Takva Sahibi ve Zengin
Sa’d b Ebû Vakkas radıyallahu anhudan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdular: “Şüphesiz Allah, müttakî, zengin, hafî (gizli) kulu sever.”
(Müslim, Zühd 11)
Hadis-i şerifte Allah Teâlâ’nın şu üç vasfa sahip olan kullarından hoşnut olduğu haber verilmiştir: Takva sahibi, zengin ve halini gizleyen.
Allah Teâlâ’nın kula sevgisi, ondan razı olduğu, ona iyilik ve yakınlık irade ettiği anlamına gelir.
Hayat, bütün imkân ve nimetleriyle insana bahşedilmiş bir emanettir. Bahşedenin rızası doğrultusunda, en yüksek gaye ve menfaati gerçekleştirmek üzere kullanılması gerekir. Müslüman için Allah Teâlâ’ya kul olmak ve O’nun hoşnutluğuna nail olmaktan daha üstün bir gaye veya fazilet yoktur ve olamaz.
O halde Müslüman Allah sevgisine (muhabbetullaha) layık olmaya çalışmalı, sermayesini vaktini, malını ve gücünü bu yolda sarf etmelidir. Kısacık dünya hayatında gaflete düşme, nefsin ve şeytanın ayartmalarına aldanıp dünyaya, boş meselelere dalma, pişman olacağı şeylerin peşine düşme lüksü yoktur.
Dünya meşgalesinin ardı arkası kesilmez. İlâhî rıza ve muhabbetullaha nail olma imkânı varken insanın dünya işlerine dalıp kaybolması, ona gereğinden fazla önem vermesi, sınırlı nefesini, takatini bu uğurda tüketmesi büyük gaflettir. Emaneti faydasız işlerde israf etmektir.
Öncelik sıralaması
Hadis-i şerif, genel itibariyle kaynaklarda “takva”, “ihlâs” ve “uzlet” başlıkları altında yer alır. İlâhî hoşnutluğa vesile olan bu özellikler öncelik sırasına göre tertiplenmiştir. Takva hepsinden önceliklidir. Zenginlik takvayı, halin gizlenmesi ise hem takvayı hem de zenginliği tamamlayan, güzelleştiren faziletlerdendir.
Kişinin takva sahibi, üstelik bir de zengin olduğu halde bunları gizlemesi, insanlar arasında güç ve itibar için kullanmaması ihlâsı, yani Rabbi’ne karşı samimiyeti ile ilişkilidir. Dindarlığı ve zenginliği gizlemek zordur; nefs üstünlüğünü göstermek, şeytan ise sürekli ayartmak ister. Buna rağmen kişinin durumunu açığa vurmaması, tevazuyu elden bırakmaması onu Allah Teâlâ’nın sevgisine nail kılar.
Hak Teâlâ’ya layıkıyla kulluk yapmak takva işidir ve zordur. Kalbin daima temiz, niyetin düzgün olması gerekir. Nitekim Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem mübarek göğsüne üç defa işaret ederek: “Takva buradadır” buyurdular.
[Bu hadis-i şerifin tamamı şöyledir: “Müslüman Müslümanın kardeşidir; ona zulmetmez, onu küçük görmez, onu yüz üstü bırakmaz. (Üç defa göğsüne işaret ederek) takva işte buradadır. Bir Müslümanın Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi ona kötülük olarak yeter. Her Müslümanın diğer Müslümana kanı, malı ve ırzı haramdır.” (Müslim, Birr)]
Kulun fazileti takvada, takvası ise samimiyetindedir. Allah Teâlâ kullarının takvada yarışmalarını ister. Kur’an-ı Kerim’de: “Sizin en hayırlınız en takvalı olanınızdır” buyurulur. (Hucurat 13)
Takva
Takva, Allah Teâlâ’dan sakınmaktır. Bu da iman edip ilâhî emirlere uymak ve haramlardan sakınmakla mümkün olur. Şu halde takva İslâm’ı kalben ve bedenen yaşamaktır. Hayatı son ana kadar iman, ibadet ve istikamet üzere sürdürmektir. Bu anlamıyla imanın meyvesi, kemâlatının delilidir. Takvanın derecesi kulun teslimiyetini, sülûkünü, karar ve istikrarını tayin eder, şekillendirir.
Allah Teâlâ’dan sakınmak, niyet ve hedefe göre üç seviyede gerçekleşir:
İlki cehennem azabından kurtulmak ve cennete girmek maksadıyla Allah’tan sakınmak. Bunun için sağlam bir iman ile emir ve yasaklara riayet yeterlidir.
İkincisi, Allah Teâlâ’nın azametine saygı ve sevgi duyarak sakınmaktır. Bu da emirlerini yerine getirirken yanlış veya eksik yapmaktan, günahlardan ve maksadı aşan davranışlardan sakınmak, her durumda Allah odaklı yaşamaktır.
Takvanın daha ileri seviyesi ise verâdır. Verâ, kulun nefsini murakabe ve muhasebe halini muhafaza etme halidir. Verâ sahibi şüpheli şeylerde, hatta mübahlarda dahi Allah Teâlâ’dan hayâ eder, haddi aşmaktan endişe duyar ve sakınır. Nitekim bir hadis-i şerifte kullukta insanların en iyisinin verâ sahipleri olduğu bildirilmiştir. (İbn Mace, Verâ ve Takva, nr. 4217)
Takva sahibinin soruları
Müttakî yani takva sahibi kul, kalben mutmain olmadığı işi yapmaz. İnce eler, sık dokur, dinen mahzurlu olmasa dahi yapılan her ameli şer’î mizanda tartar ve karara bağlar. Şu dört suale tatmin edici cevap bulamadığı takdirde ondan sakınır:
• Ne yapıyorum? Bu soru, yapılan amelin ebedi hayat açısından durumunu belirlemeye yarar. Bir başka ifadeyle faydasız veya dinin ölçülerine uymayan hal ve davranışlardan sakınmayı sağlar.
• Niçin yapıyorum? Bu soru yapılan işin gerekçesini, gayesini belirler. Allah emrettiği için mi, yoksa nefs veya şeytan böyle yönlendirdiği için mi? Bu sorunun cevabı amelin değerini, kabule layık olup olmadığını, ibadet yahut isyan; hangi sınıfa ait olduğunu belirler.
• Nasıl yapmalıyım? Bu soru, amelin dinin belirlediği kurallara uygun, doğru ve tam yapılmasını sağlamaya yöneliktir. Usûl ve ölçülerine dikkat edilmeden yapılan işler eksik kalır, yanlış sonuca götürür. Bu da kabul veya reddedilme sebebidir.
• Kim için yapıyorum? Bu sorunun cevabı kişinin amelindeki niyetini, samimiyetini ve önceliğini belirler. Bir işin sırf Allah rızası için mi, yoksa nefsi tatmin etmek, övünmek veya dünyevî çıkar elde etmek için mi yapıldığı işin gerçek değerini belirler. Niyet doğru değilse yahut samimiyet (ihlâs) eksikse amel kabule mazhar değildir.
Zenginlik
Zenginlik, varlıklı olmakla ilgili genel bir ifadedir. Varlıklı olmak hem maddi hem manevi varlıklar için geçerlidir. İhtiyaç fazlası mal varlığı olan kimseye zengin denildiği gibi malı olmadığı halde muhtaç olduğunu hissettirmeyen kanaatkâr kimseye de zengin denir.
Hakikatte asıl zenginlik kanaattir, gönül zenginliğidir. Nitekim bir hadis-i şerifte Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem; “Gerçek zenginlik mal çokluğu değil, gönül tokluğudur” buyurmuşlardır. (Buharî, Rikak 15; Müslim, Zekât 40)
Aslında ihtiyaç fazlası miktarda mala sahip olmak, başkasına muhtaç olmayacak kadar mal edinmek, bunun için çalışıp çabalamak dinen tasvip ve teşvik edilen bir durumdur. Yeter ki takvaya eşlik etsin ve Allah’a yakınlığa vesile olsun. Bu durumda mal veya zenginlik ilâhî lütuftur ve fazilettir.
Mal zenginliği takva ile taçlandığında ilâhî rıza ve sevgiye ulaşma vesilesidir; dünyada âhirette mutluluk kaynağıdır. Aksi durumda takva fakiri zengin için mal varlığı veya itibar külfettir. Dünyası âbâd olabilir, ancak –maazallah- ilâhî sevgiden ve ebedi saadetten mahrum olur.
Bugünkü genel geçer anlayışın aksine zenginlik ve itibar Allah’a yakınlıkta, yani takvadadır. Takvası çok olanın ameli, ameli çok olanın zenginliği çoktur. İnsanın ihlâsla yapılmış ameli yoksa mal ve itibar zenginliğinin bir faydası yoktur. Asıl fakirlik ise ibadet ve takva yoksunluğudur.
Gönlü zengin kimse kanaat ehlidir, mal toplama, biriktirme hırsı veya kullardan bir beklentisi yoktur. Allah’ın lütfettiği imkânları yine O’nun rızası uğruna hayırlı işlere sarf eder. Gönlü fakir, mal mülk bakımından zengin kimsenin zenginliği ne kendisine ne de başkalarına yarar, asla mal toplama hırsından kurtulamaz.
Halin gizlenmesi
Kulun kendi halinde, gösterişten uzak, işiyle ve ibadetiyle meşgul olma halidir. Bu takvayı ve yapılan amelleri güzelleştiren, seviyesini yükselten bir meziyettir.
Takva ehlinin sevinci, üzüntüsü, dostluğu ve düşmanlığı hep Allah içindir. Onlar için Allah Teâlâ’nın muhabbetini kaybetmekten daha büyük acı ve kayıp olamaz. Takva sahibi kaçırdığı fırsatlar veya yapamadığı ibadetler için üzülür, bir an önce telafi etmeye çalışır. İbadet ve taatini çoğaltmaya gayret eder. Asla amelini yeterli ve güvenilir görmez. Bu da ancak Allah Teâlâ’yı hakkıyla bilmekle yani marifetullah ile olur. Marifetullah ise iman, ilim ve amele bağlı ilâhî bir lütuftur.
Gönlü marifetullaha açılan kimsenin huzuru, sevinci, mutluluğu Allah’a yakınlıkta ve ibadettedir. Bunun için yalnızlığı yani uzleti tercih etmesi tabiidir. Dünya meşguliyeti, kalabalıklar ona rahatsızlık verir.
Bu yüzden zorunlu olmadıkça dünya işlerine, insanlara karışmaz, vaktinin çoğunu ibadet ve taatte geçirir. Nitekim muhabbetullaha tâlip olan belli ölçüde uzleti tercih etmek durumundadır. Bu durum fitne ve karışıklıkların çoğaldığı ortamlarda zorunluluk haline gelir. Tıpkı hadis-i şerifi bizzat haber veren büyük sahabi Sa’d b. Ebî Vakkas radıyallahu anhunun yaptığı gibi.
Sa’d b Ebî Vakkas radıyallahu anhu hazretleri ilk Müslümanlardan ve cennetle müjdelenenlerdendir. Hz. Osman radıyallahu anhunun halifeliği esnasında çıkan fitne ve karışıklıklara çok üzüldü. Medine dışındaki ağıllarına çekildi ve orada ibadet ve malların bakımıyla meşgul oldu.
Bir gün devesine binmiş, doludizgin kendisine doğru gelmekte olan birini görünce huzursuzlandı: “Şu deveye binmiş adamın şerrinden Allah’a sığınırım” diye dua etti. Gelen oğlu idi. Babasına dedi ki:
– Baba! Millet Medine’de iktidar kavgası yapıyor. Sen ise burada deve ve koyunlarının arasına mı çekildin?
Hz. Sa’d eliyle onun göğsüne vurdu ve;
– Sus! Ben Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin şöyle buyurduğunu işittim, dedi ve yukarıdaki hadis-i şerifi zikretti.
Hayatını Sünnet-i Resûlullah’a göre yaşayan bu büyük zat, Hz. Osman radıyallahu anhunun şehit edilmesiyle birlikte köşesine çekildi, kendi halinde işi ve ibadetiyle meşgul oldu ve hiçbir olaya karışmadı.