Aramak

Ayasofya: Yeni Bir Feth-i Mübîn

Olması gereken oldu ve yeniden ibadete açılan Ayasofya-i Kebîr Camii Şerifi’nin zincirleri kırıldı. Bu gelişme üzerine ülke sathında milyonların sevinç gözyaşlarıyla kurbanlar kesip şükür secdelerine kapanması, Ayasofya’ya artık biletle değil abdestle girecek olmamızın mutluluğundan kaynaklanmıyordu sadece. Kuşaktan kuşağa aktarılan bir rüya gerçekleşmiş, 86 yıl süren yakıcı bir hasret sona ermişti.

Ayasofya, kadim bir mabet olmanın ötesinde anlamlar barındırıyordu bizim için. Necip Fazıl merhumun o muhteşem hitabesinde nitelediği gibi bu ulu mabet, “ne taş, ne çizgi, ne renk, ne hacim, ne de bunların madde senfonisi; sadece mana, yalnız mana” idi. Cami iken de sırf mana idi, müze iken de...

Biz bin yıllık irfanımızla o manalara vâkıf olduğumuz için bir dönem kapatılan belki binlerce camimizden hiç birine Ayasofya kadar üzülmedik. Yeniden açılan hiçbir camimize de Ayasofya kadar sevinmedik. Biliyorduk ki Ayasofya ile kapanan da açılan da bahtımızdı bizim.

Ayasofya Camii neleri hatırlatır?

Ayasofya, cami olarak evvela büyük bir fethin simgesidir. Henüz 150 yıllık bir devlet olan Osmanlı’nın, onca kuşatmaya rağmen 11 asırdır surları aşılamamış bir imparatorluğu, üstelik 21 yaşında bir delikanlının liderliğinde dize getirişiyle kazanılan bir fetihtir bu.

Bize, ne kadar heybetli görünürse görünsün küffardan çekinmemeyi, şartların ve imkânların elverişsizliğine sığınıp fetih sorumluluğumuzu ihmal etmemeyi anlatır.

Fakat öte yandan böyle fetihler için Molla Hüsrevlerin, Molla Güranîlerin, Akşemseddinlerin, 21 yaşındaki Mehmetleri Fatih eyleyen talim ve terbiyesinin zaruretini de fısıldar kulaklarımıza.

Kubbesindeki haçın yerine kondurduğumuz hilâl, îlâ-yı kelimetullah davamızı hatırlatır. Minarelerinden okunan ezanlar İslâm’ın hükümranlığını; bu toprakların dârü’l-İslâm, dolayısıyla gayri müslimler için de bir dârü’l-emân, yani emniyet yurdu olduğunu ilân eder.

Ayasofya, evet 1500 yıl önce Doğu Roma İmparatorluğu zamanında inşa edilmiş olsa da bizimdir, bizdendir. Onu yıkılmaktan kurtaran mimarî müdahalelerle bugüne taşıdığımız için bizimdir. Medresesi, sıbyan mektebi, hünkâr kasrı, muvakkithanesi, mahfilleri, kütüphanesi, sebili, şadırvanı ile bir külliye içinde sarıp sarmalayarak koruyup güzelleştirdiğimiz için bizimdir.

Ayasofya, tıpkı 567 yıl önce, “İstanbul’da Katolik Latinlerin külahını görmektense Türk sarığını görmeyi yeğlerim” deyip Osmanlı’ya sığınan Bizanslılar gibi, Osmanlı’nın müşfik kollarında ihtida eden müslüman bir mabet olmakla bizdendir.

Kendisine sığınanları düşmanına teslim etmeyi namus zafiyeti sayan Osmanlı, İstanbul’un işgalinde İtilaf güçlerinin kiliseye çevirme ihtimaline karşı, Ayasofya’yı koruyan Binbaşı Tevfik Bey ve taburuna gerekirse bu ulu mabedi havaya uçurmaları emrini vermiştir bu yüzden. Yani Ayasofya ceddimizin namus bellediği bir emanetidir bize.

Nihayet Yahya Kemal’in 1922’de yayımlanan bir yazısında belirttiği gibi; Ayasofya minarelerinden okunan ezan-ı Muhammedî, Topkapı Sarayı’ndaki Hırka-i Şerif Dairesi’nde 1517’den beri geceli gündüzlü sürdürülen Kur’an-ı Kerim tilaveti ile birlikte devletimizi ayakta tutan iki manevî temelden biriydi bize göre de.

Ayasofya ‘müze’sinin hal dili ile anlattıkları

Yahya Kemâl’in bu yazısı yayınlandıktan iki yıl sonra Hırka-i Saadet’teki Kur’an tilaveti, on iki yıl sonra da Ayasofya’daki ezan sadaları susturuldu. Türbeler dışında külliyesine dâhil bütün yapılar yıkıldı, kilise vasfı belirginleştirilerek Ayasofya müzeye çevrildi. Binanın çökmesini engellediği için minarelerini yıkmaktan zorunlu olarak vazgeçildi.

Ayasofya “müze” olarak bize ve başkalarına yüreğimizi kanatan bambaşka şeyler söylüyordu artık. Fethin ve hükümranlığımızın simgesi olmaktan çıkmış, hak etmediğimiz, yenilgiyle değil ama zihnen kabullenilmiş bir mağlubiyetin ve vesayetin anıtına dönüşmüştü.

Düvel-i Muazzama’ya fetih sorumluluğumuzdan, medeniyet iddiamızdan, cihan hâkimiyeti mefkûremizden vazgeçip onlara tâbi olduğumuzu ilan ediyordu.

İçeriye ise müze yapılmış bir cami olarak İslâm’ın eski, yürürlüğü kalmamış, “müzelik” bir din olduğu mesajı veriliyordu. Yahut yine Necip Fazıl’ın ifadesiyle Ayasofya müze yapılmak suretiyle, “içinde İslâmiyet’in gömülü olduğu bir lahit haline getirilmek” istenmişti.

Biz millet olarak bütün bunlara hiçbir zaman rıza göstermedik. Ancak tek parti istibdadında itiraza mecalimiz de imkânımız da kaale alınacak yaptırım gücümüz de yoktu. İradesi hilafına irtidata zorlanan Ayasofya’nın gözyaşlarına gözyaşlarımızla eşlik ettik. Efendimiz s.a.v.’in övgüsüne mazhar olmuş bir padişahın bedduasına muhatap olmamak için buğzumuzu diri tutmakla yetindik.

İçin için bahtsızlığımıza yandık ama biz hiç müze demedik Ayasofya’ya. Müzeyken de ona Ayasofya Camii diyorduk. Ayasofya bizim katımızda hep cami idi, mutlaka yeniden cami olacak ve kıyamete kadar öyle kalacaktı.

1953’te hem ezan yasağını kaldırmış bir iktidarın varlığı, hem de İstanbul’un fethinin 500. yıl kutlamaları ile Ayasofya’nın o fethi adeta inkâr eden müze statüsü arasındaki çelişki, sesimizi yükseltmek için cesaret verdi. O sesler ilerleyen zamanlarda iman sahibi yazar ve şairlerimizin kaleminde ulvî bir davaya dönüştü, bilhassa gençlerin omuzlarında kuşaktan kuşağa aktarılarak bugüne taşındı.

Manevi temellere yeniden yaslanınca

Bu sayede 1996’da Hırka-i Saadet Dairesi’nde 24 saat aralıksız Kur’an-ı Kerim okunması uygulamasına yeniden geçildi. Devlet ve millet olarak bizi dik tutan manevi temellerimizden birine kavuşmuştuk. Diğer manevi istinadımız Ayasofya ezanlarından mahrum olduğumuz için layıkıyla kıyam edemiyor, kendi belirlediğimiz istikamette aksayarak yol alabiliyorduk ancak.

O eksik, Ayasofya’nın yeniden camiye çevrilmesiyle giderildi ve daha Cumhurbaşkanımız’ın fetih müjdesini aldığımız günün akşamı yaptığı millete sesleniş konuşmasında biz devletimizin nasıl dik durduğuna, kutlu bir yürüyüşe nasıl koyulduğuna şahit olduk; bunun için de şükrettik.

Yine bu tarihî konuşmadan anlaşılan o ki Ayasofya’nın açılması bir feth-i mübîndir. Allah Tealâ’nın yardımıyla müslümanların fetret döneminden çıkışına ve yeni fetihlere vesile olacaktır. Şimdi yapılması gereken, camiyle beraber vakıf senedinde konu edilen bütün müştemilatın da ihyası, istihdam edileceklerde aranacak şartlar ve onların yapacakları vazifeler hususunda da vakıf senedi hükümlerine bağlı kalınmasıdır.

Ayasofya’nın ibadete açılışı, bu seferki fethin Ulubatlı Hasan’ı muhterem İsmail Kandemir beyefendinin şahsında, samimiyet, azim ve kararlılıkla mücadelenin nelere kadir olduğunu göstermiştir. Yine Ayasofya’nın açılışı, pek çok İslâm ülkesinde “derin ümmet”i temsil eden sivillerin bu fetihten duydukları memnuniyeti yöneticilerine rağmen şu veya bu şekilde izharı, Türkiye’nin Türkiye’den ibaret olmadığını bir kere daha göstermesi bakımından kıymetlidir.

Niyazımız şudur: İstanbul’un yeniden fethi anlamına gelen Ayasofya’nın fethini gerçekleştiren komutan ve askerler de öncekiler gibi Efendimiz sallallahu ayehi vesellemin övgüsüne mazhardırlar inşallah.

“Bugün Ayasofya, inşa edildiği tarihten itibaren defalarca şahit olduğu yeniden dirilişlerinden birini yaşıyor.

Ayasofya’nın dirilişi, Mescid-i Aksa’nın özgürlüğe kavuşmasının habercisidir.

Ayasofya’nın dirilişi, dünyanın dört bir yanındaki müslümanların fetret devrinden çıkış iradesinin ayak sesidir.

Ayasofya’nın dirilişi, sadece müslümanların değil, onlarla birlikte tüm mazlumların, mağdurların, ezilmişlerin, sömürülmüşlerin umut ateşinin yeniden alevlenişidir.

Ayasofya’nın dirilişi, Türk milleti, müslümanlar ve tüm insanlık olarak dünyaya söyleyecek yeni sözlerimiz olduğunun ifadesidir.

Ayasofya’nın dirilişi, Bedir’den Malazgirt’e, Niğbolu’dan Çanakkale’ye kadar tarihimizin tüm atılım dönemlerini yeniden hatırlayışımızın adıdır.

Ayasofya’nın dirilişi, şehitlerimizin ve gazilerimizin emanetlerine gerekirse canımız pahasına sahip çıkma kararlılığımızın remzidir.

Ayasofya’nın dirilişi, Buhara’dan Endülüs’e kadar medeniyetimizin tüm sembol şehirlerine verdiğimiz bir gönül selamıdır.

Ayasofya’nın dirilişi, Alparslan’dan Fatih’e ve Abdülhamid’e kadar ecdadın tamamına vefamızın gereğidir.

Ayasofya’nın dirilişi, Fatih’in fetih ruhunu şad etme yanında, Akşemseddin’in maneviyatını, Mimar Sinan’ın estetiğini ve zevkini de yeniden gönlümüzde canlandırmaktır.

Ayasofya’nın dirilişi, insanlığın özlemle beklediği temeli adalet, vicdan, ahlâk, tevhid ve kardeşlik olan medeniyet güneşimizin yeniden yükselişinin sembolüdür.

Ayasofya’nın dirilişi, bu mabedin kapılarındaki zincirler yanında, topyekûn gönüllerdeki ve ayaklardaki prangaların da kırılıp atılmasıdır.

Ezanın aslına döndürülmesinden 70 yıl sonra Fatih’in emaneti Ayasofya’nın da cami olarak hizmete girmesi, gecikmiş bir yeniden silkiniştir.

Bu tablo, İslâm coğrafyasının dört bir yanındaki sembol değerlerimize yapılan hoyratça saldırılara verilmiş en güzel cevaptır.

Türkiye, son dönemde attığı her adımla, artık zamanın ve mekânın nesnesi değil öznesi olduğunu göstermektedir.

Millet olarak verdiğimiz tarihî mücadeleyle, temsilcisi olduğumuz medeniyetin aydınlık geleceği için maziden âtiye tüm insanlığı kucaklayan bir köprü kuruyoruz.

İnşallah bu kutlu yolda yürümeye, durmadan, duraksamadan, yılmadan, azimle, fedakârlıkla, kararlılıkla, menzile ulaşana kadar devam edeceğiz.”

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy