Dergi: Sebilü’r-Reşad Makale: Abdülaziz Çaviş Tarih: 14 Temmuz 1332 (27 Temmuz 1916)
Kabaca 19. asrın ortalarından 20. asrın ilk çeyreğine kadarki zaman diliminde Osmanlı aydınları, Batı’nın siyasî, askerî ve ekonomik üstünlüğünün sebeplerini mercek altına almış, yenilgi ve yıkımdan nasıl korunabilecekleri üzerine fikir yürütmüşlerdir. Farklı çevreler kendi ideolojik duruşlarına göre bir çözüm önerisinde bulunmuş, nihayet süreç Cumhuriyet ve devrimlerle sonuçlanmıştır.
Mısırlı bir âlim ve fikir adamı olan Abdülaziz Çaviş de (1876-1929) devrin meşhur dergisi Sebîlü’r-Reşad’ın 27 Temmuz 1916 tarihli nüshasında Batı’nın ekonomik başarısını İngiltere örneği üzerinden tahlil eder. Özellikle çok ortaklı şirketleşmeye, büyük sermayenin oluşumuna, ekonomik gücün siyasî ve askerî başarıya katkısına dikkat çeker ve bu konularda Doğu zihniyetini eleştirir.
Yazının aşağıdaki bölümünde ise, yine İngiltere örneği üzerinden Batı’nın uzmanlaşmaya verdiği önemi, millî dayanışmanın sonuçlarını ve bu hususlarda müslümanların durumunu ele alır. Kısmî değişiklerle ve dilini güncelleyerek sunuyoruz.
İngiltere’nin siyasî istikrarının tedbir hususundaki hâli, tıpkı çeşitli hastalıklara karşı bir tabibin hâli gibidir. Tabip o hastalıklardan yalnız biriyle uğraşacak olursa, tabiidir ki o hastalığa ait olan ilmi uygular, tedavi usulü de o nispette olgunlaşır.
Evet, İngiltere bunu hakkıyla idrak eylemiş; iç dış bütün kurumlarında vazife alan herkese de öğretmiştir. Her kurumun şubelerinin amirleri de bunu araştırıp uygulamada gereken ehemmiyeti gösterirler.
Himayeleri yahut askerî işgalleri altında bulundurdukları toprakları, yahut doğrudan doğruya merkezî hükümetlerine bağlı memleketleri hiçbir zaman gözden uzak tutmazlar. O bölgenin, o bölgedeki insanların ahlâkına, tavırlarına, tarihine, lisanlarına, ticaretine, sanayiine, ziraatına, mekteplerine, kısaca her şeyine dair tetkikler yaparak kayıt altına alırlar. O kadar geniş olan memleketlerini –sırf kolay inceleme maksadıyla– uygun bölümlere ayırarak her bölüm için yalnız orayla uğraşacak adamlar tahsis ederler. Bununla da yetinmezler, büyük küçük bütün mekteplerinde hâkimiyetleri altında bulunan milletlerin lisanlarına, ilimlerine dair malumat verirler. Bu mekteplerden yetişen İngilizler, hâkimiyetleri altındaki milletler arasında yaşarken onların işlerine, hâllerine kesinlikle ilgisiz kalmaz; bütün hal ve hareketlerindeki maksatları anlarlar. Bunun için İngilizler memleketlerinden birine gönderecekleri hükümet adamını, o memleketin lisanını, halini gerektiği ölçüde bilen kişiler arasından seçerler.
İngiltere memleketindeki resmî daireler değindiğimiz bu kısımlara ayrılır. Orada bakanlar her zaman olduğu gibi halledilmesi zor olan büyük meselelerle uğraşır. Küçük işlerle ve işlerin önceliği hakkındaki hazırlıklarla alakalı detaylı incelemeye gelince; bunlarla da o bakanın seçmiş olduğu adamlardan başkası ilgilenmez. Bu seçilmiş adamlar ise, vazifelerini yerine getirmede kusuru görülmeyen güvenilir ve muktedir memurlar arasından alınır.
Vakıa, bu düzen yalnız İngiltere’ye has değildir. Diğer memleketlerde de az çok buna benzeyen usuller mevcuttur. Yalnız, zaaflarıyla beraber yüzlerce milyon insana hükmeden İngiltere, hükmettiği milletlerin ahlâkını, tavırlarını, hastalıklarını derinlemesine incelemek için lazım olan hile siyasetini takibe mecbur bulunduğundan, bu hususta diğer memleketleri geride bırakmıştır.
Şimdi bu misalleri bir tarafa bırakalım da medeniyetlerini, mevcudiyetlerini yardım ve iş bölümü esasları üzerine bina ettikleri şu büyük ümmetlere nispetle biz müslüman topluluğunun ne durumda bulunduğunu inceleyelim.
Muhterem okuyucuların malumudur ki büyüklerimizin, hatiplerimizin son senelerdeki büyük çabalarına rağmen müslümanların çoğu, bu milletlerin yardımlaşma için belirlediği usul ve düzenle yarışmak zorunda bulunduklarını henüz hissetmemişlerdir. Bu duygusuzluk öyle bir hâlde ki, bugün birbirlerini ezip bitirmek için boğuşmakta olan büyük milletlerin kudrette, kuvvette bu mertebeye vâsıl olmaları, ancak evvelce kurup uyguladıkları “yardımlaşma” cemiyetleri sayesinde olduğunu mevcut savaş (I. Dünya Savaşı) en açık bir dil ile tebliğ edip durmakta. Hâl böyle iken içimizden bir topluluğun kalkıp da maliye müesseselerinin tesisi, çeşitli fabrikaların inşası hususunda o milletlerle rekabete giriştiğini görmüyoruz.
Müslümanlar asırlarca ferdî teşebbüslerle yaşadılar. Fakat geçmiş asırlarda hayat zaten bu tarzda devam etmekte idi. Hâlbuki on dokuzuncu asırda ve onu takip eden gelecek asrın şartlarında oluşacak değişikliklerin getireceği inkılaplar karşısında acaba ümmetlerin ferdî teşebbüs kaidesiyle yaşayabilmesi mümkün olacak mı? Yukarıda, fertlerin topluluklarla yarışa kalkışmalarının, milletlerin de ferdî tedbirlerle siyasî varlıklarını temin etmelerinin imkânsız olduğunu söylemiştik.
Bu hakikate karşı nasıl itiraz edilebilir ki? Rasul-i Emin sallallahu aleyhi vesellem efendimiz, “Allah’ın rahmet ve yardımının cemiyetin üzerinde” olduğunu haber veriyor. Kur’an-ı Kerim de “İyilik ve takva üzere yardımlaşın. Ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın.” (Maide 2) ayeti ile bizi toplu teşebbüslere teşvik ediyor.
Mısır’da olsun diğer yerlerde olsun, ne kadar ipek dokumacıları gördük ki işlerinde gerçekten mâhir ve sanat âleminde büyük bir mevki kazanmaya muktedirler. Fakat her birinin sanatına ait bildiği sırrı başkasına bildirmeyip ebediyen saklı tutması yüzünden, basit ve sıradan kumaştan başka bir şey üretemeyen sınırlı servetleri ile, ufak tezgâhlarıyla sürüklendiler. Daha sonra Avrupalıların rekabeti karşısında ya büsbütün küçülmeye yahut tamamen batmaya mahkûm oldular.
Evet, bu sanatkârların ürettikleri dokumalar daha daha dayanıklı. Fakat ferdî teşebbüs sebebiyle tabii olarak fiyatı yüksek olacağından, Avrupa’nın yardımlaşmaya dayalı çok ortaklı teşebbüsleri ile ihraç ettiği üretimlerle rekabet edemiyor. İşte Mısır’da, Tunus’ta, Cezayir’de, Hint’te, İran’da, kısaca bütün İslâm memleketlerinde yerli sanayi ruhunun yok olması budur. Ne olurdu sanayi hayatının ölüm alametlerini gözleriyle görmekte olan bu milletler diğerleriyle rekabete girişseydi de, yardımlaşma cemiyetleri sayesinde fabrikalar kurarak siyasî hayatlarını da iktisadî hayatlarını da yok olma tehlikesinden kurtarsalardı! Lâkin bu zavallılar ne kendileri ne de milletdaşları hakkında güven beslemiyorlar. Eskiye, göreneğe bağlanıp kalmaya, diğer milletlerle yarışmaktan çekinip aşağılık psikolojisine razı oluyorlar.
Biz bu âfetin eserini bütün medeni hayatımızda görüyoruz. Eski usulden ayrılmak istemeyen, ferdî servet ile oluşturulamayacak büyük ticarethaneler açmaktan kaçınan tâcirlerimiz, kendi memleketlerinde bulundukları hâlde, yabancılar tarafından büyük sermayelerle meydana getirilen devasa ticarî mal depolarına karşı rekabetten âciz kaldılar. Hazin bir manzara değil midir ki, bir müslüman İslâm memleketinin en büyüklerini dolaşsın da oraların yerlilerin elinde depolara, ticarethanelere, mağazalara dair bir şey görmesin? Ağlanacak bir hâl değil midir ki o müslüman memleketlerinin çoğundaki fabrikalarda müslümanların ne eseri ne nasibi bulunsun?
Bu bencillik, bu benlik ruhu maalesef müslümanlarda alabildiğine yayılmış, bütün kalplere hâkim. Kadından erkekten öylelerini görüyoruz ki, ya şahsî tecrübeleri sâyesinde yahut eski maharetli tabiplerden kendilerine kadar gelen sağlam bir rivayet neticesi olarak bazı çetin hastalıkların ilacını bilirler. Yine aynı yolla bazı bitkilerin, bazı hayvanların özelliklerinin bir kısmına vâkıf bulunurlar da, vatan evlatlarının hiçbirini o sırdan haberdar etmeye asla yanaşmazlar! Genellikle bilgilerini mezara götürürler.
Eğer bu zavallılarda bir parça akıl olaydı bu hususta başka milletleri gözleyip takip ederlerdi. Yani o bildikleri ilacın yahut özelliğinden haberdar oldukları bitkinin hakikaten öyle olduğunu ispat ettikten sonra belgeleyerek imtiyazını alırlardı. Böylece ne insanlık böyle bir faydadan mahrum kalır ne de o sırrın sahibi maddî istifadeyi kaçırmış olurdu. Biz bu gibi sır sahipleri arasında öylesini gördük ki, bildiğini başkasına söyleyecek olursa o ilacın yahut o bitkinin tedaviye etkisi gider diye bâtıl bir zan besliyor. Bazen da bu iddiayı sırf muhatapları sormasın, istemesin diye ileri sürüyor.
Biz bu musibetin hükümet dairelerine varıncaya kadar yaygınlaştığını görüyoruz ki, hakikaten çok acıklı bir hâldir. Evet; öyle memurlar, öyle âmirler biliyoruz ki iş yapmanın, memuriyetin sırlarını başkalarından gizleyerek yalnız kendilerine saklıyorlar. Maksatları ise o işi kendilerinden başkasının yapamayacağı fikrini vererek onlardan hiçbir zaman talep edilmemesini sağlamaktan ibaret. Bu durum milletin menfaatine aykırı, işlerin karmakarışık hâle gelmesine sebep olsa bile...
Bu ahlâktaki memurların, müdürlerin, başkanların yapıp ettiklerini inceleyenler, bunların milletlerine, hükümetlerine ne büyük zarar verdiklerini iyi bilirler. Bu ahlâkî musibete müptela olanların gözlerini hırs o derecede kör etmiş ki, toplum menfaatinin benlikle ve ferdî hareketle elde edilemeyeceğini anlayamayıp, kendi geleceklerinin dahi milletin hayat şartlarına, refahına bağlı olduğundan gafil bulunuyorlar. Sanki bu gafiller ebediyen işten el çektirilmeyeceklerine yahut hastalanmayacaklarına, ölmeyeceklerine dair Allah ile anlaşma yapmışlar!
Bu gaflet âlem-i İslâm’ın başına ne kadar felâketler getirdi! Onu ne kadar faydalardan mahrum bıraktı! Çünkü bu yüzden siyasî işleyiş ve idare asırlardan beri kişilere bağlı kaldı. Kişilerin zaafıyla zaafa düştü, kuvvetiyle canlandı, dirayetiyle rahat buldu, cehaletiyle fesada yüz tuttu, ölümüyle yok oldu. Kısaca, memleket şahısların dirayetsizliğiyle özgüvensiz kalmış, başarısıyla saadete erişmiştir. Biri çıkıp sorabilir ki: İdarî işler, basın yayın ve siyaset nasıl olur da topluca ve yardımlaşma esasına göre yürütülebilir? Evet; topluluk ve yardımlaşma kaidesinin hüküm sürdüğü memleketlerde bu işlerin nasıl yürüdüğünü görenler, bu suale derhâl cevap verirler. O memleketlerde hiçbir vazife, o vazifeyi ifa eden memurun çekilmesiyle yahut ölmesiyle asla sekteye uğramaz.
Bu kaidenin o memleketlerdeki kurumlarda işlemesi için başlıca iki şart vardır: Biri işlerin taksimi, diğeri ise saklanmasına lüzum olmayan konuların saklanmasından son derece sakınılması ve gizlenmesi gereken devlet sırlarına kadar her şeyin belli bir sistem halinde olmasıdır. Hatta en saklı tutulan sırlar, en mahrem yerlerde muhafaza edilmek şartıyla tamamıyla belirli bir koruma altındadır. İşte bunun içindir ki o memleketlerde bir hükümet adamının iş başından çekilmesi yahut halefin selefinin işlerine vâkıf olmaması yüzünden pek nadir olarak işler sekteye uğrar.
Artık dünyanın her tarafındaki müslümanlar kendilerini ele geçirmiş olan bu ihtiras, bu benlik ve bencillik musibetinden yakalarını sıyırsınlar da yardımlaşma cemiyetleriyle yaşayan milletlerin eserlerini vücuda getirmeye çalışsınlar. Zira Allah’ın rahmet ve yardımı cemiyetin üzerindedir. Sürüden ayrılan koyun yırtıcı hayvanların avı olur.