Aramak

Boşken ve Mecburken

Şazeliyye tarikatı pîrlerinden İbn Atâullah el-İskenderî kuddise sırruhunun “Hikem-i Atâiyye” adlı eserine Şeyh Said Ramazan el-Bûti rahmetullahi aleyh tarafından yapılan şerhi tefrika halinde sunmaya başlamıştık. İkinci hikmetin ikinci kısmıyla devam ediyoruz.

HİKMET: “Allah seni tecrid ehli kılmışken de sebepleri arzulaman, yüce himmetten düşmektir.”

Öyle kimseler vardır ki, Allah Tealâ onları sebep bağlarıyla bağlanmaktan kurtarmış ve böylece tecrid ehlinden kılmıştır. Yine bazılarını da, içerisinde bulundukları şartlar veya şer’î bir hâl sebebiyle sorumlulukları üstlenmekten kurtarmıştır.

Mesela Ahmet isminde (bekâr) birini düşünelim. Haliyle eş, evlat, hısım akraba ile ilgilenmek gibi sorumlulukları yoktur. Geçinmek ve hayat şartlarına karşı direnmek için de kâfi miktarda dünyalığa sahiptir. Öyleyse Ahmed için birbirine düşman ve çekişme halinde iki husus vardır.

Birinci husus der ki: “Ahmet, geçinebilmek için kâfi miktarda dünyalığa sahipsin, niçin bununla yetinmeyesin? Dünyalık bakımından ihtiyacın olmayan fazlalığı, ilim talebiyle Allah Azze ve Celle’nin dinine dair bilgini artırmaya; vaktinden ve emeğinden arta kalan zamanı da taat ve kurbiyet ile Allah Azze ve Celle’nin dinine hizmet yolunda harcama karşılığında niye değişmeyesin?”

İkinci husus da şöyle der: “Kalk ve rızkını artırmak için gayret et. Ticaret ve kazanç yolunu tut. Refah ve zenginliğini artıracak vesileleri araştır. Allah tembel kulu sevmez. Hz. Ömer efendimiz, mescidde pinekleyen tembelleri kırbacıyla kovalıyordu.”

Görüyorsun ya, şu hâlde Ahmet ne yapmalı, hangi çağrıya kulak vermeli? Bu suali, İbn Ataullah’ın hikmetinin ikinci kısmı ile cevaplamak gerekir ki o da, “Allah seni tecrid ehli kılmış olduğu halde sebepleri arzulaman, yüce himmetten düşmektir” hikmetidir.

Yani, geçinmek için kâfi miktarda dünyalığa sahip oluşuna güvenerek tembel ve sünepe bir adam olmak istersen, ecel kapını çalıncaya dek ye iç, oyun ve eğlenceye dal ve uyu. Ama bilesin, bu hayvanların hayatından farksızdır. Ancak Allah seni çalışarak kazanmaktan ve o bağların gerektirdiği mesuliyetlerden kurtardıktan sonra, dünyevî vazifelerden ve rızkı artırma yollarından azade olunca, yegâne maksadın Allah Azze ve Celle’nin dinini tahsil ve hizmet olursa, işte bu en doğru usul ve tutulacak en mükemmel yoldur. Nefsini terbiye etmiş yüce himmet sahiplerine layık olan da budur. Zira Allah Tealâ, seni şu hâlde hısım akrabalık, hanım ve çocukların mesuliyeti gibi yükümlülüklerden uzak tutarak sana sebeplere bağlanmayı değil, bahse konu tecrid halini layık görmüştür. Öyleyse senin için hayırlı olan, Allah’ın seni uzak tuttuğu sebepleri terk ederek dinine hizmet yoluyla veya dinî ilimleri tahsil ederek veya sahih ve dine uygun bir şekilde şartlar oluşursa Allah yolunda cihad edenlere katılarak, senin için takdir ettiği tecrid halini kabullenmendir.

Ahmet derse ki: “Fakat çalışmak de ibadettir, hem Allah da ayetlerde şöyle şöyle demiyor mu, Allah Rasulü de hadislerde şöyle şöyle demiyor mu?” Bilinmelidir ki Ahmed’in gönlüne gelen bu düşünce şeytanın bir oyunudur. Böyle düşünerek hareket ettiği takdirde varacağı netice, İbn Atâullah’ın anlattığı üzere yüce himmetten düşmektir.

Bu düşünce hakikaten Cenâb-ı Hak’tan gelseydi, o takdirde her sene bu şehre [Şam’a] gelen onlarca misafiri aşağılamamız icap ederdi. Bu misafirler kim mi? Meziyetlerini, bereketini ve faziletini çok kimselerin işittiği bu şehre, İslâmî ilimleri ve dinî hükümleri tahsil için, geçim sebeplerinin ağırlığından sıyrılıp kurtulmanın [tecerrüdün] onları vatanlarından gurbete çıkmaya sevk ettiği pırıl pırıl gençler...

Onlar, Allah’ın onlar için takdir ettiği tecerrüd haline tahammül etmeyip servet ve mal çoğaltmak gayesiyle vesileler arayabilir, bu minvalde bir yol tutabilirlerdi. Fakat onlar, Allah’ın takdirine rıza göstererek hayat yolculuklarında bir daha ellerine geçmeyecek bu hâli fırsat bildiler. Memleketlerine hidayet ve ilim elçileri olarak dönmek maksadıyla Şam’ın medreselerinde Allah’ın dinini tahsile geldiler.

Allah’ın kendilerine yüklediği ailevî, içtimaî veya siyasî mesuliyetlerle irtibatlarını koparmaksızın İslâmî ilimleri tahsil peşinde buraya gelen şu gençlere, ulu kimseler nazarıyla bakmalıyız. Onları beşeriyetin mümtaz bir sınıfı sayarak, Allah’ın onlara rahmet ve şefkatiyle muamelesi için dua etmeliyiz.

Öte yandan, Allah Tealâ’nın bir kimseye hanımının, çocuklarının, içerisinde bulunduğu şehir halkının ya da tüm halkın içtimaî veya siyasî mesuliyetini yüklediğini düşünelim. Bu şahsın da, Allah’ın onun için takdir ettiği, insanların hallerinin ıslahı veya hayırlı hizmetlerin icrasına onu vesile kıldığı bu mühim işleri terk ederek Şam gibi bir şehre ilim talebi veya mücahitlerin saflarına katılmak için gittiğini düşünelim. Bu zat, şu tavrıyla İslâm’ın öngördüğü nizama ve yola muhalefet etmiş, Allah’ın onun için takdir ettiği ve onu mükellef kıldığı şeyin tam aksini işlemiş olur. Zira şeriatın, insanın hâlini takdir hususunda bir terazi olduğunu biliyoruz. Sorumluluklardan azat olmuş tecerrüd hâli mi, yoksa sorumlulukları üstlenmek mi? Arzuları istikametinde nefsinin kışkırtmalarına boyun eğerek şeriat terazisinin takdir ettiği ölçüyü aşan bu ve benzeri kimseler, İbn Atâullah’ın zikrettiği, “gizli şehvet” veya “yüce himmetten düşme” hâllerine uğrayıp sapmıştır.

Gayet ince ve dikkat isteyen bu şer’î hükmün ışığında, bahsimiz olan mevzuda takip edilmesi gereken yol yordam hususunda bizi tefekküre sevk etmesi için, olup duran misallerden birkaçını arz edeceğim:

Birinci misal: Binlerce insan hac için Mescid-i Haram’a gitmekte. Bir kısmı diğer bütün kayıtlardan ve mesuliyetlerden azade, sadece İslâm’ın şartı olduğu için, ibadet ve Hakk’a kurbiyetlerini artırmak isteyen hacılardan oluşur. Diğer bir kısmı ise, hasta düşen hacıları tedavi ve onların beden sıhhatlerinin muhafazası mesuliyetini yüklenen doktorlar ile hacıların ihtiyaçlarını temin veya rahatlarını sağlama sorumluluğunu yüklenerek oraya gelmiş rehberlerden oluşur.

Birinci gruptakiler, İbn Atâullah’ın “tecerrüd veya tecrid hâli” dediği konumdadırlar. Onlardan beklenen, nafile ibadetleri artırmaları, zikir, kurbiyet ve ibadeti çoğaltmak suretiyle Allah’ın onlar için takdir ettiği hâle yönelmeleridir. İkinci gruptakiler ise, İbn Atâullah’ın ifadesiyle, Allah’ın kendilerini “sebeplere bağlı kıldığı” kimselerdir. Onlardan beklenen de, Allah’ın onları bağlı kıldığı sebeplere yapışarak o minvalde gayret göstermeleridir. Doktor, hacıların sağlık ve sıhhati hususunda onlara göz kulak olmakla ve hastaları tedaviyle mükelleftir. Rehberler de, yerine getirmeyi vaad ettikleri hizmetleri en güzel surette ifa ile...

Bunlardan herhangi biri, hacıların onca hizmetinden birkaçını ifa hususunda Allah onları vesile kılmışken, mesuliyetini unutur da vaktinin tümünü veya büyük bir kısmını Mescid-i Haram’da tavaf veya sa’y, rükû ve secde ederek, Kur’an kıraati veya zikir ve vird ile geçirip hastaların tedavisi veya ihtiyaç sahiplerinin hizmetinde ihmalkârlık ederse, Allah’ın şeriatını ayaklar altına almış ve usulü ile alay etmiş olur. Zira Cenab-ı Hak o kimseyi sebepler âleminde bir vazife ile mesul tutmuş, o ise bu hususta cahillik ederek vazifesini unutmuş ve ilgisi olmadığı hâlde kendisini tecerrüd halinde vehmederek, ona göre davranmıştır.

Nice insan hacı olarak Mescid-i Haram’a gittiği vakit bu ayıbı işlemekte, görünürde İslâm adına hareket edip parlak sözler sarf ederken, İslâm’ın gereklerini ifa hususunda cahillik etmekte ve en temel insanî esasları çiğnemektedir.

İkinci misal: Babasından şöyle söz alan bir genç düşünün: “Oğlum, geçim hususunda her türlü ihtiyacını ben karşılayacağım. Bütün mesaini, Allah’ın Kitabı’nı ve dinî ilimleri öğrenmeye harcaman için nafakanı temin hususunda sana hiçbir yük yüklemeyeceğim.” Baba bu sözü verdiği takdirde o genç için şunu söyleyebiliriz: Allah ona şeriat ve hikmet terazisi gereği tecrid hâlini takdir etmiştir. Şu durumda ondan beklenen, kendisi için takdir olunan hâlin gereğince davranması, vaktini dinde anlayış sahibi olmak, dinî ilimleri ve Allah’ın Kitabı’nı öğrenmeye harcamasıdır.

Böyle bir gence şu söylenmez: “Din, rızık için sebeplere yapışmanı emrediyor ve tembelliğe yaslanmaktan seni yasaklıyor.” Çünkü din, aile babası gibi mesuliyet sahibi olup da rızıklarının temini ve ihtiyaçlarının giderilmesi hususunda kefili bulunmayan kimselerin, çarşıya pazara giderek rızıklarının peşinden koşmasını emreder. Ancak, bu genç gibi Allah’ın ihtiyaçlarının giderilmesini teminat altına almayı nasip ettiği kimseler, dinin bahse konu emrinin muhatabı değildir. Şeriat, insanın rızık sebeplerine yapışmasını emreder ki, bundan yüz çevirip de tembelliğe düçar olmasın. Bu gencin durumunda ise tembelliğe meyil yoktur. Aksine, babasının hakkında taahhütte bulunduğu rızık için gayret etmek yerine, dinde anlayış sahibi olmak ve dinî ilimleri öğrenmek için gayret eden bir genç söz konusudur. Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem de öyle buyurmuyor mu: “Allah bir kimse hakkında hayır murad ederse, onu dinde anlayış sahibi kılar.”

Bu misal, medresedeki ilk zamanlarıma dair hatıralarıma da münasip düştü. Babam, akranlarımın yapageldiği gibi mal toplamak ve kazanç vesilelerine yapışmak gibi o yaşın gereği olan işlere yönelmekten beni alıkoydu. Benim bütün maddi ihtiyaçlarımı gidermeyi de vazife bildi. O vakitler henüz on beş yaşımı bitirmemiştim. Bir gün şöyle dedi: “Allah’a ulaştıran yolun çöp toplayıcılığının ardına gizlendiğini bilseydim, seni sadece ama sadece çöpçü yapardım. Fakat gördüm ki, Allah’a ulaştıran yol, ancak ve ancak O’nun dinini öğrenmek ve öğretmekle mümkün; bu sebeple seni bu yola sevk edeceğim.”

Allah Tealâ, babamın bu taahhüdü ve kararı vesilesiyle, şeriat ve hikmet gereği benim için tecrid hâlini takdir etti.

O vakitler, bir grup arkadaşım yanıma gelerek, beni mal toplama ve rızık temini için para kazanma yolunda onlarla birlikte olmaya çağırdılar. Ayrıca babamın beni sevk ettiği yolu terk etmemi, zira bu yolun sonunda topluma bel bağlamak ve insanların eline bakmak zorunda kalacağım hususunda akıllarınca beni ikaz ettiler. Ancak Allah Tealâ beni himaye ederek bana lütfuyla muamelede bulundu.

Babam bütün ihtiyaçlarımı gidermeyi üstlenince, onun beni sevk ettiği yolu takip hususunda ısrarcı oldum ve sabrettim. Arkadaşlarımın bütün ikaz ve ayartma çabalarından da yüz çevirdim. Bu tavrımla ben dinin emrinden uzaklaşmış mı oldum, yoksa dinin hükmüne mi uydum? O vakitler bu sualin cevabının hangisi olduğunu bilmiyordum. Bildiğim tek şey, babamın sözüne ve yönlendirmesine uyduğumdu. Bu da bana Allah’ın emriydi.

Bugünse yakinen biliyorum ki, babamın emrine icabet etmemin yanı sıra, o icabetle ilâhî hikmete ve dinimize de uygun bir iş yapmışım. Zaten babam bu işin Allah Azze ve Celle’nin dinine muhalif olduğunu bilseydi, seçtiği ve beni sevk ettiği bu yola hiç razı olur muydu; ne mümkün!

Şüphesiz ben de, bazı arkadaşlarımın beni hakkında ikaz ettikleri hâllerin hiçbirine maruz kalmadım. Tam aksine, maruz kaldığım ve nail olduğum netice bu endişelerin aksi istikametindeydi. Cenab-ı Hak hadsiz hesapsız ilâhî ikramlar, rabbânî lütuflar ve nimetlerle bu aciz kulunu çepeçevre kuşattı.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy