Aramak

AYASOFYA’DA NAMAZ

Sabahın 8.30’unda Ayasofya’dayız. Girişte poşetlerimizi yokluyorlar. Yükümüzü olabildiğince zaten hafifletmişiz ama poşet gene de kabarık görünüyor. Öyleyse içinde ne mi var? Bir seccade, bir şemsiye, birkaç telli maske, bir yedek gömlek, bir hap, bir şurup, ilaçlar...

Cami girişinde ayakkabılar çıkarılıyor. Erkekler bölümü, kadınlar bölümüne giden yollar ayrılmış. İçeri giriyor, ilerleye ilerleye mihrabın yakınına kadar varıyoruz.

Hemen bir şükür namazı kılıyoruz. Derken bir şükür namazı daha...

– Ne? Demin kılmamış mıydık?

– Kılmıştık.

– Eee! Bu ne öyleyse?

– Ne olacak, bu da şükür namazı. Şükür namazı bir kereden fazla kılınamaz diye bir kayıt mı var? Bir daha kıl, beş daha kıl.

– İyi iyi de, maşallah, bu ne iştah?

– Ama...

– Ne aması?

– Benimki pek de iştahtan değil galiba.

– Ya neden?

– Neden olacak, birincisinde ikinci rekâtta Fatiha’ya ne koştuğumu hatırlayamamaktan, ikincisinde de birinci rekâtta Fatiha’ya hangi sureyi koştuğumu hatırlayamamaktan dolayı iade! Nerede öyle sıdkı bütün namaz kılmak, nerede biz! İçi huşû ile dolu iki rekât namaza kimler hasret duymamış ki...

Saat 10.45’te öğle olmadan bir güzel abdest tazelemek ihtiyacıyla kapıya yöneliyorum ve;

– Affedersiniz, en yakın tuvalet nerede? Abdestimi tazeleyip hemen döneceğim, diyorum.

– Şurdan çık, sola dön, diyor bir görevli.

Biraz ilerideki polis, aynı soruyu;

– Şurdan sağa dön, biraz yürü, bir daha sor, diye cevaplıyor.

Derken kendimi bir tuvalet kuyruğunun önünde buluyorum. “Sen bekleme, diyorlar; erkekler bölümü boş, yürüsene! Ya bozuk paran olacak ya da kartın.”

– İkisi de var, diyorum.

– Geç öyleyse, diyorlar.

Seccade, maskeler ve ilaçlarımın bulunduğu poşet, iki küçük su paketi ilavesiyle elimde bulunuyor. Ve bunları ne pahasına olursa olsun elimden bırakmamak azmiyle ilerlerken tam kapının ağzına vardığımda, biraz evvel bana yol tarifinde yardımcı olan genç;

– Elindeki poşeti şu parmaklığa asıver, diyor; ben bakarım...

– Allah Allah, diyorum ve dönüp dikkat ve telaşla ona bakıyorum, yahu, diyorum bütün ciddiyetimle, her şeyim içinde. Seccadem, maskelerim, ilaçlarım...

– Bir şey olmaz, diyor yeniden; ben bakarım.

Hiçbir şey diyemiyorum, kendimi tuvalette buluyorum. Ama aklım hep poşette. Ya poşetimle beraber o genç de ortadan kaybolursa ne olur, diyorum. Belki de seccaden yok diye beni Ayasofya’ya almazlar.

Şu olur, bu olur, bir sürü olmadık vesvese...

Neyse ki korktuğumun hiçbiri olmuyor.

Hepsi, hepsi yerli yerinde duruyor. Yahu biz insanlara olan itimadımızı yitirmişiz. Bize insanlığa karşı kaybolan itimadımızı yeniden kazandıran o genç, ısrarla benim için en kolay ve en uygun olanının bu olduğunu söyleyerek beni Sultan Ahmed Camii’nin şadırvanına yönlendiriyor.

Rahatlayıp, abdestimizi de bir güzel tazeleyip öğle namazına yetişmek için Ayasofya’ya giriş kuyruğundayız. Ne diyorduk? Rahatladık elhamdülillah!

Aklımıza biraz ters bir çağrışımla Fuzûlî’nin mısraları geliyor. Gerçi büyük şairimiz;

“Mabedün matbah ola şâm u seher
Müsterâh ola ziyâretgâhın.
Bunun için mi olubsın mahlûk
Bu mudur emri sana Allah’ın.”

[Sabah akşam ibadet yerin mutfak, istirahatgâhın tuvalet olacak. Bunun için mi yaratıldın? Allah’ın sana emri bu mudur?] derken şüphesiz doğru söylemiştir ama ne yalan söyleyeyim, o sırada tuvaletin biraz hakkını yemiş gibi görünüyor.

Derken, bereket versin ki Süleyman Çelebi’nin;

“Gerçi tâm u nâkısı kâmil bilür
Kâmil olan cümleyi kâmil bilür.” beyti imdadıma yetişiyor da Fuzûlî’ye karşı yelkenleri indiriyor ve onun ruhâniyetinden özür diliyorum.

Ne diyorduk?

Kuyruk metrelerce uzuyor; yerli veya yabancı, Türk veya turist, müslim veya gayr-ı müslim, kimseyi sırası gelmeden içeri almıyorlar. İçeri alınan her grup ibadetini veya ziyaretini bitirip çıkmadan, evet, kimseyi almıyorlar. Bazı kendilerini etkili ve yetkili sananlar, kuyruktan çıkıp da barikatların önündeki giriş yerine kadar varıp, özel durumları olduğunu filan söyleyerek içeri girme girişiminde bulunuyorlarsa da boylarının ölçüsünü alıp geri dönmek zorunda kalıyorlar. Kuyruk, Sultan Ahmed’e doğru kıvrım kıvrım uzasa bile artık herkes anlıyor ki sessizce beklemekten başka çare yok.

Ayasofya Cami-i Kebîr’i açılalı bir aya yaklaştı. Atı arabası olan arkadaşlardan hangisine “Yahu, beni bir Ayasofya’ya götürün!” dediysem, “Dur bakalım! Biraz rahatlasın da gideriz”den başka cevap alamamıştım. Yahular! Görmüyor musunuz? Bu gidişle ne rahatlığı var ne rahatlayacağı.

Hem kimler geliyor, kimler... Sokaklarda yatan, kat kat giyinmiş meczuplardan tutun da ister mütesettir olsun ister yarı çıplak, her çeşit insan yılmadan, usanmadan, bırakın çekip gitmeyi, aklının ucuna bile getirmeden, ağızlarına bal çalınmışcasına kuyrukta beklemekten vazgeçmiyor.

Neyse ki sabrın sonu yine selâmet oluyor; sıramız geliyor, biz de öğle namazını içeride kılmak, daha doğrusu kılabilmek imkânına kavuşuyoruz. Sadece imkânına mı? Bir de nasibine elbette...

Namaz sonrasında hoca, Hz. Ömer radıyallahu anhdan örneklerle Ayasofya minberinden takvayı anlatıyor. Huşû içinde dinliyoruz. O anda meleklerin de öyle yaptığından hiç şüphemiz yok, hatta yemin etsek başımız ağrımaz.

Bunu nerden mi anlıyoruz? Bizi bir girdap gibi içine çeken derin sessizliğin kulaklarımızdaki uğultusundan.

Minberdeki hocaefendi “Elhamdülillah cümlesi mizânı doldurur” anlamındaki Peygamber buyruğunu hatırlatıyor ve açıyor. Arkasından “sizi sevindiren bir şey onları üzer, sizi üzen bir şey olduğu zaman bu onları sevindirir” diyen Âl-i İmran suresinin, 120. ayetini açıklıyor. Çıt yok.

Sonra iki rekât daha şükür namazı kılıyorum.

“Siz hiç cami görmediniz mi? Ben burada şunca yıldır çaycılık ederim ama Ayasofya’da böyle kalabalık görmedim” diyen safoğlu safın saflığına rağmen iki rekât daha...

Sonra şeytana rağmen iki rekât daha...

En sonra da hiçbir kimsenin rağmına olmaksızın sadece Allah rızası için iki rekât daha...

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy