Hürriyet ve Kölelik
“Kul kanaat sahibi olduğu müddetçe hürdür. Hırsa kapıldığında köle olur.”
(Ahmed er-Rifâî kuddise sırruhû)
Kanaat, “azla veya elde bulunanla yetinmek, ihtiyaçları asgarî seviyede karşılayacak imkânlara razı olmak ve daha çoğunu elde etmek için hırsa kapılmamak” diye tarif edilir.
Lâkin bu ve benzeri tariflerin tamamı ahlâk-ı hamîdeden bir fazilet, edeb yahut hâl olan kanaati kâmil manada anlatmaya kifâyet etmez. Zira kanaat gibi görünen hâl, eldekiyle yetinmeye mecbur kalmanın, helâlinden maişet temini için çalışma hususunda acz göstermenin, tembelliğin, sorumsuzluğun tezâhürü de olabilir.
Halbuki kanaat, mevcut şartların katlanmaya icbar ettiği bir tavır değildir. O şartların her zaman imkân kıtlığına bağlı olması da gerekmez. Kanaat iradî bir tercihtir, hür olmanın iktizasıdır. Bu sebepledir ki ahlâka ve âdâba dair kitaplarda hürriyetle alâkasına mutlaka dikkat çekilerek izah edilir.
Rifâiyye yolunun pîri Ahmed er-Rifâî kuddise sırruhû hazretlerinin “Kul kanaat sahibi olduğu müddetçe hürdür. Hırsa kapıldığında köle olur” sözü bu alâkaya işaretle bizi kanaatin hakikatini kavramaya davet eden bir kelâm-ı kibardır.
Hazret’in davetine icâbet için de evvel emirde hürriyet tasavvurumuzu tashihe ihtiyaç vardır. Bugün hürriyet denildiğinde kabaca, “herhangi bir kısıtlama veya şarta bağlı olmaksızın kişinin kendi iradesiyle tercihte bulunup, dilediğini yapabilmesi” anlaşılıyor. Ancak irâdî zannedilen tercihlerde moda gibi, reklam gibi, dönemlerin yahut muhitin hâkim zihniyeti gibi sâiklerin tesiri gözden kaçırılıyor. Ekseriya da beşeriyetimizin bitmeyen arzu, istek ve ihtiyaçları manasında nefsimiz tayin ediyor tercihlerimizi.
Demek ki insan herhangi bir tesirden âzâde olarak bir tercihte bulunamıyor. Yani insan başına buyruk bir varlık değil. Kendisi fark edemese de doğrudan veya dolaylı, mutlaka bir şeylerin veya birilerinin yönlendirmesi altındadır; her halükârda “kul”dur.
İşte bizim irfânımızda hürriyeti de köleliği de belirleyen, insanın neye veya kime kul olduğudur. İnsan, Vücud-ı Mutlak olan Cenâb-ı Rabb’ül-Âlemîn’e kul olmuşsa hür; dünya metâına, nefsine, mâsivâya aldanıp fani unsurların sevkine tâbi olmuşsa köledir. Nitekim ulema kısaca, “Cenâb-ı Mevlâ’ya ihlâs ve sadakatle kulluk” diye tarif eyledikleri hürriyeti; bu manadaki kulluğun insan için en yüce mertebe olmasından hareketle de daha ziyade “şeref, izzet, asalet” kelimeleriyle karşılamışlardır.
Nitekim Ahmed er-Rifâî kuddise sırruhû hazretlerinin bahis mevzu ettiğimiz sözü, İmam Gazâlî rahmetullahi aleyhin daha önce söylediği “Kanaat izzet, hırs zillettir” kelâm-ı kibarının bir nevi tekrarıdır.
Hürriyetteki şeref ve izzet kâmil imanın; asalet ise “el ele, el Hakk’a” tarikiyle Hak Teâlâ’ya bağlanan silsileye intisâbın semeresidir. Ve kanaat, pek çok bakımdan hürriyetin, yani kendisinden başka ilâh olmayan Allahu Zü’l-Celâl’e ihlâs ve sadâkatle kulluğun tezahürüdür. Zira kanaat, dünya ile âhiret hesabı çatıştığında âhiret hesabını gözetmeyi öne aldıran bir zühd hâlidir. Fâtiha-yı şerîfedeki “yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz” mealindeki misakın davranışa yansımasıdır. Eşref-i mahlûkat olarak kendinden ednâlara el açmamak, minnet eylememektir. Kanaat, Cenâb-ı Hakk’ın taksimine rızadır. Nimetin çoğuna da şükürdür, azına da şükürdür. Azına da şükürdür, çünkü kul Rahman ve Rahîm olan Rabbi’nin kendisi hakkında hayırlı olanı murad eylediğinden emindir.
Kanaat, takdire teslim olup dünyevî imkânları artınca sevinmemek, eksilince üzülmemek suretiyle, huzuru muhafaza eyleyebilmektir. Eldekinden daha fazlasına meyletmeye mâni bir kalp itminanının eseridir. Daha çok ve daha çabuk dünyalık kazandıran ama insanı küçük düşüren kolay ve şüpheli yollar yerine; daha az kazandıran ama helâl olanı aramayı ve alın terini gerektiren daha meşakkatli yolları tercih yiğitliğidir.
Hülasa, kanaat ahlâkını inşâ eden zühd, rıza, şükür, huzur ve itminan gibi haller; zikrullaha, kulun Hak Teâlâ’dan gafil olmadığına, böylece ihlâs ve sadakatle Cenâb-ı Mevlâ’ya kulluk edildiğine, dolayısıyla hürriyet yahut izzete delâlettir.
Hırs ise kişiyi şiddetli ve sonu gelmeyen isteklerle dünyalık peşinde koşturan daha çok kazanma arzusudur. Nefsin yönlendirdiği bu beyhude koşu insana kulluğunu, yaradılış gayesini, dünyanın faniliğini, ölümü ve âhireti unutturur da onu şerefiyle mütenasip olmayan davranışlara, şüpheli işlere, harama sürükleyip zelil kılar. Böyleleri ne kadar çok kazanırsa kazansın itminan bulmayan bir kalbin huzursuzluğuyla, yarın endişesiyle, açgözlülükle malûldürler. Doymayan nefsin, gelip geçici dünyanın kulu kölesi olmuşlardır.
Kanaatsizlik yahut hırs, bir ahmaklık olması hasebiyle de zillettir. Ahmaklıktır, çünkü “asıl zenginliğin mal çokluğunda değil gönül tokluğunda olduğu” hakikatinden gaflettir. Ahmaklıktır, çünkü muhterisin, ne kadar çabalarsa çabalasın, kendisi için takdir edilenden daha fazlasının eline geçmeyeceğini bilmemesidir. Ve ölüm apaçık bir hakikatken, bütün mesaisini kabre götüremeyeceği şeylere sahip olmak için harcamanın, fâni hayatı ebedî saadete tercih etmenin akla ziyan ahmaklığıdır hırs.
Hırs şükre değil şikâyete, rızâya değil itiraza sevk eder. Şikâyet ve itiraz ise mahrumiyet hissinin iktizasıdır; esaret altında olanlara mahsustur. Oysa “Allah bes, bâkî heves” denilmiştir ve yine “Allah diyen mahrum olmaz” buyurulmuştur.