TASAVVUF
Bütün tasavvuf tanımlarının ortak özelliği, bir ayet-i kerime ya da hadis-i şerife dayanmalarıdır. Çünkü tasavvuf, Hakk’ın rızasına ermek için Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye doğrultusunda yürümektir. Bu yol, hayatı Kur’an ve Sünnet ölçüsünde anlamlandırma, her hal ve davranışta Allah Resûlü’nün izini sürme gayretidir. Zira tasavvuf, vahyin nuruyla aydınlanan bir kalbin, Sünnet’in rehberliğinde Allah’a vuslat yolculuğudur. Bu yüzden her hakiki tasavvuf tanımı, kaynağını ya bir ilâhî buyruktan ya da nebevî bir hikmetten alır; özünde Kur’an’a dayanır, şeklini ve muhtevasını Sünnet’ten alır, hedefini ise Allah’ın rızasında bulur.
Tasavvuf, insanın nerede ve nasıl olursa olsun, Allah’ın huzurunda olduğunun bilinciyle hareket etmesidir. Nitekim ayet-i kerimede bu durum şöyle ifade edilir: “Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir.” (Hadid 4) İşte tasavvuf kulu bu idrake erdiren, her ânı ilâhî yakınlık içinde yaşamasını öğreten, kalbi gafletten uyandırarak sürekli bir huzur ve birliktelik şuuruna taşıyan bir arınma ve bilinç yolculuğudur.
Tasavvuf, kulun kalbini mâsivâ denen Hak’tan başka her şeyden arındırıp sadece O’na yönelmektir. Kur’an-ı Kerim’de bu hakikat şöyle ifade edilir: “Rabbin’in adını an; her şeyi bırakıp yalnız O’na yönel”. (Müzemmil 8) İşte tasavvuf bu ayet-i kerimenin çağrısına kulak verip hakikatine ulaşma çabasıdır. Zikri hayatın merkezine alıp, varlıkları bir ayet (delil) görerek sadece Allah’a yönelmek ve bu sayede ilâhî dostluğa ermek olan tasavvufun ana gayesi, Allah’ın rızasına muvafık bir hayat yaşamaktır.
Tasavvuf, kulun iradesini Allah Teâlâ’nın muradına teslim etmesidir. O’nun dilediğini kendi dileği bilmek, O’nun razı olduğuna razı olmaktır. Tasavvuf büyüklerinden Rüveym kuddise sırruhû’nun ifadesiyle: “Tasavvuf, iradeyi Allah Teâlâ’nın muradına teslim etmektir.” Bu teslimiyet kul ile Rabbi arasında karşılıklı bir rıza haline dönüşür. Kur’an-ı Kerim bu hali şöyle müjdeler: “Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır.” (Mâide 119; Beyyine 8) İşte tasavvuf, bu karşılıklı rızanın eşiğine varabilme yoludur. Hakk’ın muradında yok olarak Hak ile var olmaktır.
Tasavvuf, Hakk’ın emir ve yasaklarına sadakat göstermek, halka rahmet ve merhametle muamele etmektir. Abdülkadir Geylânî kuddise sırruhû hazretleri; “Tasavvuf, Hakk’a karşı sadakatli, halka karşı güzel ahlâklı olmaktır” der. Nefsi arındırmak suretiyle elde edilen bu hal Kur’an-ı Kerim’de şöyle beyan edilir: “Nefsini arındıran elbette kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere boğan da kaybetmiştir.” (Şems 9-10) Tasavvuf, işte bu arınma yolculuğudur. Kalbini kötü vasıflardan temizleyip iyi ahlâkla bezeyen insan ister istemez herkese merhamet ve şefkatle davranır. Her bir insanı Allah’ın bir eseri olarak görür. Sıfatlara göre değil, öze göre hareket eder.
Nefsini arındırmayan ise tam tersi bir hale düçar olur. Allah ile arası iyi olmadığı için insanlarla da arası iyi değildir. Muamelesi sert, kaba ve nefsânîdir. Sıfatlara bağımlı olduğu için özü göremez. İnsanları, Allah’ın kulları olarak değil; mevkiine, zenginliğine, dış görünüşüne yahut kendi menfaatine olan yakınlığına göre değerlendirir. Bu bakış açısı onu hem insanlar nezdinde güvensiz bir hale getirir hem de Hakk’ın yakınlığından uzaklaştırır. Zira nefsin karanlığı kalbin nurunu perdeler.
Tasavvuf ise bu perdeleri aralayarak insanın hem Rabbi ile hem de diğer kullarla sahih bir bağ kurmasını sağlar. Böylece kişi Hakk’a sadakat ve halka merhamet üzere bir hayat yaşar; kendisini bilen, haddini bilen ve nihayet Rabbi’ni bilen bir insana dönüşür.
Tasavvuf, dünya hayatının gelip geçiciliğin (fâniliğinin) farkına vararak, kalbin mutlak olan Allah’a yönelmesi ve O’nun sevgisiyle temizlenip süslenmesidir. Resûlullah Efendimiz; “Bilin ki bedende öyle bir et parçası vardır ki, o iyi olursa bütün beden iyi olur, o bozulursa bütün beden bozuk olur. Bilin ki o kalptir” (Buhârî) buyurarak, beden ülkesinin sultanın kalp olduğunu ifade eder. Allah Teâlâ da bu konuda şöyle buyurur: “O gün ki ne mal fayda verir ne oğullar. Ancak Allah’a selim bir kalb ile varan başka.” (Şuara 88-89) İşte tasavvuf, bu ayetin rehberliğinde dünyevî bağlılıklardan ve nefsin geçici arzularından arınıp, Allah’a saf bir sevgi ve teslimiyetle yönelmektir.
Tasavvuf, tarih boyunca pek çok şekilde tanımlanmıştır. Kimisi onu nefsin terbiyesi ve arınması olarak görürken, kimisi Allah’a ulaşma yolu, kimisi de kalbin ilâhî aşkla dolup taşması olarak tanımlar. Bunların hepsi doğrudur. Bu çok yönlülük tasavvufun zenginliğini ve derinliğini ortaya koyar. Tasavvufun tanımları, onu yaşayan velîlerin bakış açılarına göre çeşitlilik gösterir. Ebu Said Ebu’l-Hayr hazretleri de bu tanımlarla ilgili şöyle buyurur: “Tasavvufun mahiyeti hakkında yedi yüz pîr konuşmuştur. Yapmış oldukları tanımların en güzeli ve en mükemmeli şudur: Tasavvuf, zamanı uygun şekilde kullanmaktır.” İşte bu tanım da yine bir ayet-i kerimeden mülhemdir: “Oysa âhiretin yanında dünya hayatı geçici bir faydadan başka bir şey değildir.” (Ra’d 26 vd.) O halde tasavvuf, her vakitte o vakit için en uygun olanı yapmaktır ki bu sayede geçici olan dünya hayatı sonsuz olan âhiret hayatının kurtarıcısı olsun.