Sevilenden Gelen İmtihan
17. yüzyılın Nakşibendî mürşidlerinden İmam Rabbânî kuddise sırruhû hazretleri yaşadığı sıkıntılar üzerine kendisine üzülen dostları için Mektûbât’ında şu satırları kaleme almıştır:
İyiliğimizi düşünen dostlarımız bizim kurtulmamız için ne kadar çaba sarf ederlerse etsinler, bunların hiçbiri sonuç vermeyecektir. Hayırlı olan Allah Teâlâ’nın takdir ettiğidir. Beşer olmamız sebebiyle ilk zamanlar bu işten dolayı bir nebze sıkıntı yaşamıştık, fakat sonraları Yüce Allah’ın lütfuyla sıkıntının yerini ferahlık aldı. Artık kesin olarak biliyorum ki, bize eziyet veren bu insanların isteği Cenâb-ı Hakk’ın isteğine uyuyorsa, bundan sıkılıp rahatsız olmanın bir anlamı yok. Üstelik bu Allah’a olan muhabbete de aykırıdır. Zira sevenin gözünde, sevgilinin cefası da tıpkı sefası gibi hoştur.
Seven kimse sevgilinin tebessümünden hoşlandığı gibi öfkesinden de hoşlanır. Hatta öfkesinden daha fazla hoşlanır. Çünkü onun öfkesinde, seven kimsenin nefsinin hazzı ve bir payı bulunmamaktadır. Hak Teâlâ mutlak anlamda güzel olduğuna göre, O bir kimsenin cefasını dilemişse, O’nun bu dileği o kimsenin gözünde kendisi gibi güzeldir ve o kimsenin mutluluğuna vesiledir.
Allah dostlarının muradı Allah’ın muradına tâbidir. Bu durumda onların muradı da güzeldir ve bizim için mutluluk sebebidir. Sevgilinin işi nasıl güzelse, onun işinin zuhur etmesini sağlayan kulların işleri de güzeldir. Bu bakımdan işi yapan kullar da seven kimsenin nazarında sevimli olurlar. Ne ilginçtir ki, sevgilinin gazabının sûretini yansıttığı için kulların cefası arttıkça sevgilinin gözünde daha da güzelleşiyor.
Yani bu yolun ölçüleri terstir. Bize eziyet eden şahsa kötülük düşünmemiz, sevgiliye olan muhabbetimizle bağdaşmaz. Zira bu şahıs gerçekte sevgilinin fiilini bize yansıtan bir aynadan başka bir şey değildir. Bu bakımdan eziyet edenler diğerlerine göre bizim nazarımızda sevimlidirler.
Şu halde kardeşlerimiz boş yere sıkılmasınlar, eziyet edenlere karşı bir kötülük düşünmesinler. Aksine bu durumdan mutlu olsunlar. Tabii bu arada dua etmeyi ihmal etmesinler. Çünkü bizler Allah’a dua etmekle mükellefiz. Allah Sübhânehû dua etmemizden, kendisine sığınıp yalvarmamızdan hoşnut olur. Belaların kalkması için dua etmeli ve Allah’tan af ve afiyet dilemeliyiz.
Yukarıda, kendilerinden eziyet gördüğümüz kimselerin, bize Allah Teâlâ’nın gazabının sûretini yansıtan aynalar olduğunu ifade ettim. Bu ifademde Yüce Allah’ın gazabı yerine “gazabının sûreti” kelimesini kullanmayı tercih ettim. Zira Cenâb-ı Hakk’ın gazabı O’nun düşmanlarına mahsustur. “Sûreten gazap” ise sevenlere mahsustur ve hakikatte onlar için rahmetten başka bir şey değildir.
Seven kimse için hazırlanmış nice makamlar vardır ki bunlar sevgilinin sûreten gazabında gizlidir. Ne var ki bunları açıklamamız mümkün değildir. Ayrıca sevenlere tecelli eden sûreten gazapta inkârcıların helâki vardır. Zira bu durum onları korkunç bir imtihanla baş başa bırakır. Şeyh Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin “Ârifin isteği olmaz” sözünü hatırlayın. Yani ârif kul, üzerinden bir belanın kalkması yönünde bir isteğe sahip olamaz.
Ârif kul, sevgiliden gelen belanın onun arzusu doğrultusunda gerçekleştiğine kanaat getirdiğinde artık o belanın kalkmasını nasıl isteyebilir? O diliyle belanın kalkması için dua etse bile bu sadece dua ile ilgili emre itaat içindir. Yoksa hakikatte velînin bir isteği olması şöyle dursun, o bu halinden memnundur.
Bir Kâmil Mürşide Varmazsan
İmam Rabbânî kuddise sırruhû hazretleri bir diğer mektubunda da şu satırları kaleme almıştır:
Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd ve O’nun seçtiği kullara selam olsun.
Bu yolun başında olan kişi mutlaka zikir yapmalıdır. Çünkü yükselmesi zikre bağlıdır. Tabii ki zikrin, kâmil ve kemale erdirebilen (mükemmil) bir mürşidden alınması gerekir. Eğer bu şart bulunmazsa bu zikir çoğunlukla, neticesinde sevap elde edilen, fakat mukarreb kullarla ilgili olan yakınlık derecesine ulaştırmayan ebrârın virdleri kabilinden olur.
“Çoğunlukla ebrâr virdleri kabilindendir” şeklinde ihtiyatlı bir ifade kullandım. Zira Hak Sübhânehû’nun, sâliki herhangi bir şeyhin aracılığı olmaksızın da terbiye etmesi, zikir ile onu mukarreb kullardan kılması, hatta zikri tekrar etmeksizin yakınlık mertebelerine kavuşturması ve sâlikin bu şekilde Allah Teâlâ’nın velîlerinden olması mümkündür.
Zikrin bir mürşid-i kâmilden alınması gerektiği şeklinde yukarıda zikrettiğimiz şart çoğunluk ve genellik itibarıyladır. Hikmet ve âdete göredir.
Zikre bağlı olan muamele Hak Sübhânehû’nun ihsanıyla tamamlanıp, hevâ ilâhlarıyla ilgilenme durumundan kurtuluş mümkün olursa ve nefs-i emmâre nefs-i mutmainneye dönüşürse, artık o zaman terakki zikirle hâsıl olmaz. Bundan böyle zikrin hükmü ebrâr kulların virdlerinin hükmündedir. Bu makamda yakınlık mertebelerini kat etmek Kur’an okumaya ve namazları uzun tutarak ve huşû içinde kılmaya bağlıdır. Daha önce zikirle ulaşılanlara artık Kur’an okumakla, özellikle de namazda okumakla ulaşılır.
Hülasa, bu durumda zikrin hükmü, ebrârın virdlerinden olması hasebiyle başlangıçta Kur’an tilaveti hükmündedir. Tilavetin ise Hak Teâlâ’ya yaklaştırıcılardan olması hasebiyle, başlangıçta ve ortada zikir hükmünü alır.
İlginçtir ki bu durumda Kur’an ayetlerinden olduğu için, Kur’an tilaveti adıyla zikir tekrarlanırsa ve zikre de istiâze ile başlanırsa, Kur’an okuma sonucu ulaşılan faydalar bu zikir sonucunda da elde edilir. Ancak zikir, Kur’an tilaveti adıyla tekrarlanmazsa ebrâr kulların ameli gibi olur.
Her amelin bir yeri ve zamanı vardır. Eğer zamanında eda edilirse güzel ve hoş olur. Yoksa kendisi güzel bir amel olsa bile, çoğunlukla yanlış olur. Bunu bir misalle açıklarsak; mesela Fâtiha sûresinin teşehhüdde okunması yanlıştır. Bu sûrenin “Ümmü’l-Kitâb: Kitab’ın Esası” olması sonucu değiştirmez.
Dolayısıyla mürşid, bu yolda olmazsa olmazlardandır. Onun öğretmesi en mühim işlerdendir. Yoksa boşa kürek çekilmiş olunur. Büyüklerden biri şöyle demiştir:
“Yolun başlangıcında iken şaşı olduğun için
Öncelikle seni yönlendirecek bir mürşid elzemdir.”