Adı Konulmamış Uyuşturucu
İnsanın gündelik hayatı, esasen iki ana eksen üzerinde ilerler. Bunlardan ilki, gerçeklikle kurduğu doğrudan ilişkidir. Bu ilişki zaman zaman sarsıcı ve yıkıcı, zaman zaman ise teskin edici ve yapıcı olabilir. Gerçeklik insanın iç dünyası yani duygu ve arzularıyla birlikte, dış dünyadan gelen etkilerin toplamından oluşan bir ilişkidir. Başka bir ifadeyle, insan her gün bir şekilde gerçekliğe maruz kalır. Beklenmedik haberler, ekonomik zorluklar, sağlık sorunları, sosyal ilişkiler gibi. Tüm bunlar, insanın dengesini zorlayan kırılgan bir zemin oluşturur.
Peki, insan bu ağır gerçeklik yükünden nasıl sıyrılabilir? İşte burada ikinci bir unsur devreye girer. Hayal. İnsan, hayal ederek gerçekleşmesini arzuladığı şeylerin ihtimaline sığınır. Kendine yeni bir varoluş alanı açar. Böylece gündelik hayat, bir anlamda gerçeklerle yaşanmak istenenlerin çatışmasına dönüşür. İnsan, bu iki zıt kutup arasında sürekli gider gelir. Bir yanda karşı konulmaz bir gerçeklik, diğer yanda ise hayal dünyasındaki beklentiler. Bu iki kutup arasında dengede kalabilmek adına ürettiği araçlar, kimi zaman bilinçli kimi zamansa farkında olunmadan başvurulan kaçış noktalarına dönüşür. Bu araçlar bir anlamda “modern afyon”dur.
Tam da bu noktada alışveriş merkezleri gibi tüketim tapınakları devreye girer. Onlar, insanın hayal dünyasına kapı aralarken aynı anda gerçeklikten uzaklaşmasını mümkün kılan yapay bir evren sunar. Parıltılı vitrinler, sürekli yenilenen ürünler ve sınırsız tüketim vaadiyle donatılmış bu mekânlar, hem bir simülasyon hem de kısa süreli bir sığınaktır. Gerçeklerden kaçmanın belki de en rafine biçimidir diyebiliriz. George Ritzer, bu durumu şöyle aktarıyor:
“Alışveriş mağazalarının cazibesi, en azından kısmî olarak alışverişi daha öngörülebilir hale getirme becerisine bağlanabilir. Örneğin, ‘burada (mağazada) çalışan çocuklardan biri bana neden mağazayı sevdiğini anlattı… Çünkü dışarıda hava ne olursa olsun, burada hava hep aynı. Bunu seviyor. Yağmurun yağdığını bilmek istemiyor; bu onu mutsuz ediyor’. Mağazalarda dolaşan tüketiciler aynı zamanda, şehrin sokaklarında etraflarına çevrelenmiş suçtan da görece âzâdeler. Kötü havaların olmayışı ve suçun görece yokluğu, alışveriş mağazalarının bir başka öngörülebilir gününe işaret etmektedir; her zaman neşeli ve eğlencelidirler.”
George Ritzer, Toplumun Mcdonaldlaştırılması, Ayrıntı Yayınları, Çeviren: Akın Emre Pilgir, 2024
Boykot ve İstiğna
Boykot, son dönemlerde gündemde daha fazla yer bulan bir eylem biçimi olarak karşımıza çıkıyor. Ancak hem bir kavram hem de bir tepki şekli olarak kendi içinde ciddi bir tutarsızlık barındırıyor. İşte bu yüzden, basit ve gündelik tepkilerin ötesine geçerek sahici ve köklü bir teklifi gündeme almak gerekir. Prof. Dr. Sadettin Ökten’in bu noktadaki yaklaşımı oldukça tatmin edici. O, “boykot” yerine “müstağni” kavramını tercih ediyor. Müstağni “bir şeye ihtiyaç hissetmeyen, ondan uzak duran” demek. “İstiğna” kelimesinden geliyor. Boykotun, gerçek anlamda bir kayıtsızlık değil, daha çok bir mecburiyetin, bir zorunluluğun ifadesi olduğunu itiraf etmemiz gerek. Ne zaman büyük ve ses getiren bir boykot eylemi görsek, bu aynı zamanda boykot edilen ürün ya da markanın hayatımızdaki yaygın karşılığını da gözler önüne serer. Yani aslında sadece belli gerekçelerle “şimdilik” vazgeçtiğimiz şeyler üzerinden şekillenen bir tepkidir boykot. Gerekçeler ortadan kalktığında eski alışkanlıklar kolaylıkla geri döner. Bu da, tüketmeye fazlasıyla istekli olduğumuz ama belli ahlâkî veya siyasî sebeplerle kısa süreliğine uzak durduğumuz küresel ürünlerin, esasen bizimle temelden bir problem yaşamadığını ya da bizim onlarla yaşamadığımızı gösterir.
Sadettin Ökten, tam da bu noktada Müslümanın zaten bu ürünlerle yolunun baştan kesişmemesi gerektiğini, yani onları boykot etmek zorunda kalacak bir tüketim ilişkisine hiç girmemesi gerektiğini savunuyor. Buna göre Müslümanın aslî tavrı boykot değil, müstağni olmaktır. Zira söz konusu küresel markalar, ne zaman iyi ne zaman kötü olacaklarını rüzgâra göre belirleyen yapılar değildir. Onlar daima siyasetin gölgesinde hareket eder ve oradan beslenir. Roger Garaudy de bu durumu açık biçimde ifşa eder. Küresel markaların nasıl iş tuttuklarını, hangi ideolojilere sırtlarını yasladıklarını ve Müslümanların neden vakitlice müstağni kalmaları gerektiğini tüm açıklığıyla şöyle ortaya koyar:
“Epey zaman önce bir İslâm ülkesindeydim. Sudan’da idim. O zamanlar Hasan Turabi, Sudan’ın ilham kaynağı idi. Bana soğuk içecekler ikram ediyordu ve arasında Coca Cola da vardı. Kendisine, ‘Affedersiniz Turabi, bunun burada bulunması beni çok şaşırttı’ dedim. Turabi bana, ‘Ben de sizin gibi düşünüyorum. Fakat Coca Cola’yı yasaklatmak istediğimde -Coca Cola özel bir şirket olmasına rağmen-, Amerikan hükümeti bana, ‘Bunun ithalâtını yasaklarsanız, araçlarınızın yedek parçaları size verilmeyecektir’ tehdidinde bulundu’ dedi. Görüyor musunuz, özel bir şirket Amerikan hükümeti tarafından nasıl destekleniyor!”
Roger Garaudy, Amerikan Efsanesi, Timaş Yayınları, Çeviren: Cemal Aydın, 2020
Teknoloji Kimin İşine Yarıyor?
İçinde yaşadığımız dünya düzeni, her geçen gün insanca yaşamanın sınırlarını biraz daha daraltıyor. Üstelik bunu yaparken bizi, bizzat kendi ellerimizle kendimize karşı kullanıyor. Eğer hâlâ kapitalizmin nüfuz edemediği bir yaşam biçimi kaldıysa da muhtemelen artık çok geç. Günlük hayatımızın en mahrem yönlerine dahi sızmış küresel kapitalist unsurların etkisi, çoğu zaman fark edilemeyecek denli görünmez halde. Oysa bizim ya duyarsızlıkla ya da anlık cılız tepkilerle geçiştirdiğimiz birçok mesele, gerçekte karşımıza devasa bir sermaye canavarı çıkartıyor.
İnternet ağları ve dijital dünyanın uzantılarını düşünelim. Hem şikâyetçi hem de bağımlısı olduğumuz bir kolaylık belası değil mi? Teknolojiyi teknolojiyle alt edemezsiniz derler. Çünkü sistem teknik olarak buna müsaade etmez. O zaman ne yapmalı? Her zaman olduğu gibi neler olduğunu anlamakla başlamalı işe. Farkına varmadan kapıldığımız teknolojik kolaylıklar, dünyada tamir edilemez yaralar açıyor. Ne var ki bu konfor düzenine karşı müstağni kalamıyor, şikâyet ederken bile aynı döngünün içinde dönüp duruyoruz. Bu gidişin sonu belli. Sermaye canavarları, şikâyetlerimizin ötesine geçip bizleri daha büyük felaketlerin eşiğine sürüklüyor. Ve biz, farkında olmadan o eşiğin taşlarını kendi ellerimizle döşüyoruz. Kendi elimizle neler yaptığımızın çıktısını Johann Hari’den okuyalım:
“Ortada nasıl bir paranın söz konusu olduğunu anlamanız için: Google’ın kurucularından Larry Page’in şahsi serveti 102 milyar dolar iken, Sergey Brin’in 99 milyar dolar, birlikte çalıştıkları Eric Schmidt’in ise 20,7 milyar dolar. Google’ın şirket olarak değeri ise şu an itibarıyla 1 trilyon dolar. Sadece bu üç adamın mal varlığı, petrol zengini Kuveyt’teki herkesin, her binanın ve banka hesabının toplam değerine eşit neredeyse; Google’ın değeri ise kabaca Meksika veya Endonezya’nın toplam servetine eşit.”
Johann Hari, Çalınan Dikkat, Metis Yayınları, Çeviren: Barış Engin Aksoy, 2023, İstanbul