SÛFÎLERİN
SÖZLERİNİ NAKLEDERKEN
Tasavvuf üzerine konuşmak zordur ve tehlikelidir. Ne var ki dilin kemiği yoktur. “Bilenler söylemez, söyleyenler bilmez” düsturu da her an geçerlidir. Sosyal medyada veya çeşitli yayın organlarında tasavvuf üzerine yapılan konuşmalarda veya yazılarda âriflerin sözlerinin çoğu zaman yersiz veya amacından uzak, yanlış yorumlarla dile getirildiğine şahit oluyoruz.
Malumdur, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bir hadis-i şeriflerinde “İnsanlara akıl seviyelerine, istidat ve durumlarına göre hitap edin” buyurmuştur. Bir konu konuşulurken özellikle de bu konu dinin çerçevesi içinde yer alan bir konuysa muhatap kitlenin durumu göz gönüne alınmadığında çoğu zaman fitneye sebep olur, böyle olunca da sohbet faydadan çok zarar verir.
Muhatabın seviyesi
Âriflerin sır diyerek bazı hakikatleri dile getirmemesinin ya da sembollere bürüyüp ehli olmayandan saklayarak dile getirmesinin iki nedeni vardır: İlki onların hal veya makam olması; yaşamayan bir insanın asla anlayamayacak olması ve aslında kelimelerle de tam ifade edilemeyecek olmasıdır. İkincisi de o hali veya makamı yaşamamış insanların maksadı anlayamayacağı, yani muhatabın seviyesinin yetmeyecek olmasıdır.
Sûfîlerin kitaplarına şerh yazılmasının bir nedeni de budur. Esas eserde dile getirilmiş hakikat, şerh aracılığıyla daha geniş kitleye hitap edecek bir seviyeye getirilir.
Bundan dolayı tasavvuf üzerine konuşmak zordur ve tehlikelidir. Ne var ki dilin kemiği yoktur. “Bilenler söylemez, söyleyenler bilmez” düsturu da her an geçerlidir. Sosyal medyada veya çeşitli yayın organlarında tasavvuf üzerine yapılan konuşmalarda veya yazılarda âriflerin sözlerinin çoğu zaman yersiz veya amacından uzak, yanlış yorumlarla dile getirildiğine şahit oluyoruz. Hâlbuki söz, sahibiyle birlikte kıyamete kadar yaşar ve vebali o nedenle de ağırdır.
Yine aynı nedenlerden dolayı sûfîlerin eserlerini okurken, o esere eğer şerh yazıldıysa şerhli bir şekilde okumak gerekir. Şerhi yazan da âriftir ve genelde manevi bir işaret, izin veya emir üzerine yazmıştır.
Bizler, eğer hakikaten ârif değilsek okuduğumuzu anlamama, daha da tehlikelisi yanlış anlama ihtimaline her zaman açığız. Şârih ise şerh düştüğü eserin müellifinin makamına ermeden o esere şerh yazmaz; dolayısıyla şerhler önemli ve güvenlidir.
Menkıbenin maksadı
Nezih Çetin Efendi, Muhabbet Baldan Tatlıdır adlı eserinde şöyle bir menkıbe anlatır: (Bu arada bu kitap tam da bahsettiğimiz meselenin hakkını veren bir eser. Tasavvufun konuları herkesin anlayabileceği seviyede ama derinliğini de kaybetmeden ele alınmış. Nezih Çetin ârif bir zât olduğunu bu şekilde de göstermiş.)
Bir gün Hoca Ahmed Yesevî hazretleri halka seslenir ve; “Oğlumun ölüm haberini getirene şu atımı vereceğim” der. Bu sözleri duyanlar hayret içinde kalırlar ve bir anlam veremezler.
Halifelerinden biri Hoca Yesevî hazretlerinin yanına gelerek; “Aman ne olur şeyhim, yapmayın! Mutlaka bu söylediklerinizde bir hikmet vardır ama herkes hikmet bilmez. Sadece atını almak için önce oğlunuzu öldürüp sonra da haberini getirirler” der.
Onun bu endişe ve üzüntüsü karşısında Yesevî hazretleri “Doğru söylersin” diyerek önce onu sakinleştirir ve devam eder: “Allah Resûlü evlat acısı çekti, ben çekmeyeyim mi?”
Menkıbede asıl konu Peygamber aşkı olsa da cahilce yorumlara da açıktır. Mesela birisi kalkıp Hoca hazretlerinin evladını sevmediğini, hatta ölmesini istediğini söylese buyurun cenaze namazına! Sözün altında hikmet yatar ama hikmeti görebilmek için sadece basar yani görmek yetmez, basiret de gerekir. O zaman sözü söyleyen basarı dikkate alarak söylemez, karşılarındakinin basiretini ölçer, sonra sözünü dile getirir ki bunun için de zaten esaslı basiret gerekir.
Öyle ya, Üftade hazretleri “Ârif olan cevherini boş yerlere saçar mı” demiştir. Ârifte olan cevherdir ama cevheri herkes anlamaz, herkes hakkını veremez. Merkebe altın semer vurulsa ne olur? Olan altın semere olur.
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ın “Resûlullah’tan iki kap dolusu ilim aldım. Birini insanlara anlattım, diğerini anlatmadım. Onu da anlatsaydım ‘Ebû Hüreyre kâfir olmuş’ deyip boğazımı keserdiniz” dediği rivayet edilir. Benzer bir rivayet de İbn Abbas radıyallahu anh için geçerlidir. Onun da ayetleri tefsir ederken bir ayet için “Bu ayetin asıl manasını söylesem beni küfürle suçlardınız” dediği rivayet edilmiştir.
Molla Kâsım’ları unutmadan
Onlar sözün kıymetini bilmişler, muhatap oldukları insanların seviyelerine göre konuşmuşlar ve bu konuda en güzel şekilde örneklik sergilemişlerdir.
Yunus Emre’nin; “Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme, seni sîgaya çeken bir Molla Kasım gelir” sözü de aynı konuya örnektir. Sözü eğri büğrü söylememek demek, seviyeye göre de konuşmaktır. Bir makamı yaşamamış insanların o makama dair konuşmamalarıdır. Nitekim ârifler, “Yaşamadığı makam üzerine konuşan kişi, o makamdan mahrum kalmakla cezalandırılır” demişlerdir. Allah cümlemizi korusun.
Tasavvuf esasında bir hâl ilmidir. Kesbî veya kitabî olmaktan ziyade değil, vehbîdir. Kasbî tarafı için de çetin mücahede gerekir.
Bu yüzden tasavvuf yolunun tâlipleri asıl olarak akademinin değil, âriflerin izinde olmalıdır. Ârifler ki ciltlerce kitapta anlatılabilecek bilgileri, hikmet dolu üç cümlede aktarır dervişine. Onların sözleri bereketlidir, bakışları Hakk’ın nurunu taşımaktadır. Âriflerin nazarına hakikaten tâlip olan, irfandan da ilimden de illa ki nasiplenir.