Aramak

Asr-ı Saadet’te Tasavvuf Yok muydu?

Günümüzde internet ve sosyal medya-nın iletişim devrimi neticesinde bilgiye çok daha kolay ve hızlı ulaşmaya başladık. Ancak bu da bazı sakıncaları beraberinde getirdi. İnsanlar bilgiyi özümsemek yerine yüzeysel bir biçimde kabul etmek durumunda kaldılar. Bu durumdan en çok etkilenen alan-lardan biri de dinî konular oldu. Bu yazımızda İslâmî bir ilim olan tasavvuf alanına dönük birtakım hususları klasik dönem ışığında irdelemeye çalışacağız.

Sahabi vasfı varken

Tasavvufa dair günümüzde olduğu gibi geçmişte de birtakım sorular sorulmuştur. Bu soruların önemli bir kısmı, tasavvuf ilminin kaynağı, dayanakları ve yöntemine dair bilgi edinme maksatlıdır. Tasavvufun dayanağı ile ilgili yaygın sorulardan biri, İslâm’ın ilk dönemiyle olan bağlantısına yöneliktir. Bu bağlamda “Kur’an-ı Kerim’de tasavvuf var mıdır?” “Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem tasavvuftan bahsetmiş midir?” “Sahabe döneminde sûfîlerin durumu nedir?” gibi sorular sorulabilir. Bu soruların cevabını tasavvuf klasiklerinden öğrenebiliriz.

Soruların cevabına geçmeden önce sorunun doğru bir biçimde anlaşılması gerektiğini düşünüyoruz. Yani sorudan isteneni doğru belirlemeliyiz ki cevabı da ona göre uygun verelim.

Şayet burada sorulan husus, “tasavvuf” veya “sûfî” kelimesinin Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ve sahabe döneminde kullanılmadığına dönük bir istifham ise, bunun cevabını İmam Abdülkerim Kuşeyrî rahmetullahi aleyhin (v. 465/1072) er-Risâle’sinde görmekteyiz. Kuşeyrî, sûfî kelimesinin İslâm’ın ilk döneminde neden kullanılmadığını genel olarak şöyle ifade eder:

“Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem döneminde ‘sahabe’ vasfından daha üstün bir özellik olmadığından ashâb sadece bu vasfı kullanmışlardı. Ashâbtan sonraki nesillere ‘Tâbiîn’, bir sonraki nesiller için de ‘Etbâu Tâbiîn’ ifadeleri kullanıldı. Bundan sonraki dönemlerde dine sıkıca bağlananlara ‘zâhid’ ve ‘âbid’ gibi isimler verildi. Sonra bid’atlar türedi ve fırkalar arasında çatışmalar artmaya başladı. Her fırka kendisinde zâhidler olduğunu iddia etti. Ehl-i sünnetten havâs/seçkin kişiler de tasavvuf ismi ile diğerlerinden ayrıştı. Bu isim, hicrî 200. yıldan önce meşhur olmaya başladı.”

Kuşeyrî rahmetullahi aleyh, burada temelde Asr-ı Saadet’te bu şekilde bir isimlendirmenin gerekli görülmediğini ifade eder. Çünkü sahabe, “Hz. Peygamber’in dostu olmak” manasındaki sahabî kelimesi dışındaki sıfatları kullanmaya gerek görmüyordu. Sûfî vasfının sonradan ortaya çıkması, genişleyen İslâm coğrafyasında ehl-i sünnet fırkasının faziletli olanlar için bu ismi vermesinden ibaretti.

Tasavvufî muhtevanın kaynağı

Konumuzun sorusu tasavvuf ilminin muhtevası, amacı ve ulaşmak istediği hedefler bağlamında yöneltildiğinde ise cevabını, Kur’an-ı Kerim’in ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin öğrettiği İslâm ahlâkında bulur. Tasavvuf ilmindeki tevbe, takva, sabır, tevekkül, istikamet gibi kavramlar zaten Kur’an’ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde mevcut olduğundan tasavvuf ilmi, fıkıh ve kelâmdan farklı olarak bunların tatbikine dair öğretiler ve tecrübeler içermektedir.

Tasavvufun klasik dönem yazarlarından Serrâc et-Tûsî rahmetullahi aleyh (v. 378/988) bin yıl önce bu meseleyi izah için el-Luma’ adlı eserinde, “sûfîlerin cahil bir topluluk olduğunu, tasavvuf ilminin Kur’an ve Sünnet’te bulunmadığını zannedenleri red bölümü” diye bir başlık açmıştır. Tûsî, burada Kur’an-ı Kerim’de doğrudan sûfî ve tasavvuf kelimelerini aramak yerine sûfîlerin vasıflarından bahseder. Tûsî’nin zikrettiği, Kur’an’da geçen sûfîlerin bazı vasıfları şöyledir: “Sâdıklar/doğrular, kânitler/dua edenler, hâşiler/huşû ehli olanlar, mûkinler/yakîne erenler, muhlisler, muhsinler, sabredenler, velîler, ebrâr ve mukarrebler...”

Kur’an-ı Kerim’de müminlerin bu gibi maneviyat ve ahlaka dair birçok vasfına rastlamaktayız. Dolayısıyla Kur’an’da “tasavvuf” geçmese de tasavvuf ilminin yoğunlaştığı bu kavramlar ve ilkeler ısrarla vurgulanmaktadır. Tûsî ayrıca müşahede ehline dair şu ayeti zikreder: “Şüphesiz ki bunda kalbi olan ve hazır bulunup kulak veren kimse için elbette bir öğüt vardır.” (Kâf 37) (Birçok mealde ayet-i kerimedeki “kalb”in “akıl” olarak çevrildiğini görüyoruz. Kanaatimizce ayetteki ifadenin değiştirilmesi tam anlaşılmasına engel teşkil eder).

Erken dönemde tasavvufun bir ilim olarak teşekkül etmesinde ciddi çabası olan Tûsî rahmetullahi aleyh, Cibrîl Hadisi’nde geçen islâm, iman ve ihsan kavramlarını şöyle yorumlar: “İslâm zâhirdir, iman hem zâhir hem de bâtındır. İhsan ise zâhirin de bâtının da hakikatidir.”

Bu meseleyi din ilimleri bağlamında izah edersek, islâmı fıkıh ilmiyle, imanı akaid ilmiyle, ihsanı ise tasavvuf ile bağdaştırırız. Zira tasavvufta islâm ve imandan öğrenilen ilimler tecrübe edilerek yaşantıda tahakkuk eder.

Burada denilebilir ki “Tasavvufta var olan fenâ-bekâ, halvet-çile, cezbe, rabıta gibi kavramların Kur’an’da ve hadislerde kavram olarak geçmemesinden dolayı tasavvufa itirazlar yapılmaktadır.” Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki sûfîlerin geliştirdikleri bu gibi kavramlar Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde lafız olarak geçmiyorsa da muhtevaları bunlara dayandırılmaktadır. Mesela halvet ve çile yöntemi, Hz. Musa aleyhisselamın Tûr Dağı’na çıkmasına, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin nübüvvetten önceki inziva hayatına, Ramazan ayının son on günündeki itikâfa göre şekillenmiştir. Daha da önemlisi sûfîler, bu gibi yöntemlerde şekilden ziyade ihlâslı bir kulluk şuurunu edinmeyi önemserler.

Öte yandan sûfîlerin ıstılahında geçen fenâ-bekâ ve halvet gibi manevi hayata dönük kavramlar bir yana, yukarıda saydığımız tevbe, istikamet, sabır gibi Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde doğrudan geçen, hatta müslümanlara emredilen; kibir, ucb, gıybet gibi yasaklanan ahlâkî ve manevi ilkeler çerçevesindeki tasavvuf ilmi mutlak surette reddedilemez. Yani bir sûfînin tasavvuf görüşü veya getirdiği yöntem reddedilebilir. Fakat genel olarak tasavvuf ilminde, Kur’an ve hadislerde geçen kavramlar bağlamındaki muhteva reddedilemez. Kısaca, ibadet ve ahlâk kavramları bağlamında bu ilim bütün müslümanların asgari müşterekte kabul ettiği bir içeriğe sahiptir. Adına ister tasavvuf, ihlâs, ahlâk veya ihsan diyelim, bu gerçeği değiştirmez.

Bütün bunlardan hareketle, içerdiği bütün erkân ve usuller bağlamında tasavvuf ilmi sırf ismi ilk dönemlerde kullanılmadığı gerekçesiyle reddedilemez. Bununla birlikte bazı yaşanılanlar, görüşler ve söylemler “tasavvuf” olarak önümüze gelse bile İslâm esasları ölçüsüyle elbette tartışılır ve eleştirilebilir ve reddedilebilir. Hatta bu durum sûfîler arasında da rastlanılan bir husustur. Özellikle klasik dönem yazarları tasavvuf ilminin İslâm içerisindeki yerini sabitleştirirken, sahih inanca uymayan bir takım sözde sûfî anlayışları reddetmeyi de ihmal etmemişlerdir.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy