Aramak

Müslüman Nasıl Zalim Olur?

Zulüm deyince akla savaşlardaki kıyımlar, hunharca öldürülen masumlar, yıkılıp yakılan şehirler geliyor. Zalim deyince de tarihin cani krallarını, ordularını hatırlıyoruz. Fakat zulmün hakikatini düşününce konunun bizden zannettiğimiz kadar uzak olmadığını fark ediyoruz. Sıradan bir günü yaşarken bilerek ya da alışkanlıkla yapıp durduğumuz pek çok zulüm var. Önemsiz gördüğümüz nice davranış, bizi zalim yapmaya yetecek ağırlıkta.

Az ya da çok, her türlü haddi aşmaya zulüm denir. Bundan dolayı büyük küçük tüm günahlar hakkında “zulüm” kelimesi kullanılır. Âlimlerimiz zulmü şöyle tarif eder: “Zulüm, bir şeyi kendine ait yerden başka yere koymaktır. Bu da o şeyde eksiltme, artırma yapmakla veya zamanını yahut mekânını değiştirmekle olur.” (bk. Rağıb el-İsfehânî, Müfredâtü Elfâzi’l-Kur’an, s. 537; İsmail Hakkı Bursevî, Ruhu’l-Beyan, 15/445-446)

Demek ki zulüm, Cenab-ı Hakk’ın kulları için koyduğu hak ölçülere riayet etmemek, başkasının hakkını yemek, haddi aşmak, adalete uymayan işler yapmaktır. Adalet ise her şeyi Hakk’ın öğrettiği şekilde yerine koymak, bir işi yerince ve gereğince yapmak, herkese hak ettiğini vermektir.

Hikmet ehlinden biri der ki: Zulüm üç türlüdür:

  • İnsan ile Allah Tealâ arasında olan zulüm. Bu zulmün en büyüğü inkâr, şirk ve nifak yani münafıklıktır. “Şüphesiz şirk (Allah’a ortak koşmak) en büyük zulumdür.” (Lokman 13) ayet-i kerimesi bunu ifade eder.
  • Kişi ile diğer insanlar arasında olan zulüm.
  • Kişinin kendi nefsine yaptığı zulüm.

Büyük âlim Rağıb el-İsfehânî rahmetullahi aleyh der ki: “Aslında bu üç zulmün hepsi kişinin nefsine, yani kendisine yaptığı zulümdür. Çünkü insan, zulmü ilk yapmaya niyetlendiğinde kendisine zulmetmiş olur. (Müfredâtü Elfâzi’l-Kur’an, s. 538)

Aramızdaki zalimler

Allah Tealâ, zulmün her çeşidini haram kılmıştır. Öyle ki işin vahametini anlamamız için bir kudsî hadiste şöyle buyurmuştur: “Ey kullarım, şüphesiz ben zulmetmeyi kendime haram kıldım, onu sizin aranızda da haram kıldım. Sakın birbirinize zulmetmeyin.” (Müslim, Birr 55)

Zalim deyince insanların aklına Firavun, Nemrut, Şeddad, beldeleri harap, insanları perişan eden acımasız sultanlar, krallar, idareciler, Kazıklı Voyvodalar gelir. Fakat Hak Tealâ katında zulüm; hakka, ilahî ölçüye, emre, edebe aykırı yapılan her şeydir.

Buna göre kâfirler, müşrikler ve münafıklar devamlı zulüm içindeler; Hak ve hakikate düşman olarak kendilerine ve kainata en büyük zulmü yapmaktalar. Fakat maalesef biz müslümanlar da birçok işimizde haddi aşarak, hak yiyerek, edebe aykırı davranarak zalimlere katılıyoruz. Kalbimizle, kalıbımızla, dilimizle, elimizle, gözümüzle ve malımızla işlediğimiz bütün haramlar, isyanlar, edep ve ölçü dışı işler birer zulüm olduğu gibi, ibadetlerdeki kusurlarımız da ayrı birer zulüm çeşididir. Hepsi ziyan hanemize yazılmaktadır.

Haksız yere bir cana kıymak nasıl büyük zulümlerden ise, şerefli bir insanın haysiyetini çiğnemek, onunla alay etmek, gıybetini yapmak, canını yakmak ve hatırını yıkmak da haksızlıktır, zulümdür. Kısaca, kul hakkına giren herkes zalimdir. Bu kimse dünyada tevbe edip helallik almazsa iş ahirete kalır. O ahiret ki orada Yüce Mevlâ zerre kadar şerrin hesabını sorar. Zalimin boynu kırılır, mazlumun yüzü güler, içi rahat eder. Mümin veya kâfir hiç kimse, üzerinde birinin alacağı varken cennete veya cehenneme giremez.

Hesaplaşmadan ne cennet ne cehennem

Bu hakikat, Abdullah b. Câbir radıyallahu anhûnun bir ay yolculuk yaparak Mısır’a gidip, Abdullah b. Üneys radıyallahu anhûdan dinleyip bize naklettiği meşhur hadis-i şerifte şöyle haber verilir:

“Cennetliklerden birinde cehennemlik birinin alacağı bir hak varsa, atılmış bir tokat bile olsa, bunu almadan o kimse cennete giremez. Yine cehennemliklerden birinde cennetlik birinin alacağı bir hak varsa onu almadan cehenneme giremez. Bu hesaplaşma iyiliklerle ve kötülüklerle gerçekleşir.” (Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, nr. 970)

Rahmet Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem hepimizi şöyle uyarır:

“Her türlü zulümden sakının. Şüphesiz zulüm, kıyamet günü karanlıklar halinde sahibini çepeçevre sarar. Çirkin söz ve işten sakının. Şüphesiz Allah çirkin konuşanları ve kötü işlere bulaşanları sevmez. Cimrilikten de sakının. Çünkü sizden önceki milletleri cimrilik helâk etti. Cimrilik onlara yalanı emretti, onlar yalan söylediler. Zulüm yapmalarını emretti, onlar zulüm yaptılar. Akraba ile irtibatı kesmelerini emretti, onlar da akrabayla ilgilenmeyi kestiler.” (bk. Hakim, Müstedrek, 1/12; İbn Hıbban, Sahih, nr. 6210)

Zulmün büyüğü evde

Hayat kitabımız Kur’an-ı Hakim’de “hudûdullah” tabiri geçer. “Allah’ın çizdiği sınırlar” demektir. Onlar özellikle müslümanlar için çizilmiştir. Bu sınırlar helal ile haramı ayırır. Belirtilen ölçünün içinde kalmak rahmet, dışına çıkmak azaptır. Kenarında dolaşmak ise tehlikelidir.

Mesela Yüce Rabbimiz, ayetlerde evlenme, boşanma ve aile hukukuyla ilgili konuları açıkladıktan sonra, “Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır; sakın onları aşmayın. Kim Allah’ın koyduğu sınırları aşarsa, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Bakara 229) buyurur. Talâk suresinde ise, “Kim Allah’ın koyduğu sınırları aşarsa o kendine zulmetmiş olur.” (Talâk 1) uyarısı yapılır.

Günümüzde müslümanların en çok kul hakkına girdiği, nice zulümlerin işlendiği, hakların yenildiği yer aile çevresidir. En vahşi cinayetler ve ihanetler aile içinde yaşanmaktadır. Bunun tek sebebi koyu cehalet, gaflet, kötü âdet, zalimlere özenti, fâsıkları taklit, nefsin hevâsına tapma, sevginin ve şerefin ne olduğunu bilmemektir. Halbuki anne babaya öf demeyi bile yasaklayan dinimiz, aile reisine, evin hanımına ve diğer fertlerine en güzel geçim edeplerini, hitap şekillerini ve birbirinin haklarını nasıl koruyacaklarını öğretmiştir. Bunların bir kısmı farz, bir kısmı fazilet olan vazifelerdir.

Farz olan vazifeleri öğrenmek her sorumlu kişiye farzdır. Farzların zayi edilmesi zulüm, faziletlerin terk edilmesi ise ziyandır. Aile sıkıntıları artık “yaygın ve normal durum” halini almıştır. Oysa çaresiz değiliz. Dinimiz bunun da tedavi yolunu öğretmiştir. (Bu konuda bütün kıymetli okuyucularımıza Semerkand yayınlarından çıkan “Âile Saadeti” kitabını bir kez okumalarını tavsiye ediyorum.)

Müslümanların zulümden sakındırıldığı alanlardan biri de miras meselesidir. Yüce Rabbimiz, vefat eden bir kimseye vâris olanların mirası hangi ölçülerde paylaşacağını tek tek açıkladıktan sonra “Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır.” buyurmuş ve bu sınırlara uymada iki türlü davrananlardan bahsetmiştir:

Birinci grup, Allah’a ve Rasulü’ne itaat edenler, diğeri ise Allah’a ve Rasulü’ne isyan edip, belirtilen ölçüleri aşanlardır. İtaat edenlerin cennete ve büyük kurtuluşa, isyan edenlerin ise ateşe ve elim bir azaba ulaşacakları haber verilmiştir. (Nisa 11-14)

Miras kul hakkıdır. Usulünce taksim etmek farzdır. Zamanında taksim edilmezse o mirası kullananlar, yetim hakkı yemek, haksız kazanç elde etmek, başkasının hakkına girmek gibi zulümler işlemiş olurlar ki, hepsi ateş yemektir. Bu, günümüzde acil çözüm isteyen meselelerden biridir. Miras ve mal paylaşımı yüzünden nice husumetler devam etmekte, nice cinayetler işlenmektedir. Bu durum müslümanlar adına çok üzücü ve acı vericidir.

Haddi aşmak ne demek?

Şunu bilelim ki hiç kimsenin bu kâinat ve kullar üzerinde kendisinden kaynaklanan bir hakkı ve yetkisi yoktur. Bizler yaratılmış birer kuluz, emanetçiyiz, edeple mükellefiz. Kullarından müminlere veya kâfirlere karşı ne yapacağımızı, her varlığa nasıl davranacağımızı Rabbimiz belirlemiş ve hepsini bize öğretmiştir. “Hudûdullah”ın en genel tarifi budur. Haddimizi hududumuzu bilelim ki hadsiz nimetlere ve rızaya ulaşalım.

Sonsuz kerem sahibi Rabbimiz, O’nun yolunda savaşırken bile bize haddimizi bildirerek şöyle buyuruyor: “Size karşı savaş açanlarla siz de Allah yolunda savaşın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.” (Bakara 190)

İşte, bütün âleme rahmet yapılan İslâm budur. Bu dinde sevmenin de kızmanın da, dostluğun da düşmanlığın da bir haddi ve edebi vardır. Hepsi Cenab-ı Hak için, hak ölçüler içinde yapılırsa ibadet olur. Yoksa Allah için yapılmayan ibadetler bile ihanete dönüşür. Allah hainleri sevmez.

İçimizdeki zalim

Rahmet Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem “Senin en büyük düşmanın, iki yanın arasındaki (içindeki) nefsindir.” buyurur. (Herâitî, İ’tilâlü’l-Kulûb, nr. 32; Beyhakî, Zühd, nr. 343). Zulmü tanımaya ve temizlemeye nefsimizden başlarsak en hayırlı işi yapmış oluruz. Yoksa, Ziya Paşa’nın şu beytinde, hallerini tuhaf karşıladığı zavallılardan oluruz:

“Onlar ki verirler dünyaya nizamât
Bin türlü teseyyüp (kusur) bulunur hanelerinde.”

Sürekli tarihteki ve dışarıdaki zalimlere beddua ile uğraşmayalım. Islahını isteyeceğimiz ve terbiye edeceğimiz en yakın zalim kendi nefsimizdir; ıslaha ondan başlayalım, sonra diğerlerine sıra gelir. Mesnevî’de anlatılan şu olay üzerinde biraz düşünelim:

“Aşure günü bütün Halepliler, şehrin Antakya kapısında toplanırlar ve Ehl-i Beyt’in yasını tutarlardı. Yezid’in, Şimr’in yaptığı zulümleri bir bir sayarak feryat edip ağlarlardı. Sesleri bütün ovayı, çölü kaplardı.

Yine böyle bir Aşure günü şehre garip bir şair geldi. Merak edip kalabalığın bulunduğu tarafa doğru gitti. İnsanları feryat figan içinde görünce kendi kendine, ‘Herhalde büyük bir bey öldü. Bu kalabalık sıradan biri için toplanmaz’ dedi.

Topluluğa yaklaşıp birine sordu: ‘Ben yabancıyım, onun için bilmem. Ölen kimsenin özelliklerini bana söylerseniz, güzel bir ağıt yazarım. Şairliğim için de bir çorba parası verirsiniz’ dedi.

Bu sözleri duyanlardan biri, ‘Sen deli misin, yoksa Ehl-i Beyt düşmanı mısın? Aşure gününden haberin yok mu? Ehl-i Beyt için üç gün yas tutmanın yüz sene ibadetten daha değerli olduğunu bilmiyor musun?’ deyince Şair;

‘Her mümin Peygamber’i ne kadar çok seviyorsa, onun ciğerpâresi Hz. Hüseyin efendimizi de o kadar çok sever. Doğru ama Yezid’in devri nerede, aradan kaç yıl geçmiş? Kerbelâ faciasının haberi buraya ne kadar geç gelmiş? Körlerin gözleri bile o kötülükleri gördü. Sağırlar bile onların acıklı hikâyesini işitti. Siz şimdiye kadar uyuyor muydunuz? Kerbelâ’yı yeni mi duydunuz ki böyle yas tutup elbiselerinizi parçalıyorsunuz?

Ey uyuyakalanlar, gaflet uykusuna dalanlar! Hz. Hüseyin’e değil, asıl siz kendinize yas tutun! Çünkü içine düştüğünüz bu ağır gaflet uykusu sizin için kötü bir ölümdür. Hz. Hüseyin’in Hakk’a mensub olan o yüce ruhu beden zindanından kurtuldu. O ve onunla birlikte şehit olanlar ebedi saadet sarayına uçtular. Onlar için matem değil, mutluluk, neşe ve sevinç vakti. Siz kendi dağınık gönlünüze, yıkılmış dininize ağlayın, kaybettiğiniz değerlerinize feryat edin.

Çünkü sizin gönlünüz şu adi dünyadan başka bir şeyi görmüyor. Eğer gönlünüz iyi insanların öteki âlemde kavuşacakları saadeti ve devleti görüyorsa, neden yiğitçe o tarafa yönelmiyor? Neden Hakk’a itimat ve tevekkül etmiyor? Niçin kendini O’na vermiyor? Neden kalbini zenginleştirerek hırs ve gösterişten çekinmiyor?

Nerede imanın yüzünüze düşürdüğü nur? Nerede dinin size lütfettiği mutluluk? Allah’ın lütuf ve ihsan denizine daldığınız halde neden eliniz avucunuz bomboş? Nerede Allah yolunda cömertlik?’ dedi. (Tahirü’l-Mevlevî, Mesnevî Şerhi, 10/10-13)

Zalimlerin başına taş yağsa

Benzer bir olaya da biz şahit olduk. Bir hocamla Eyüp’de bulunan Ebu Eyyüb Halid b. Zeyd el-Ensârî radıyallahu anhûyu ziyarete gitmiştik. Öğle namazından sonra ziyaret için türbeye yöneldik. Bu arada dış avluda büyük bir kalabalığın “âmin” sesleri gelmeye başladı. Sese kulak kabartınca meseleyi anladık. Bazı mağdur ve mazlum vatandaşlar dert dilekçelerini Mevlâ’ya arz ediyorlardı. Mesele şu idi:

O günlerde bazı okullar ve idarî birimler keyfî uygulamalarla giyim kuşam yüzünden birçok kişiyi mağdur ediyorlardı. Okumalarını zorlaştırıyor, çalışmalarını engellemeyi marifet zannediyorlardı. Bu vatandaşların bir kısmı da yaşadıkları haksızlıklardan kurtuluş yolunu duada bulmuştu. Hz. Eyüp Sultan’ı vesile ederek Cenab-ı Hak’tan yardım istiyorlardı. Bunun için bir hoca yüksek sesle dua ediyor, etrafında toplananlar da bir ağızdan âmin diyorlardı. Hoca, önce Yüce Allah’dan zalimlerin ıslahını istedi. Kalabalıktan cılız bir âmin sesi yükseldi. Peşinden hoca, ses tonunu yükselterek; “Allahım, eğer bu zalimlerin ıslahını murat etmediysen, onları en kısa zamanda Kahhâr ism-i şerifinle kahru perişan eyle; zalimlerin başına taş yağdır!” deyince, cemaattan çarşıyı çınlatan bir âmin sesi yükseldi.

“Zalimlerin başına taş yağdır” sözünü işiten hocam irkildi, “sübhanallah” zikrini çekti, ardından; “Allahım, bu hocanın yaptığı duayı şu türbede yatan zât-ı şerifin hürmetine kabul etme.” dedi. Sonra bana; “Buradan hızlıca ayrılalım. Vallahi bu dua, kabul edileceği bir zamana rast gelir de gökten zalimlerin başına taş yağacak olursa, şurada bulunan biz, dua eden ve âmin diyenler dahil, başına taş yağmayacak kimse olmaz.” dedi.

Ziyareti bitirip oradan ayrıldık. Ben hocamın sözüne hayret içinde kaldım. Hocam benim şaşırdığımı, bir mana veremediğimi görünce şu açıklamayı yaptı:

“Şu âlemde Yüce Allah’ın çizdiği sınırda kalan, haddi aşmayan, kendisine veya başkasına haksızlık etmeyen, yani zalim olmayan kaç kişi vardır?”

Elhak doğru. Şu halde sık yaşandığı için zulüm olduğu unutulmuş halleri hatırlamamız, buna göre kendimizi hesaba çekmemiz gerekir.

Günlük hayatta zulüm halleri

  • Anne baba kalbini kıran her söz zulümdür, bunu yapan zalimdir.
  • Mümin kardeşler için söylenen her türlü kötü söz, küfür ve hakaret zulümdür.
  • Tartısını noksan yapan, sözünde durmayan, çürük malı iyisine karıştırıp sağlam diye satan esnaf ya da tüccar zalimdir.
  • Evinden çıkarken kapısını çarparak yahut merdivenlerden patır kütür inerek yandaki komşuyu, yatağındaki hastayı rahatsız etmek zulümdür.
  • Yolda giderken arabasındaki çöpleri yollara savuran, sesini son ayarına kadar açıp gürültü kirliliğine sebep olan kimse zalimdir.
  • Balkonunda içtiği sigara izmaritini komşusunun bahçesine fırlatan, yediği meyve kabuklarını herkesin kullandığı ortak alanlara atan kimse zalimdir.
  • Durumunu bildiği komşusu açken kendisi tok yatan ve o kardeşinin derdiyle dertlenmeyen, gücünce ilgilenmeyen müslüman da zalimdir.
  • Zalimleri seven, öven ve onlara özenen kimse de zalimdir.
  • Yenecek durumda olan ekmekleri bayatlamış diye bir hayvana vermek yerine çöpe atan kimse de zalimdir. Yemekte, giyim kuşamda ve işlerde israfın her türlüsü zulümdür.
  • Dışarıda herkese karşı kibar ve efendi davranıp gülücükler saçarken, evine geldiğinde hanımına duvar surat davranan, çocuklarından bir tebessümü esirgeyen baba zalimdir. Sevgi nimetinin ikram edileceği ilk yer yuvadır. Sevgi en büyük ilahî emanetlerden biridir; onu yersiz, gereksiz, hele de haram yerlerde kullanmak zulümdür.
  • Nehir kenarında bile abdest olsa üç kere yıkanacak azasını beş kere yıkayarak suyu israf eden kimse de zalimdir. İbadet için böyle olursa, eğlence için yapılan israfları ayrıca düşünmek gerekir.
  • Namazın rükûsunu, secdelerini, huşû ve kıraatını noksan yapan kimse namazdan çalmıştır, hadis-i şerifte ona “namaz hırsızı” denir. Bunu yapan kimse namaza haksızlık etmiş olur. (bk. Beyhakî, Şüabü’l-İmân, 3/125 (nr. 3115-3116); Dârimî, Salât 78; Mâlik, Sefer 72)
  • Oruç tutarken midesini helal yiyecekten uzak tutup da dilini yalandan, gıybet ve kötü sözden uzak tutmayan kimseler hakkında; “Nice oruç tutanlar vardır ki, tuttukları oruçtan ellerinde kalan açlık ve susuzluktur.” buyrulmuştur ki bu, orucu zayi etmektir. (İbn Mâce, Sıyâm 31; Dârimî, Rikak 12; Ahmed, Müsned, 1/365)
  • Zekâtını vermeyen veya noksan veren, eli sıkı, cimri kimse zalimdir. Hadis-i şerifte “Allah katında cimrilikten daha büyük hangi zulüm vardır?” buyurulur. (Taberânî, el-Evsat, nr. 4078)
  • Din ile dünya kazananlar, Allah’ın ayetlerini kendi emellerine göre yanlış yorumlayanlar, kendilerine ilimden sorulunca bilmediği halde fetva verenler, icazeti ve yetkisi olmadığı halde mürşidliğe soyunanlar, kendisinde olmayan ilim, sır ve keramet türü halleri varmış gibi gösterenler de birer zalimdir.

Çare ne?

Demek ki hududullaha yani Kur’an ve Sünnet’te belirtilen ölçülere aykırı her söz, her karar, her iş, her sevgi, her kızgınlık birer zulümdür. Bunlardan tamamen kurtulmuş kâmil insan çok azdır. Peki, zulmün her türlüsünden kurtulmaya, arınmaya niyet etmiş, karar vermiş, azim ve gayret sahibi kaç kişidir? Bu da mı zordur.

Çare bellidir. Haddimizi bilmek, ilahî sınırlar içinde kalmak, yaptığımız kusurların yanı sıra, ibadetlerimiz için de tevbe istiğfara sarılmaktır. Tevbe, kusuru anlayıp pişman olmak ve onu terk etmektir. İstiğfar da bunu samimiyetle dile getirmektir. Bütün insanlık ailesi olarak çaremiz, babamız Hz. Âdem ve annemiz Hz. Havva gibi dilimizle ve halimizle şöyle demektir:

“Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (A’raf 23)

Şu ayet-i kerimeye uyup, Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellemi vesile ederek Yüce Rahman’a yönelip af istemektir:

“Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan bağışlanma dileseler, Rasul de onlar için istiğfar etseydi Allah’ı çok affedici ve çok merhamet edici bulurlardı.” (Nisa 64)

Hz. Yunus aleyhisselam gibi, “Rabbim! Senden başka ilah yoktur, seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum!” itirafında bulunup, Rabbimizin; “Bunun üzerine duasını kabul ettik ve onu sıkıntıdan kurtardık. İşte biz müminleri böyle kurtarırız.” (Enbiya 87-88) ayetinde vaadedilen kurtuluşa ermektir.

Bir ârife uyarak diyelim ki: “Allahım! Senden gelen her şey için elhamdülillah; bizden sana yükselen her şey için estağfirullah!”

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy