri ganimet saymalıyız. 

Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem zamanın kıymetini bildirirken; “İki nimet vardır ki insanların çoğu (onların kıymetini bilmede) aldanmıştır: Sağlık ve boş zaman.” (Buhârî, Rikâk 1) buyurarak “İnsanların en çok gaflet içinde olduğu nimet” ifadesini kullanmıştır. Bu hadis-i şerif bizlere zamanın ne büyük bir ihsan olduğunu hatırlatırken, kıymeti bilinmediğinde geri dönülmez şekilde heba olup gideceğini vurgulamıştır.

Rahmet iklimi Üç Aylar’ı vaktimizin değerini yeniden hatırlamak ve “ibnü’l-vakt” olmanın önemini kavramak için fırsat bilmeliyiz. Bilhassa kendimizle, ailemizle zaman geçirerek gündelik hayatın karmaşası içerisinde bunalan ve daralan ruhlarımıza genişlik, ferahlık bahşetmesi için Hak Teâlâ’ya tazarruda bulunmalı, şu ayet-i celileyi sık sık hatırlamalı ve hatırlatmalıyız:

“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının. Herkes, yarın (âhiret) önden ne göndermiş olduğuna bir baksın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”
(Haşr, 18-19)

Üç Ayların Başlangıcı: Receb Ayı

Üç Aylar’ın ilki Receb ayının manevi değerine Kur’an-ı Kerim’de ve Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselamın hadis-i şeriflerinde işaret edilmiştir. Ayet-i kerimede mealen şöyle buyurulmuştur:

“Şüphesiz ki Allah nezdinde ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah’ın Kitabı’nda (levh-i mahfûzda) on ikidir, onlardan dördü de haram aylardır. İşte dosdoğru hesap budur. O hâlde o aylarda (savaşmama yasağını çiğneyip, günah işlemek sûretiyle) nefslerinize zulmetmeyin.” (Tevbe 36)

Ayet-i kerimede ifade edilen haram ayların, “Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Receb” ayları olduğunu Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem şu hadis-i şerifleriyle açıklamışlardır:

“Muhakkak zaman Allah’ın yarattığı günkü şekliyle akıp gitmektedir. Sene on iki aydır. Onlardan dördü haram aylarıdır. Bunlardan üçü peş peşedir: Zilkâde, Zilhicce, Muharrem, bir de Cemâziyelâhir ile Şaban ayları arasında olan ve Mudar Kabilesi’nin ayı Receb’dir.” (Buhârî, Ehâdî 5; Tevhid 24)

Regâib ve Miraç gibi tecellilerle şereflendirilen Receb ayına, kendisinde işlenen günah ve hataları duymadığı, müminlerin sadece ibadet ve sevaplarına şahitlik ettiği için “sağır ay” denildi.

Receb, “tazim ve saygı” anlamına gelir. İslâm öncesi Araplar, Receb ayına ayrı bir ehemmiyet verirlerdi; saygı gösterir, yüceltirlerdi. Receb ayının girmesiyle kılıçlar kınına sokulur, oklar torbalarına yerleştirilir, silah şakırtısı hiç duyulmazdı. Derin ve kanlı husumetlerin üzerine geçici de olsa bir sükûnet örtüsü çekilirdi. Artık o gürültülü ve korkunç çöller tatlı bir huzurun baharına dalar, her taraf güven ve selâmet sahasına dönerdi. Kişi bu ayda babasının katiline rastlasa bile başını kaldırıp bakmazdı; hiç görmemiş ve hakkında hiçbir şey duymamış gibi davranırdı. 

İslâm dini de Receb ayına değer verdi. Ona mahsus olan saygıyı devam ettirdi. Bilhassa Regâib ve Miraç gibi tecellilerle şereflendirilen Receb ayına, kendisinde işlenen günah ve hataları duymadığı, müminlerin sadece ibadet ve sevaplarına şahitlik ettiği için “sağır ay” denildi. Şeytanlar bu ayda taşlandığı, kovulup uzaklaştırıldığı için “recm ayı” da denildi. Bu ayı oruçlu geçirenlerin günah ve hatalarından temizlenip pâk olmasından dolayı “mutahhar” olarak da adlandırıldı. Ayrıca kulun kendisini Şaban ve Ramazan’a hazırlaması, Hak Teâlâ’nın da ona nice hayırlar vermesinden dolayı “tercîb”, Allah Teâlâ’nın bu ayda gözlerin görmediği, kulakların duymadığı ikram ve mükâfatları yağdırdığı için “esab” denildi.

Hadis-i şeriflerde bu ayda yapılan ibadetlerin, tutulan oruçların önemi ve fazileti vurgulanmıştır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Bir kimsenin Receb ayında bir gün oruç tutması bir senelik oruç tutması gibidir. Yedi gün oruç tuttuğunda o kimseye cehennemin yedi kapısı kapanır. Sekiz gün oruç tuttuğunda ona cennetin sekiz kapısı açılır. On beş gün oruç tuttuğunda ise semadan bir seslenici, ‘Geçmişte yaptığın bütün günahların bağışlandı. Kötülüklerin iyiliğe çevrildi. Haydi yeni ameller işlemeye koyul!’ der.

Kim bu ayda iyilik ve ihsanı artırırsa, Allah da onun için ihsan ve nimetini artırır. Nuh aleyhisselâmın gemisi Receb ayında sulara açıldı. Bu ayda oruç tuttu ve beraberindekilere de oruç tutmalarını emretti. Nuh aleyhisselâmın gemisi Muharrem ayının onuna kadar tam altı ay bu halde devam etti.
(Beyhakî, Şuabü’l-İman nr. 3801)

Receb ayında iki mübarek gece bulunur. Bunlardan biri Regâib, diğeri ise Miraç gecesidir. Regâib; ihsanlar, ikramlar demektir. İbadet ve taatin, hayır ve hasenatın Allah Teâlâ katında kat kat ihsan ve ikramlarla karşılık bulduğu bu gece, Cuma ve kandil olması sebebiyle çifte bayramdır.

Regâib Kandili

Sözlükte “kendisine rağbet edilen şey, bol ve değerli bağış, ihsan” anlamındaki “ragîbe”nin çoğulu olan regâib kelimesi, hadis ve fıkıh dilinde “bol sevap ve mükâfat, faziletli amel” anlamlarına gelir. 

Regâib Kandili arzu ve isteklerimizi, emel ve tutkularımızı gözden geçirme imkânı veren, her türlü rağbet ve regâibimizi iyiye, doğruya, güzele, faydalı olana, hakka ve hakikate yöneltmemiz, bütün işlerimizi O’nun rızasına uygun hale getirmemiz gerektiğini hatırlatan mübarek bir gecedir. Arzularına gem vuramayan, isteklerini dizginleyemeyen, hırslarını terbiye edemeyen; güç, servet ve şehvet tutkusunun önüne bir türlü geçemeyen günümüz insanı için Regâib gecesi, yapılıp edilenlerde Allah rızasının ne ölçüde arandığının sorgulanması açısından büyük bir fırsattır. 

Efendimiz aleyhissalâtu vesselam Regâib gecesi yapılan duaların geri çevrilmeyeceğini haber verir. Dolayısıyla Üç Aylar’ın bu ilk mübarek gecesinde Yüce Mevlâ’dan af ve mağfiret dilenir, ihsan ve ikram beklenir. Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: “Beş gece vardır ki onda yapılan dua geri çevrilmez: Receb ayının ilk, Şaban ayının on beşinci, Cuma, Ramazan ve Kurban bayramı geceleridir.”
(Deylemî, 2/196; İbn Asâkir, Tarihu Dimaşk, 10/408)

İsrâ ve Miraç Hadisesi

Receb ayında meydana gelen en önemli hadiselerden biri, İsrâ ve Miraç hadisesidir. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem, hicrete kadar on üç sene Mekke’de insanlığı İslâm’a davet etti. İnsanların hidayete ermeleri, cennete girmeleri için gece gündüz gayret etti. 

Fakat Mekkeliler iman davasını baş olma kavgasına çevirip, inat ve hasetlerinden dolayı bu davete karşı çıktılar. Kendilerine hiçbir fayda vermediğini bildikleri halde, taştan ve ağaçtan yontup yaptıkları putları savundular. Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın yanında yer almaları gerekirken, karşısında cephelendiler. O’na ve müminlere bütün güçleriyle engel olmaya çalıştılar. Ellerinden gelen bütün zulüm çeşitlerini uygulayarak, gün gün eziyet ve işkencelerinin şiddetini artırdılar. Müslümanların dinî vazifelerini ve ibadetlerini rahat ve serbest bir şekilde ifa etmelerine mâni oldular.

Ardından Hz. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ve Ashâb-ı Güzin’i, müşrikler tarafından Ebû Tâlib mahallesinde ablukaya alındı. Onlarla olan bütün ilişkiler kesildi. Alışveriş yasaklandı. Üç yıl süren bu abluka ve boykotla ölüm kalım savaşı verildi. Böylece her türlü açlık, yokluk, sıkıntı ve mahrumiyet yaşatıldı. 

Bu sıkıntılı günlerin peşinden yaşanan iki acı olay, Allah Resûlü sallallahu aleyhi veselleme ayrı bir hüzün sebebi oldu. Önce kendisini evladı gibi korumaya çalışan amcası Ebû Tâlib vefat etti. Kısa bir süre sonra da değerli hanımı, müminlerin annesi Hz. Hatice radıyallahu anhâ... Ardından da Tâif hadisesi yaşandı. Allah Resûlü aleyhissalâtu vesselam bütün bu olaylar karşısında son derece üzüldü. 

Nübüvvetin üzerinden on bir buçuk yıl geçmişti. Hicretten bir buçuk sene önceydi ve Receb ayının 27. gecesiydi. Hz. Hatice ve Ebû Tâlib’in vefat etmelerinin verdiği burukluk ve boşluk daha taptazeydi. Bunlara bir de Tâif’te ve sonrasında yaşanan hadiseler eklenmişti. Çileler ve sıkıntılar devam ediyordu. İlâhî lütuf kapılarının açılması, azim ve şevk tazelenmesine sebep olacak bir haber beklenir olmuştu.

Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem o gece Kâbe’de namaz kıldı, sonra da Hatîm veya Hicr denilen bölgede istirahate çekildi. Bir tarafında amcası Hz. Hamza, diğer tarafında amcasının oğlu Hz. Cafer yatıyordu. Uyku ile uyanıklık arasındaydı. Bu sırada Yüce Allah’tan özel bir davetçi geldi. Göklerden Cibrîl-i Emin indi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin elinden tuttu ve O’na hiç kimseye nasip olmayacak çok özel bir yolculuğa çıkacağının haberini verdi. 

Ardından Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın göğsünü göbeğine kadar yardı ve kalbini çıkarıp zemzem suyuyla üç defa yıkadı. İçinde sıkıntı verecek ne varsa hepsini temizleyip dışarı attı. Sonra içi iman ve hikmet dolu altından bir tas getirdi, kalbine boşalttı. Böylece Fahr-i Kâinat Efendimiz’in kalbi iman, hikmet ve yakîn ile doldu. Hz. Cebrail aleyhisselâm, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin kalbini tekrar yerine koydu, kapattı, eliyle meshetti. Fahr-i Kâinat Efendimiz’in kalbi oracıkta ilâhî ikramlarla iyileşti. 

Ardından Cebrail aleyhisselâm vasıtasıyla Mekke’den alınan Fahr-i Kâinat Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, “Burak” adlı bir binekle Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksa’ya getirildi. Kur’an-ı Kerim’de “isra” yani “gece yürüyüşü” olarak adlandırılan bu hadise hakkında Allah Teâlâ mealen şöyle buyurur:

“Bir gece kendisine ayetlerimizin bir kısmını gösterelim diye kulunu (Peygamberi’ni) Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. O işitendir, görendir.” (İsrâ 1)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin asıl yolculuğu ise bundan sonra başlamıştır. Bu yolculuk yukarı çıkmak, yükselmek anlamına gelen “miraç” kelimesiyle ifade edilir. Miraç hadisesinde Allah Resûlü aleyhissalâtu vesselam, Cebrail aleyhisselâmın refakatiyle her katta peygamberlerle görüşerek yedi kat semaya yükselmiş ve hiçbir varlığın ulaşamadığı bir yakınlık derecesiyle Rabbimiz’in huzuruna vâsıl olmuştur.

Ayet-i kerimede beyan olunduğu üzere Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem, yakınlık derecesi “iki yay arası, hatta daha yakın” olduğunda şöyle buyurmuştur:

“et-Tahiyyâtü lillâhi ve’s-salâvâtü ve’t-tayyibât: En güzel övgüler, selamlar, ibadet ve taatler Allah’a mahsustur.”

Bunun üzerine Allah Teâlâ, Peygamberi’ne şöyle karşılıkta bulunmuştur:

“es-Selâmü aleyke eyyühe’n-nebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtüh: Selam sana ey Nebi! Allah’ın rahmeti ve bereketi sana olsun.”

Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bu selamdan, rahmet ve bereketten ümmetinin de nasiplenmesini murad ederek şöyle demiştir:

“es-Selâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhi’s-sâlihîn: Selam bize ve Allah’ın sâlih kullarına olsun.”

Bunu gören Cebrail aleyhisselâm ve semadaki bütün melekler de şöyle demişlerdir:

“Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh: Şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve şahitlik ederim ki Muhammed O’nun kulu ve resûlüdür.”

Miracnâmeler 

Miraciyeler eski edebiyatımızda Efendimiz aleyhissalâtu vesselamın miracını anlatan şiir örnekleridir. Başlı başına bir eser olarak yazıldığı gibi tasavvufî ve diğer bazı eserlerde bölümler halinde de bulunabilir. Şiir şeklinde yazılmamış Miracnâmeler de vardır. Manzum miraciyeler mesnevî şeklinde yazılmışlardır. Divan şairleri divanlarında uzun ya da kısa şiirler halinde bu olaya geniş yer vermişlerdir. Siyer, hilye, mürettep divanlar ve bazı mesnevilerde miraç için bölümler ayrılmıştır. 

Bu hususta Süleyman Çelebi rahimehullahın kaleme aldığı meşhur Vesiletü’n-Necât adlı eserin Miraç bölümünden birkaç beyit şöyledir:

“Hep gök ehli cümle karşı geldiler
Mustafâ’ya izzet ikram kıldılar.

Merhaba yâ Muhammed dediler
Ey şefaat kânı Ahmed dediler.

Her biri kutluladı mirâcını
Dediler giydin saâdet tâcını.

Yürü kim meydan senindir bu gece
Sohbet-i Sultan senindir bu gece.

Ermedi evvel gelen bu devlete
Kimse lâyık olmadı bu rif’ate.

Ol gece durmadı cevlân eyledi
Şöyle kim eflâki seyrân eyledi.

Her birinden türlü hikmet gördü ol
Tâ ki vardı Sidre’ye erişdi yol.”

Şaban-ı Muazzam Ayı

Hicrî takvimin sekizincisi ve Üç Aylar’ın ikincisi olan Şaban, kelime olarak “dağılmak, yayılmak, dallanıp budaklanmak ve büyüyüp gelişmek” manalarına gelir.

Şaban ayı ilk defa bu ismi aldığında güneş yılına göre ağaçların dal verdiği ve dalların budaklandığı döneme denk geliyordu. Daha sonra kamerî ayların yer değiştirmesiyle yaza veya kışa denk gelse bile o isim kullanılmaya devam edildi. 

İslâm öncesi Araplar, savaşmanın yasak olduğu Receb ayından sonra silahlanır, baskınlar için yayılır ve gruplar halinde dağılırlardı. İşte bu yüzden bu aya Şaban denildi. Ya da su kıtlığı olan bölgede su aramak için dağıldıkları mevsim olması dolayısıyla bu isimle adlandırıldı. Veya Ramazan ve Receb aylarını birbirinden ayırdığı için kendisine bu isim verildi. 

İsminin kaynağı ne olursa olsun, Şaban ayına İslâm’da da değer verildi. Berat gecesiyle şereflendirildi. “Üç Aylar” olarak bilinen mübarek bir mevsimin ikinci ayı kılındı. 

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Şaban ayının büyük kısmını oruçlu geçirir, Ramazan dışındaki en faziletli orucun Şaban ayında tutulan oruç olduğunu ifade ederdi. “İnsanların değerini bilemedikleri bu ayda ameller Allah’a arz edilir; ben amellerimin oruçlu iken Allah’a arz edilmesini arzu ediyor ve bu ayda oruç tutuyorum” buyururdu. (Müsned, V, 201; Nesâî, Savm 70) Dahası, “Receb Allah’ın ayı, Şaban benim ayım, Ramazan ise ümmetimin ayıdır” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 1/423; bk. Mecmau’z-Zevâid, III/143) buyurarak onu kendisine isnat ederdi.

Şaban ayında meydana gelen önemli hadiselerden biri kıblenin değişmesidir. İnsanlığın ve İslâm’ın ilk kıblesi Kâbe idi. Yeryüzünde insanlık için kurulan ilk beyt, ilk mabed, âlemlere bereket ve hidayet kaynağı bir mahaldi. İlk defa Hz. Âdem aleyhisselâm tarafından yapılmıştı. Hz. Nûh aleyhisselâm zamanında yaşanan tufanda yıkıldı ve yeri kayboldu. Daha sonra Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail aleyhisselâm tarafından tekrar inşa edildi. Zamanla çeşitli tarihlerde tamir edildi. Bir defasında Ebû Zer el-Gıfârî radıyallahu anhu;

– Yâ Resûlallah, yeryüzünde ilk kurulan mescid hangisidir, diye sordu. Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem;

– Mescid-i Haram’dır, buyurdu. Ebû Zer el-Gıfârî radıyallahu anhu;

– Ondan sonra hangisidir, dedi. Resûl-i Ekrem;

– Ondan sonra Mescid-i Aksâ, diye cevap verdi. (Müslim, Mesâcid 2)

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Mekke’de iken Beytü’l-Makdis’e yönelir, Kâbe’yi de önünde bulundurarak namaz kılardı. Rükn-i Şâmî ile Rükn-i Yemânî arasında durur, böylece hem Kâbe’ye hem de Mescid-i Aksâ’ya doğru yönelmiş olurdu. Müslümanlar da Kâbe’yi ortaya alarak Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya yönelip namaz kılarlardı. 

Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem Medine’ye hicret ettikten sonra bu şekilde iki kıbleyi birden önüne alma imkânı kalmadı. İki kıbleden birini arkaya almak mecburiyeti doğdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselam, ilâhî bir emirle Kudüs’e yönelerek namaz kılmaya başladı. Bununla hem ehl-i kitabı İslâmiyet’e ısındırmak hem de putlarla kuşatılmış olan Kâbe’ye yönelmekten kaçınmak istedi ve; “Bunlar Allah’ın evlerinden biri olan Kudüs’e doğru yönelen bir kavimdir. Biz de oraya yönelsek…” buyurdu. Medine’de yapılan mescidin kıblesi de buna göre yapıldı.

Haliyle bu durum Yahudileri şımarttı, ileri geri konuşmalarına sebep oldu. “Muhammed ve arkadaşları kıblelerinin neresi olduğunu bilemediler. Onlara kıblelerini biz gösterdik” dedikoduları yapmaya başladılar. Bir taraftan da Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veselleme, “Sen bizim kıblemize tâbi oluyor, fakat dinimize muhalefet ediyorsun” diyorlardı.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu konuşmalara üzülüyor ve Kâbe’ye doğru dönülmesini arzu ediyordu. Bir gün Hz. Cebrail aleyhisselâma;

– Ey Cebrail! Yüce Allah’ın yüzümü Yahudilerin kıblesinden Kâbe’ye çevirmesini arzu ediyorum, diyerek kalbinden geçeni dile getirdi. Hz. Cebrail aleyhisselâm;

– Sen Rabbine niyaz et, bunu O’ndan iste, dedi. 

Bunun üzerine Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem, Beytü’l-Makdis’e doğru namaz kılacağı zaman başını sık sık semaya çevirmeye başladı.

Hicretten 16-17 ay kadar sonraydı. Şaban ayının 15. günü Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem Selemeoğulları’nı ziyarete gitti. Bu arada öğle namazının vakti girdi. Cemaatle namaza duruldu. Farz namazın iki rekâtı kılındıktan sonra şu mealdeki ayet-i kerime nazil oldu:

“(Resûlüm, vahyin gelmesi için) yüzünün göğe doğru aranıp durduğunu görüyoruz. Bunun için seni razı olacağın bir kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram’a (Kâbe’ye) doğru çevir. Ne şekilde olursanız yine yüzlerinizi Kâbe tarafına döndürünüz.” (Bakara 144)

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem namazın içinde yüzünü Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’dan Mekke’deki Kâbe’ye doğru çevirdi. Peşindeki cemaat de saflarıyla birlikte döndü. Böylece aynı namazın ilk iki rekâtı Beytülmakdis’e, son iki rekâtı da Beytullah’a doğru tamamlandı. İşte bu hadisenin cereyan ettiği Selemeoğulları Mescidi’ne “Mescidü’l-Kıbleteyn: İki Kıbleli Mescid” denildi.

Kıblenin değişmesi ile ilgili ayet-i kerime nazil olduktan sonra Mescid-i Nebevî’de bazı değişiklikler yapıldı. Kıble tarafına konulan ve mihrabı gösteren taş yerinden alınıp Mekke tarafındaki kapının yerine konuldu. Güneyde bulunan kapı da kuzey tarafına nakledildi. Mescidin yeni kıble istikametini tayin ve tespit işinde Cebrail aleyhisselâm da bulundu.

Mağfiret Gecesi Berat Kandili 

Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de ebedî kurtuluş beratını alanların âhiretteki durumu şöyle anlatılır: “İşte o vakit kitabı sağ tarafından verilen kimse der ki: ‘Alın kitabımı okuyun. Doğrusu ben hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum.’ Artık o hoşnut olacağı bir hayat içindedir, yüce bir cennettedir.”
(Hâkka 19-22) 

Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak, toparlanıp kendimize gelmek, tevbe ve istiğfarla kendisine yönelmemiz için fırsat verdiği mukaddes günlerden olan Berat Kandili, bağışlanmaya vesile bir gecedir. Bu geceye bereketli ve feyzi bol bir gece olması sebebiyle “mübarek gece”, günahların affı ve temize çıkarılma sebebiyle “kurtuluş gecesi”, kulların ihsana kavuşmaları nedeniyle de “rahmet gecesi” gibi adlar verilmiştir. Bu geceyi ibadet ve taatle geçirmenin büyük mükâfatı vardır. Hz. Âişe radıyallahu anhâ validemiz şöyle anlatır: 

“Allah Resûlü bir gece kalktı, namaz kıldı. Namazda secdeyi o kadar uzattı ki vefat etti sandım. Elimle ayağına hafifçe dokundum. Kımıldadı, sevindim. Yerime döndüm. O uzun secdesinde şöyle dua ediyordu: 

‘Allahım! Azabından affına, gazabından rızana sığınıyor, senden yine sana sığınıyorum. Şanın yücedir. Sana yaptığım övgüyü, senin kendi zâtına yaptığın övgüye denk bulmuyorum. Sana gereği gibi hamd etmekten acizim.’” 

Yine Hz. Âişe radıyallahu anhâ validemiz bir gece uyanmış, Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselamı yanında göremeyince dışarı çıkıp aramaya koyulmuştu. Nihayetinde onu Baki mezarlığında, başını göğe kaldırmış dua eder vaziyette bulmuştu. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, hem Hz. Âişe radıyallahu anhânın merakını gidermek hem de Allah Teâlâ’nın rahmetinin bu gece ne kadar geniş olduğunu anlatmak için şöyle buyurmuştu: 

“Şaban ayının yarısına denk gelen bu gece Allah dünya semasına rahmetiyle tecelli eder ve Kelb kabilesinin koyunlarının yünlerinden daha fazla sayıda insanı affeder.” (Tirmizi, Savm 39)

Şehr-i Ramazan 

Yüce Mevlâmız Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle buyurmuştur:

“Ramazan ayı, insanlar için hidayet rehberi olan, doğru yola ileten ve hakkı bâtıldan ayıran apaçık delilleri içeren Kur’an’ın gönderildiği aydır. Öyle ise sizden Ramazan ayına erişenler o ayda oruç tutsun. Kim (Ramazan ayında) hasta veya yolcu olursa (tutamadığı günler sayısınca) başka günlerde kaza etsin.” (Bakara 185)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de; “Ramazan ayı girdiğinde cennet kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar bağlanır.” (Buhârî, Savm 5, Bed’u’l-Halk 11) buyurarak bu ayın önemini zikretmiştir.

Hicrî yılın dokuzuncu ayı olan Ramazan, “günün çok sıcak olması, güneşin kum ve taşları çok ısıtması, kızgın yerde yalınayak yürümekle ayakların yanması” anlamlarındaki “ramad” kökünden türemiştir.

Ramazan ayı, ilk defa bu ismi aldığında güneş yılına göre yaz mevsimi yaşanıyordu. Mevsimin en sıcak, en yakıcı dönemine denk geliyordu. Şiddetli sıcaklığın hüküm sürdüğü bir zamandı. Daha sonra kamerî ayların yer değiştirmesiyle yaza veya kışa denk gelse bile aynı isimle kullanılmaya devam edildi.

İslâm’da Ramazan ayına büyük değer verildi. Kur’an-ı Kerim’de adı geçen ve değerine vurgu yapılan yegâne ay Ramazan ayı oldu. Ramazan kelimesinin önüne “şehr” yani ay kelimesi ilave edilerek “Şehr-i Ramazan” denildi ve bu aya özel isim yapıldı. 

Merhum Sezai Karakoç Samanyolunda Ziyafet adlı eserinde şöyle der:

“Ay gelip Ramazan’ı getirdiğini müjdelediğinde ne kadar sevinsek azdır. Bize Müslümanlığımızın daha bir güçlenip ilerideki yıllara geçeceğinin garantisini getirmiştir çünkü. Bize, gündüzü ve geceyi tüm anlamıyla getirmiştir. Namazları, sabırları ve şükürleri, hamdleri getirmiştir. Rızkı, rızk düşüncesini ve tevekkülü getirmiştir. Nimet fikrine erdirmiştir bizi.” 

Kur’an-ı Kerim bu ayda indirilmeye başlandı. İslâm’ın beş şartından biri olan oruç bu ayda tutulmaya başlandı. Ayet ve hadislerde bin aydan daha hayırlı olduğu bildirilen Kadir gecesiyle şereflendirildi. Teravih namazı bu aya mahsus bir ibadet kılındı. Malî bir ibadet olan fıtır sadakasının bu ayın sonunda ve bayramdan önce verilmesi emredildi. 

Bu ayda yapılan iyilik ve hayırlar, diğer aylara nispetle daha faziletli sayıldı. Diğer ibadet ve amellere de öteki aylara göre daha çok mükâfat verileceği bildirildi. Bu ayın son on gününde itikâfa girmek sünnet kılındı. “Üç Aylar” olarak bilinen mübarek bir mevsimin üçüncü ayı oldu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onu “mübarek bir ay” olarak nitelendirdi. Bu ayın girmesiyle cennet kapılarının açılıp cehennem kapılarının kapandığını ve şeytanların bağlandığını haber verdi.

Bu ayda, inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek oruç tutan kişinin geçmiş günahlarının bağışlanacağı bildirildi. Zira oruç tutulan bu ayda açlık ve susuzluğun etkisiyle insan zahmet çeker. Sonunda da güz yağmurlarının yeryüzünü yıkadığı gibi günah kirlerinden yıkanıp temizlenir.

Ramazan gecelerini ihya etmek son derece önemlidir. Ancak gecenin ihyasından maksat yalnızca teravih namazı kılmak değildir. Başka hayırlı ve güzel ameller de yapılmalıdır. Kur’an okumak, zikir ve tefekkürle meşgul olmak, Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselamın hayatını okumak, dini öğrenmekle meşgul olmak gibi güzel ameller Ramazan gecelerinde yapılması gereken işlerden olmalıdır. 

Oruç tutan kişinin Ramazan gecelerini, gündüzleri tuttuğu orucun sevabını yok edici davranışlardan uzak olarak geçirmesi de ihya anlamı taşır. Bu itibarla insan Ramazan’da her bakımdan kendisini hesaba çekmeli, kazandığı güzellikleri korumalı, işlediği günahlardan dolayı da tevbe etmelidir. 

Bin Aydan Hayırlı Gece: Leyle-i Kadr

“Kadir” değer, kıymet ve itibar demektir. Bu geceye Kadir gecesi denilmesi şeref ve kıymetinden dolayıdır. Zaman ve mekânlar kendilerinde meydana gelen önemli olaylarla değer kazanırlar. Kadir gecesini bu derece değerli kılan en önemli sebep de Kur’an-ı Kerim’in bu gece indirilmeye başlanmış olmasıdır. 

“Mescidimizi Aydınlattın”

Tahirü’l-Mevlevî rahimehullah Osmanlı’da Ramazan ayında yaşanan güzellikleri anlatırken şunları söyler:

“Mübarek Ramazan ayının gelmesi, camilerin gündüzleri ruhaniyetini, geceleri ise nuraniyetini artırır. Camiler ve mescidler gündüz vakti oruçlular sayesinde meleklerin toplantı yeri, geceleyin kandillerin fazlaca yakılmasıyla da yıldızlı bir sema halini alırdı. Kubbelerden ve tavanlardan titreye titreye yansıyan o parlaklıkta Allah’ın mağfiret nurları tecelli ediyormuş gibi görünürdü. Gözleri ve gönülleri nurlandıran o manevi aydınlıkla ehl-i imanın fikri, o aydınlığın feyizler saçan doğuş kaynağını düşünür, hatırası da muhterem mahfuzatı arasında şunu bulurdu ki:

1368 yıl önce Medine-i Münevvere’de yapılan Mescid-i Nebevî’nin döşemesi toprak, çatısı hurma dalları üstüne atılmış yaprak olduğu gibi, geceleri yine kuru hurma dallarının ve yapraklarının çıra gibi yakılmasıyla aydınlanırdı.

Peygamberimiz aleyhissalâtu vesselamın işte bu mübarek mescidini ilk defa kandil ile aydınlatan Temim-i Dâri radıyallahu anhudur. 

Siyretü’l-Halebiye yazarı diyor ki: Yatsı vakti olunca Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin mescidinde kuru hurma dalları yakılarak aydınlık meydana getirilirdi. Temim-i Dâri radıyallahu anhu Şam’dan Medine’ye gelirken, yanında getirdiği cam kandilleri mescidin direklerine astı. İçlerine zeytinyağı ve fitil koyup yaktı. Bunun üzerine Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellemin ‘Mescidimizi aydınlattın. Allah da seni münevver kılsın. Eğer bir kızım olsaydı mükâfatlandırmak maksadıyla sana nikah ederdim’ iltifatına nail oldu.”
(Dursun Gürlek, Dersaâdet’te Ramazan Akşamları)

Kur’an-ı Kerim’in nüzûlü ve Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellemin insanlığa son peygamber olarak gönderilmesi elbette bizim için en önemli hadiselerdir. Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle buyurulmuştur:

“Şüphesiz biz onu (Kur’an’ı), Kadir gecesinde nazil ettik. Kadir gecesinin ne olduğunu bilir misin? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. (Vazifeli) melekler ve Rûh (Cebrâîl) o gece Rableri’nin izniyle (takdir edilmiş) her iş için inerler. O gece fecrin doğuşuna (imsak vaktine) kadar esenliktir.” (Kadr 1-5)

“Biz onu (Kur’an’ı Kerim’i) mübarek bir gecede indirdik. Kuşkusuz biz uyarıcıyızdır. Katımızdan bir emirle her hikmetli işe o gecede hükmedilir. Şüphesiz biz peygamberler göndermekteyiz. Bu Rabbi’nin bir rahmetidir. O işitendir, bilendir.” (Duhân 3-6)

Enes b. Mâlik radıyallahu anhu, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

“Kadir gecesi olunca Cebrail, meleklerden bir cemaat ile iner. Ayakta ibadet eden (namaz kılan) veya oturarak Allah’ı zikreden her kula dua eder ve selam verirler.” (Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 3695)

Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anhudan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselam şöyle buyurmuştur:

“Her kim inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek Kadir gecesini ibadetle geçirirse geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhârî, Savm 6)

Kadir gecesi için Hz. Âişe radıyallahu anhâ validemiz de şöyle demiştir:

“Allah Resûlü, Ramazan’ın son on gününde itikâf edeceği yere çekilir ve ‘Kadir gecesini Ramazan’ın son on gününde arayın.’ derdi.” (Müslim, Sıyâm 40; İbn Mâce, Sıyâm 56)

Bu itibarla sâlih kimseler Ramazan ayının son on gününe girildiğinde, her geceyi Kadir Gecesi olabilir düşüncesiyle ibadetle ihya ederler.

Kadir gecesini ihya etmekten maksat, o gün yeryüzüne inen meleklere ve Cebrail aleyhisselâma eşlik edecek bir maneviyata yaraşır kulluğa sahip olmaktır. Bu kulluk da her şeyden önce bu geceyi bir af ve mağfiret muştusuna, huzuruna dönüştürmekle mümkündür.

Efendimiz aleyhissalâtu vesselam şöyle buyurur:

“Kim Ramazan ayı boyunca akşam ve yatsı namazını (ve teravihi) cemaatle kılarsa, muhakkak Kadir gecesine rast gelir ve o gecenin bereketinden büyük pay sahibi olur.” (Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 3707)

Hz. Âişe radıyallahu anhâ şöyle nakletmiştir:

Resûlullah sallallahu aleyhi veselleme,

– Ey Allah’ın Resûlü, Kadir gecesinin hangi gece olduğunu bilecek olursam o gece ne dua edeyim, diye sordum. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem;

– Allahım sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni de affet, diye dua et, buyurdu. (Tirmizî, Daavât 85)

Bayram Sevinci

“Bayram” manasına gelen Arapça “îd” kelimesi dönmek anlamına gelen “âde” kelimesinden türemiştir. Bayram günlerine “îd” denilmesini şöyle izah ederler:

“Müminler Ramazan orucundan sonra Fıtr bayramını, hac ibadetinden sonra da Kurban bayramını kutlarlar. Bu ibadetlere her sene tekrar dönerler ve ibadetlerini yeniden yaparlar. Cenâb-ı Hak da daima onlara sevap ile karşılık verir. Bu günlerin dönmesi, müminlere sevincin geri dönmesi anlamına gelir.”

Bayram, ilâhî ikramlarla sevinip huzur bulmak ve bu hali insanlarla paylaşmaktır. Bu yüzden bayramlarımız, ibadet tarafının yanı sıra kaynaşma, barışma ve paylaşma demektir. Bu güzel hasletler bu mübarek zamanlarda hikmet-i ilahî olarak kolaylaştırılmıştır. Ayrıca diğer vakitlere göre daha fazla sevap ile müjdelenmiştir. Efendimiz aleyhissalâtu vesselam buyurmuştur ki:

“Ramazan bayramı sabahı Allah Teâlâ melekleri gönderir. Melekler yeryüzüne iner, sokak başlarını tutarlar ve şöyle seslenirler:

– Ey Muhammed ümmeti! Bol hediyeler ihsan eden ve büyük günahları bağışlayan Rabbiniz’in huzuruna koşun!

Onların bu seslenişini insanlardan ve cinlerden başka bütün mahlukat işitir. İnsanlar camilerde toplanınca Cenâb-ı Mevlâ meleklerine şöyle seslenir:

– Görevini yapan kişinin mükâfatı nedir?

Melekler şöyle cevap verirler:

– Ey Rabbimiz! Ona verilecek karşılık, bedelini eksiksiz almak olmalıdır.

Cenâb-ı Mevlâ da meleklerine şöyle buyurur:

– Ey meleklerim sizleri şahit tutuyorum; ben onlardan razı oldum ve bağışladım.” (Beyhakî, Şuabu’l-Îmân 3695)

Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellemin kıldığı ilk bayram namazı, hicretin ikinci yılında kılmış olduğu Ramazan (Fıtr) bayramı namazıdır. O bu yıldan sonra bu namazı hiç terk etmemiştir. Şöyle buyurmuştur:

“Kim bayram günü üç yüz defa, ‘Sübhânallahi ve bihamdihî’ der ve bunu Müslümanların ölülerine hediye ederse her müminin kabrine bir nur girer ve o kişi vefat ettiği zaman Cenâb-ı Hak kendisinin kabri için de bin nur verir.” (Taberânî, el- Mu’cemü’l-Evsat, 1/357)

Nimete ermek, devamlı surette nimetler içerisinde kalmak değildir. Kaybetmemek için de birtakım sebeplere baş vurulur. Üç Aylar bizim için büyük bir nimettir. Ancak nimetler bunlarla sınırlı değildir. O halde ibadeti sadece bu aylarla sınırlamak yanlıştır.

Kazandığımızı Kaybetmemek için

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Amellerin Allah’a en sevimli olanı, az da olsa devamlı yapılanıdır.” (Buhârî, İmân 32)

Nimete ermek, devamlı surette nimetler içerisinde kalmak değildir. Kaybetmemek için de birtakım sebeplere baş vurulur. Üç Aylar bizim için büyük bir nimettir. Ancak nimetler bunlarla sınırlı değildir. O halde ibadeti sadece bu aylarla sınırlamak yanlıştır. Üç Aylar, yaşantımızda kalıcı değişiklikler meydana getirmediği müddetçe tam anlamıyla idrak edilmiş olamaz.

Öyleyse bize sunulan ömrümüzü yaratılmışların en değerlisi olma özelliğimiz gereğince yaşamalıyız. Özellikle mübarek gün ve geceleri özümüze dönmek, gaflet ve duyarsızlık içinde geçen günlerimizi sorgulamak, iyi davranışları artırmak, kötü fiillerimizi terk ederek manevi kirlerden temizlenmeye çalışarak değerlendirmeliyiz. Bunun için de Üç Aylar’da geniş anlamıyla ibadet sayılan her türlü yararlı işe yönelmemiz gerekir.

Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle gerçekte kalıcı olan, işleyeceğimiz yararlı amellerdir. Öyleyse bu müstesna günleri sadece kendimiz için değil; yakınlarımız, çevremizdeki insanlar, muhtaç ve garipler için yararlı olacak, onlara bir müjde ve umut götürecek katkılarla doldurmamız icap eder. Cenâb-ı Hakk’ın “Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya vermeyi emreder. Çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor” (Nahl 90) ilâhî hitabına uyarak sıla-i rahimi gözetmeli, yardıma ihtiyacı olanlara el uzatmalı, fırsat buldukça onları ziyaret etmeliyiz.

“Muhakkak ki müminler (dinde) kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin” (Hucurât 10) ayet-i kerimesi gereğince kardeşliğimizi sadece sözde değil, tutum davranışlarımızla da ortaya koymalıyız. Her ayı Ramazan, her geceyi de Kadir gecesi gibi yaşamaya gayret etmek; dargınlık, kırgınlık, kin ve nefretin yerine sevgiyi, merhameti, dostluk ve kardeşliği hâkim kılmak, yetimlerin, kimsesizlerin yüzünü güldürmek şiarımız olmalıdır.

Birlik ve beraberlik içinde nice mübarek aylara, kandillere ulaşmak dua ve temennisiyle… 

“Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Lütfu en bol olan sensin.” (Âl-i İmrân 8) 

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy