“Koronavirüs günleri” diyorlar. Elli küsûr gündür sokağa çıkmıyoruz. Bir yandan bugün 17 Ramazan 1341. Namazımız, orucumuz hep evde.
Bir nice zamandır ev dışı koşuşturmalardan vakit bulamadığımız okuma ve yazmalara birazcık da olsa imkân bulabilir gibi olmuşuz. Ev içiyse işte ev içi! Haydi bakalım... İlgi duyduğumuz, hatta yuvarlak hesap okuduğumuz veya kendimizce okunmuş saydığımız kitapları şöyle bir karıştıralım dediğimizde dalıp gidiyoruz. Demek ki büsbütün öyle de olmayacak, vakit var diyoruz ama o kadar da değil; okuma da yazma da herhalde kendini ona verebilenlerin, daha doğrusu o iş için dünyaya gelmişcesine işi ciddi tutanların harcı mı ne?
Bugün 10 Mayıs. Saat on birle on beş arası maske takarak dışarı çıkmak 65 yaş üstüne serbestmiş. Ama o zaman da her taraf, çarşı pazar kapalı. Acaba çıksam mı ki?
Rüyalarım bile değişti. Hep çoğu rahmetli olmuş eski tanıdıkları görüyorum, onlarla konuşuyor, onlarla görüşüyorum. Sanki onlar ölmemiş gibi. Onların çoktan öldüklerini ancak uyandıktan sonra, hatta uyandıktan da bir süre sonra anlayabiliyorum.
Bu gün de rahmetli Ali Rıza ile uğraştım. Ali Rıza Uluçamlıbel’in bir dükkânı varmış. Yanında da bir kitapçı dükkânı... Vitrini benim hoşuma giden dergi ve kitaplarla süslü. İki kat üstten çağırıyor-lar, ben oraya çıkıyorum. Ali Rıza’ya da yukarıya gelmesini işaret ediyorum. Tamam diyor, çıkıyorum, yukarıda da bir takım kalem ve kelâm erbabı gençler, benim ismini hiç duymadığım bir yazarı değerlendiriyorlar. Güya o yazar benim beğendiğim bir yazarı hiç beğenmiyor olduğunu söyleyesiy-miş. Ben de onu tanımadığımı, hiçbir kitabını okumadığımı söylüyor, onun hangi kitapları yazdığını soruyorum. Hiçbir kitabı olmadığını söylüyorlar; “ama...” diyerek gene onu savunmaya devam ediyorlar. O sırada Ali Rıza da yukarıya gelmiş oluyor. O da yüz elli kitaptan aşağı kitap yazmış olanın yazar sayılamayacağı kanaatinde mi olasıymış, neymiş... Hiç olur mu öyle şey, diyorum. Ama o yazarı hiç tanımadığım için pek de ikna edici olamıyorum. Yine de zevkten dört köşeyim.
Kendimden geçmiş bir haldeyim. Adeta mayışmışım. Gasyolmuşum, içimi en güzel kitapların en güzel mânâlarının lezzetleriyle dopdolu buluyorum. Coşuyorum.
Onlara “Cennet’in en güzel kitapların en güzel mânâlarıyla bir ilgisi yoksa çekiver kuyruğunu!” diyecek oluyorum. Ama tövbe tövbe!.. Cenneti böyle küçümsemenin doğru olmadığını hatırlayıp tövbeler ediyorum. Bundan sonrasında bile damağımdaki lezzet azalmıyor, artıyor. Derken kendimi seccadenin başında, örtünün altında, elimde tesbih, sözde zikrediyormuşum gibi buluyorum. Meğer öylece uyuyakalmışım. Saate bakıyorum. Sabahın 6.30’u. İki rekâtlık bir kuşluk namazı kılmayı bile akledemeyerek bu güzel rüyanın lezzetlerinin devam etmesi ümidiyle kendimi hemen yatağa atıyorum.
Mışıl mışıl uyumuşum, saat on olmuş, hanım mutfaktan gelip;
– Unuttun mu, diyor, bugün on birle üç arası tam dört saat 65 yaş üstüne serbest dediler ya. Dışarı çıkmayacak mıyız? diyor.
– Çıkıp da ne yapacağız, diyorum. Her taraf kapalı, diğerlerine de dışarı çıkmak yasakmış.
– Olsun! Ayaklarımız açılır, diyor.
– Sen de çıkmak istiyorsun, yani. Öyleyse haydi hazırlanalım, deyip, maskelenip kapının önünde yatıp yuvarlanıp kendilerini hatırlatan kedilere kuru mamalarını da verip çıkıyoruz.
Elimiz maskemizden gelmiyor. Hanım “Burnun kapalı olacak!” diyor. Ben de ona “Seninki niye kapalı değil ya!” diyorum. “Ben öyle uzun süre maskeli kalamam, diyor, astım olduğumu unuttun mu?”
“Unutmadım ama sen de cezasını unuttun herhalde, diyorum. Hem de koronavürüsten dolayı öyle olması icabetmiyor mu?”
Boğaziçi caddesini tırmanıyoruz. Marketler kapalı, peynirci kapalı, her taraf kapalı. Herkes maskeli, bizcileyin dolaşmaya çıkmış birkaç yaşlı çiftin elbette maskeli olarak gezindiklerine şahit oluyoruz. Maskenin altından sesimizi her zaman duyuramasak da selamlaşmak ilerliyoruz.
Gazeteci de kapalı. Dedik ya, her taraf kapalı.
– Halk Ekmek açık galiba...
– Dün oğlumuz fırından ekmek aldıydı ya?
– Tamam da varsa, kaldıysa küçük yuvarlak ekmeklerden alalım, ha deyince bulunmuyor da...
Derken Halk Ekmek büfesine yöneliyoruz. Buğday ekmeği kalmamış. Küçük çavdar ekmeklerinden iki, kuru gevreklerden de bir poşet alıyoruz. 10.50 TL diyorlar.
Daha ilerde Orhan’a uğrasak da şu kitabı alsak derken telefonla yokladığımızda “dışarı çıkmak yasak, biz de evimizde oturuyoruz” diyorlar. Madem öyle eve dönüp biz de oturalım, sıcağın altında deli danalar gibi ne dolanıp duruyoruz ki, diyorum. Hanım;
– Şu Hasan Yavuz Camii’nin ardındaki parkta biraz hava alalım, diyor.
– Peki alalım. Orada hava olur! Üst geçidin berisinden karşıya geçip parka yöneliyoruz.
Eee! Aslında park da kapalı. Ne çaycısı var ne kahvecisi...
Hafif bir esinti eşliğinde bile serpintilerini çevredeki herkese hissettiren fıskiyesinden geçtik, havuz bile tamtakır, kupkuru. Levhasındaki “Suya girmek tehlikeli ve yasaktır!” yazısı görenleri tebessüm ettiriyor. İşe bak sen! Tam da gerektiği bir sırada o hatırlanası beyti bile çıkaramıyoruz. Hangi şairdi o ve o beyitte nasıl demişti?
“Bir devrine rastgeldik ki âlem-i bahârın/ Havz tehî bülbüller hâmûş gülzârın şevki yok.”
İyi de vezin tutmuyor!
Canı cehenneme, tutmazsa tutmasın! Bana şimdi onun nasıl dediği değil ne dediği lâzım. Kupkuru havuzun kenarındaki boş bir kanepeye ilişir ilişmez ayaklarımızın dibinde bir erkek sarman peydahlanıyor. Burnuyla bizim ekmek torbasını yoklamış bile. Teker teker ikimize de bakıp ayrı ayrı “Miyav!” diyor. Başını okşayıp sırtını sıvazlıyoruz, kaçmıyor.
– Çavdar ekmeğinden biraz ver bakalım, yiyecek mi, diyorum.
– Evet, yiyor!
Biraz daha, biraz daha... Allah Allah! Bu hayvan aç yahu! Bizim bildiğimiz kediler, çavdar ekmeğine filan öyle kolay kolay dönüp de bakmazlardı.
Sonra gidip, daha doğrusu gitmeyip karşımızda iki karış ilerdeki susuz havuzun mermer kenarına güneşin altında boylu boyunca uzanıp gerneşiyor.
Çevreye şöyle bir göz gezdiriyoruz. Bizcileyin yaşlı çiftler birer banka kurulmuşlar, kimileri de sırtlarını birer çınarın kalın gövdesine verip ayaklarını da yeşil çimlere uzatmışlar, oh! Oturuyorlar.
Kuşlar ve cırcır böceklerinkini saymazsak ortada ses seda yok!
Bari biz de bu öğle sıcağında bir ağacın dibine oturalım diyorum.
Hanım “oturmak için sağlam ayak lâzım” diyor.
– Oturmak için de mi, diyorum.
– Evet! Oturmak için de...
Bir müddet susuyoruz. Cırcır böceklerini dinliyoruz. İkimiz de sözün nerelere varabileceğini bildiğimizden karşılıklı susuyoruz.
Yani bu lafların ucunun trafik kazasına, ameliyat ve anjiyo olmaklara çıkacağını hatırlıyor ve kalkı-yoruz.
Parkın üst yanındaki kol ve bacak çalıştıran spor aletleri bölümüne de şöylece bir uğruyoruz. Hani hatır soracak kadar filan... Bazılarında kolumuzu, bazılarında bacağımızı deneyip “ayağımız, bacağımız da çok şükür sağlammış” diyoruz.
Sonra da bugün için ancak tek tük yaşlıların ziyaret ettiği bu aletleri ve arka istikametten parkı terk ediyoruz.
Daha sonrası sorulur mu?
– Doğru eve!