Yaşadığımız çağ, imajların hakimiyetine teslim edilmiş. Her gün önümüze konan yüzlerce hatta binlerce imaj, isim, imge, reklam, marka bize ‘gerçekliğin modern adı’ diye takdim ediliyor. Sanal dünyada oluşturulan hayali kurgular, artık gerçeğin kendisinden daha önemli ve cazip.Bir filmdeki tabiat sahnesini, tabiatın kendi asli güzelliğine tercih ediyoruz. Bir bebeğin televizyon ekranındaki kurgusal güzelliğini, cennet kokan gerçek haline tercih ediyoruz. En azından bizden böyle davranmamız bekleniyor. Hayatın gerçeklerini ancak imajlar vasıtasıyla gördüğümüz zaman bir şeyleri daha iyi kavradığımızı, hayatı daha iyi anladığımızı düşünüyoruz. Kısacası gerçeklik, imajlar vasıtasıyla kurgusal bir senaryoya dönüştüğü zaman gerçek olma vasfına layık görülüyor. Modern iletişim vasıtaları ve eğlence kültürü, bize kurgusal ve hayali olanı müstakil bir gerçeklik olarak sunar. Gerçeğin yerine ikame edilen imaj, artık kurgusal bir olgu olmaktan çıkar ve hayatımız üzerinde son derece somut bir etkiye sahip olur. Verdiğimiz kararlar, yaptığımız plânlar, imajın gerçekmiş gibi görünen yapısı sayesinde şekil alır. “Hayal kurmak” artık zihinsel bir eylem olmanın ötesinde pratik bir gerçekliğe dönüşür. Bu yönüyle modern imaj kültürü, insandaki ‘tahayyül’ melekesine hitap eder. Ve bütün bu imajlar aslında “hayal alemi”nin tezahürleridir.
Alem'ül-Hayal ve Gerçeklik
Klasik İslâm düşüncesinde son derece önemli bir yeri olan “alemü’l-hayal” kavramı, insandaki ‘tahayyül’ gücünü ifade eder. Günümüz Türkçesi’nde hayal, tahayyül, hayal alemi, muhayyile kelimeleri kurgusal, hayalimsi, gerçek olmayan, sahte, uydurma vb. anlamlarına sahip. Oysa İbn-i Arabî, Davud el-Kayserî ve Molla Sadra gibi ariflerin eserlerinde alemü’l-hayal, en az duyu dünyası kadar gerçektir ve madde ile ruh arasındaki varlık mertebesini ifade eder. Bir ayağı madde, diğer ayağı mana ve ruh aleminde bulunan insanoğlu, bu iki varlık kategorisi arasındaki geçişi alemü’l-hayal vasıtasıyla yapar. Dahası, İbn-i Arabî’ye göre insanların çoğu, ekseriyetle alemü’l-hayal’de yaşar. İnsandaki ruh melekesi onun salt madde aleminde yaşamasına imkan tanımaz. En materyalist yaşam biçiminde dahi ruh aleminin kırıntıları vardır. İnsanlar bu kırıntılar sayesinde acı duyar, hüzünlenir, vicdan azabı çeker, dostluklar kurmaya çalışır, yahut en azından bazı ahlâkî ilkelere önem verir. Fakat bir ayağı mana aleminde olan insan, maddi varlık sınırlarını aşıp salt ruhi varlık düzeyinde de yaşayamaz. Zira madde ve beden, dünyadaki yaşam serüvenimizin ve Allah’a kulluğun zorunlu unsurlarındandır. Bu yüzden bizi ilâhî olana yaklaştıran ibadetlerin hepsi, ruh ve nefs yanında bedenin de dahlini zorunlu kılar. Yine bu yüzden kalp, göz (görme), kulak (duyma), el (emniyet) gibi maddi-bedeni uzuvların aynı zamanda manevi anlam ve dereceleri vardır. Ancak madde aleminin sınırlarını aşarak özündeki kemali tamama erdirebilen Allah dostları mana aleminin daimi üyeleridirler. Bu açıdan baktığımızda İbn-i Arabî’nin yukarıdaki görüşü önemli bir gerçekliğe atıfta bulunur: Çoğumuz, alemü’l-hayal’de yaşarız. Bir berzah mertebesinde olan alemü’l-hayal’den karanlığı temsil eden madde seviyesine inmek, yahut nuru temsil eden mana ve ruh makamına yükselmek, imtihanımızın bir parçasıdır. Öte yandan insan zihninin (‘hayali’nin) ürünü olan temsiller, imajlar, hikâyeler, mitler, destanlar, mitolojik yaratıklar bu hayal aleminin tezahürleridir. Bu açıdan baktığımızda modern imaj kültürü ile alemü’l-hayal arasında ilginç benzerlikler kurmak ve esasa yönelik farklılıkları tesbit etmek mümkün. Alemü’l-hayal ile kurgusal imaj dünyası arasındaki en önemli fark, alemü’l-hayalin bağımsız bir varlık kategorisi değil, bilakis madde ile ruh ve mana alemleri arasında bir berzah oluşudur. Bu yüzden insandaki tahayyül gücü, hem madde hem de ruh aleminden izler taşır. Fakat tahayyül alemini, modern imaj kültürünün yaptığı gibi, müstakil bir varlık olarak kurgulayıp onu gerçekliğin yerine ikame ettiğimizde, modern dünya görüşünün vahim hatalarından birini işlemiş oluruz. Alemü’l-hayali ruh ve mana dünyasından koparttığımız anda, o kendi başına bir gerçeklik haline gelir ve istikametini yitirir. Bizi ruh ve mana aleminin yücelerine taşıması beklenen tahayyül melekesi, şeytanî bir kimlik kazanarak bizi sürekli aşağıya, varlığın süfli derecelerine çeker. Bunu modern eğlence kültüründe açık bir şekilde görüyoruz.İmajlar Tasallutuna Direnmek
Hayal aleminin muazzam enerjisini tüketme üzerine kurulu olan modern eğlence kültürü, bizi sadece maddi ve süfli olana çekerek tahayyül melekemizi felce uğratır. Bunun en kayda değer örneklerinden biri bilim-kurgu eserleridir. Bilim-kurguya dayalı imajinasyon modern kültürü öylesine kuşatmış durumda ki, uzay ve gelecek kelimeleri deyince aklımıza (“hayal dünyamız”a) ilk gelen şey, Hollywood’un ürettiği garip uzaylı yaratıklar oluyor. Aynı şekilde “eski çağlar” deyince hayal haritamızda beliren ilk imgeler medeniyetten yoksun, konuşmaktan çok homurtular çıkaran, insanlık vasfını korumak için tabiatla mücadele eden ‘kurgusal’ ve ‘hayalî’ (imajinatif) insan tipidir. Geçmiş ile gelecek arasındaki bu çatışmacı yaklaşımın, Batı’nın ilerlemeci ve Avrupa merkezli dünya görüşünün bir ürünü olduğunu görmek zor değil. Fakat asıl trajik ve tehlikeli olan, bu imaj kültürü içinde yetişen bizlerin ve çocuklarımızın, televizyon ekranlarındaki simge ve sembollerin ötesinde bir şey tahayyül edemeyecek duruma gelmiş olmasıdır. Bir başka ifadeyle hayal alemimizin sınırları artık modern tüketim kültürünün ürettiği imaj ve simgeler tarafından belirleniyor, bu ise gerçekliği ve hakikati eğlence kültürünün tanımladığı sıradan bir meta haline getiriyor. Bir örnek olarak şiddetin estetize edilmesine bakalım. Modern eğlence kültürünün merkezinde yer alan kurgusal imajlar, şiddeti öyle bir çerçeve içinde sunuyor ki şiddetin bizzat kendisi bir değer haline geliyor. Çeşitli tiplemeler vasıtasıyla şiddet, meşruluk yahut gayr-i meşruluk kalıpları içinde değil, estetik bir kategori olarak telkin ediliyor. Böylece kan, küfür, kabalık, doğuş ve nihayet öldürme, izlediğimiz kurgunun meşru dekorları olarak bilinç altımıza yerleştiriliyor. Benzer bir durumu fuhuş, kumar, içki ve benzeri olguların estetize edilmesinde görüyoruz. İzlediğimiz kurguda bu unsurlar öyle bir çerçeve içerisinde üretiliyor ve sunuluyor ki artık çıplaklık kültürünü yahut ayyaşlığı (yani günahkârlığı) değil, bunların simgesel değerini tartışır hale geliyoruz. Bunun neticesinde fuhuşun ve içkinin bizzat kötü oluşunu değil, fahişelerin ve içki içenlerin içinde bulundukları şartları, o hallerinin ‘iyi’ taraflarını görmeye zorlanıyoruz. Bunun bilinç altımızda ve tahayyül alemimizde bıraktığı izler, sanıldığından çok daha derindir. Bu noktada modern eğlence kültürünün ve tüketim toplumunun empoze ettiği imajlara karşı direnmek, bir zorunluluk haline geliyor. Kendimizi simgelerin sanal akışına bıraktığımız zaman sadece muhayyile gücümüzü köreltmiş olmuyor, aynı zamanda gerçekliği sıradanlaştırmış oluyoruz. Geleneksel İslâm medeniyetinin sunduğu tahayyül gücü, bizi ruh ve mana alemine yükseltme potansiyaline sahip ve bu vasfını bugün de koruyor. Tahayyül alemini eğlence kültürüne indirgeyen modern imaj sanayisinin tersine, alemü’l-hayal, insanın kemalini ve bütünlüğünü hedefler. Dinî muhayyile gücünün ürünü olan geleneksel eserleri bu gözle yeniden okumak, bize içinde yaşadığımız imaj tasallutunun boyutları hakkında önemli ipuçları verecektir.