AYIN KONUSU
Öfke, günümüzün yaygın problemlerinden biri. Ne zaman ve nerede ortaya çıkacağı kestirilemeyen, kişinin kendisine, etrafındakilere zarar veren bir kötülük. Kalbi öldüren, aklı perdeleyen çirkin bir hal. Diğer taraftan, öfkeyi kontrol altına almak, dengede tutmak, hatta faydalı şekilde kullanmak mümkün. Ama nefsin hamlığını, çiğliğini gidermek, İslâm ahlâkına dair kıymetli eserlerden meselenin önemini öğrenmek şartıyla...
Bu açıdan İmam Gazâlî rahmetullahi aleyhin öfke konusundaki bütünlüklü ve insan psikolojisini merkeze alan anlatımı günümüz insanı için de hazine değerinde. Bu yazıda onun Kimyâ-yı Saâdet’indeki “Öfke” bölümünü kısmî değişikliklerle dikkatinize sunuyoruz.
Öfkenin kişiye baskın gelmesi yerilmiş, kınanmış bir sıfattır. Öfkenin aslı ateştendir ve zararı kalbedir. Öfkenin kaynağı şeytana dayanır. Nitekim ayet-i kerimede buna şöyle işaret edilmiştir:
“İblis: Ben ondan hayırlıyım! Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın, dedi” (Sâd 76)
Ateşin işi hareket etmek, rahat durmamak olduğu gibi, toprağın işi de sekinet ve rahat durmaktır. O halde kendisine öfkenin baskın geldiği kimsenin, Hz. Âdem aleyhisselâmdan daha çok, şeytanla bağlantısı olduğu anlaşılır. Bunun içindir ki Abdullah b. Amr radıyallahu anh, Rasulullah sallallahu aleyhi veselleme;
– Beni Allah’ın gazabından uzaklaştıran şey nedir? diye sorunca, Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki;
– Kızma! (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/175; Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 7929)
Abdullah b. Ömer radıyallahu anhümâ demiştir ki:
“Rasulullah sallallahu aleyhi veselleme;
– Bana bir şey söyle, ancak az olsun, belki onu anlarım, dedim. Rasulullah aleyhissalâtu vesselam;
– Kızma, buyurdu. Ben talebimi iki defa tekrar ettim. Hepsinde bana dönerek;
– Kızma, buyurdu. (Ebû Ya‘lâ, el-Müsned, nr. 5685)
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem buyurmuştur ki: “Sabir otunun balı bozması gibi, gazap (öfke)de imanı bozar.” (Taberânî, el-Mu‘cemü’l-Kebîr, 19/417; Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 8294)
Hz. Yahya aleyhisselâm, Hz. İsa aleyhisselama, “Kızma!” dedi. Hz. İsa aleyhisselam, “Ben bir insanım, hiç kızmamaya güç yetiremem.” dedi. Hz. Yahya aleyhisselam, “Mal biriktirme!” dedi. Hz. İsa aleyhisselam, “İşte bu olabilir.” dedi.
Öfkenin aslından tamamen kurtulmak mümkün olmadığından, onu bastırmak önemli ve kıymetli bir meseledir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle bildirilmiştir:
“O takva sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever” (Âl-i İmrân 134)
Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem buyurmuştur ki: “Kim öfkesini tutarsa, Allah da ondan azabını tutar. Kim Rabbinden özür dilerse Allah onun özrünü kabul eder. Kim dilini (haramdan) korursa, Allah da onun kusurlarını örter.” (bkz. Ebû Ya‘lâ, el-Müsned, nr. 4322; Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 8311)
“Kim, istese öfkesini devam ettirebileceği halde öfkesini tutarsa, Allah Tealâ kıyamet günü onun kalbini rıza ile doldurur (onu memnun eder).”
Diğer bir rivayette bu hadis-i şerif şöyle bitiyor: “Allah Teâlâ onun kalbini güvenle doldurur.” (Ebû Davud, nr. 4777; Taberânî, el-Mu‘cemü’l-Kebîr, nr. 13646; el-Mu‘cemü’s-Sagîr, nr. 861; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 8/191)
Yine Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Cehennemde bir kapı vardır. Ondan sadece öfkesini Allah Tealâ’ya isyan ederek dindiren kimseler girer.” (Bezzâr, el-Müsned, nr. 5180; Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 8332)
“Kul, Allah Teâlâ’nın rızasını isteyerek öfkesini yutmaktan daha faziletli hiçbir şey yudumlamamıştır.” (İbn Mâce, nr. 4189; Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 8307)
Fudayl b. İyâz, Süfyân-ı Sevrî ve büyüklerden bir topluluk -Allah Tealâ onlardan razı olsun- bir araya gelip “zühd” üzerinde müzakere ettiler; sonunda şu görüşte birleştiler: “Amellerin en faziletlisi, öfke anında hilm sahibi ve üzüntü anında sabırlı olmaktır.”
Bir adam, Halife Ömer b. Abdülaziz rahmetullahi aleyhe ağır söz söyledi. Ömer b. Abdülaziz uzun süre başını önüne eğdi, sonra adama; – Şeytanın beni saltanat gücüyle harekete geçirmesini ve yarın benden alacağın şeyi bugün benim senden almamı istedin, dedi ve sustu.
(Yani “sahip olduğum iktidarın gücüyle şeytanın beni öfkelendirip seni cezalandırmamı, böylece kıyamet günü benden alacağın hakkı bugünden sana vermemi istemiş oldun” dedi.)
Peygamberlerden biri yanında bulunanlara;
– Kim bana, kızmamaya söz verirse, o benim derecemde ve benden sonra halifem olur, dedi. Topluluk içinden bir genç;
– Ben söz veririm, dedi. Peygamber sözünü tekrarladı, genç de;
– Ben onu gereğince yerine getiririm, dedi.
Peygamber vefat ettiğinde genç onun makamına geçti. Bu genç Zülkifl aleyhisselamdır. O, kızmamaya söz verdiği ve sözünü hakkı ile yerine getirdiği için kendisine “Zülkifl: Sözünün Sahibi” ismi verilmiştir.
Öfkenin hakikati
İnsanda öfkenin yaratılmasının sebebi, onu silah kılıp kendisine zarar verecek şeylerden korunmasıdır. Nitekim şehvetin (nefsin isteklerinin) yaratılması da kişinin fayda sağlayacak şeyleri onun vasıtasıyla kendisine çekmesidir. O halde insanın bu ikisinden tamamen kurtulmasının çaresi yoktur. Fakat kişi bunlarda ifrat/ aşırılık derecesine ulaşırsa zarar eder. Bunlar bir ateş gibi insanın kalbine düşer, dumanı da dimağa ulaşır. Böylece aklın ve düşüncenin yeri kararır. Doğru ile yanlış birbirinden ayrılamaz hale gelir. Bir dumanın mağarayı sarması gibi kalbe karanlık çöker ve hiçbir şey görünmez. Bu da kötü bir haldir. Bundan dolayı “öfke aklı perdeler” denilmiştir.
Diğer taraftan, insanda öfke halinin gerektiğinden az olması da yerilmiştir. Çünkü her kim hamiyet ve kızma kuvvetini tamamen kaybederse, gerçekten noksan biridir. Allah Tealâ, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veselleme,
“Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et; onlara karşı sert davran.” (Tahrîm 9) buyurmuştur.
Yine Cenab-ı Hak, Ashâb-ı Kirâm’ı överek,
“Onunla (Peygamber’le) beraber olanlar kâfirlere karşı çok sert, birbirlerine karşı ise çok merhametlidirler.” (Fetih 29) buyurmuştur.
Bunlar da öfkenin bir neticesidir. O halde öfke ne aşırı derece ne de yok denecek kadar az olmalıdır. İtidal/denge noktasında olmalı, aklın ve dinin emrinde bulunmalıdır.
Bazıları riyazetten maksadın öfkenin aslını yok etmek olduğunu zannetmişlerdir. Bu yanlıştır. Çünkü öfke bir silahtır ve onsuz olmaz. İnsan yaşadığı sürece öfkenin aslını yok etmesi mümkün değildir. Tıpkı şehvette olduğu gibi... Fakat bazı işlerde ve vakitlerde öfke perdelenebilir; öyle ki sanki tamamen ortadan kalkmış zannedilir.
Bunu ayrıntılı anlatacak olursak şöyledir: Öfke, bir kimsenin ihtiyacı olan bir şeyin başkası tarafından ortadan kaldırılmaya kastedilmesinden doğar. Fakat ihtiyacı yoksa öfkelenmez. Mesela bir insanın sevmediği bir köpeği olsa, başkası ona vurduğunda hemen kızmaz. Fakat yiyecek, giyecek, ev ve sıhhat gibi şeyler insana her zaman lazımdır.
O halde bir kimseyi hasta edecek şekilde yaralasalar veya uyurken elbisesini, yiyeceğini alsalar bu duruma elbette öfkelenir. Demek oluyor ki kişinin ihtiyacı ne kadar fazla olursa, öfkesi de çok olur. Böylece daha çaresiz ve âciz bir duruma düşer. Zira özgürlük, ihtiyaçsızlık hali demektir. Kişinin ihtiyacı ne kadar çok olursa, o kadar köleleşir.
İnsan riyazet ile ihtiyaçlarını zaruret miktarına düşürebilir. Böylece makam, mal ve dünyanın aşırılıkları onun için kıymetsiz hale gelir; böylece öfke de ihtiyaca bağlı olarak ortadan kalkar. Mesela makam peşinde olmayan bir kimse, birinin önünden yürümesinden ya da bir mecliste başkasının daha yüksekte oturmasından öfkelenmez.
Bu konuda insanlar arasındaki farklılık çoktur. Çünkü öfkelenmelerin çoğu mal edinmek ve mevki sahibi olmak isteğinden doğar. Hatta oyun oynamaya düşkün olan, içki içen ve böyle kötü işlerle övünen bir kimseye, mesela “İyi oynamıyorsun!” ya da, “Düzgün içmiyorsun!” denilse buna bile öfkelenir. Şüphesiz bu türlü öfkelerden riyazetle (nefsin isteğine engel olmakla) kurtulunur.
Fakat insanlık için zarurî olan öfke yok olmaz. Buna kötüdür de denilemez. Bununla birlikte öfkenin kişinin ihtiyarını (tercih kabiliyetini)elinden almaması, şeriatın ve aklın zıddına olan şeyin insana galip gelmemesi gerekir. Öfke riyazet sayesinde bu ölçüye getirilebilir.
Öfkenin aslının ortadan kalkmayacağının, böyle olmasının da gerekmediğinin delili, Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellemde de bu halin bulunmasıdır. Nitekim O şöyle buyurmuştur:
“Allahım, ben bir beşerim; diğer insanların kızdığı gibi kızarım. Bunun için ben hangi müslümana kötü söylemiş, lânet okumuş veya vurmuşsam, bunu benden onun için bir dua, bir sadaka ve kıyamet günü sana yaklaştıracağın bir hayır kıl.” (bkz. Müslim, nr. 2601; Ebû Ya‘lâ, el-Müsned, nr. 1257)
Abdullah b. Amr b. el-Âs radıyallahu anhümâ demiştir ki: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veselleme;
– Ya Rasulallah, kızgınlık ve rıza halinizde her söylediğinizi yazabilir miyim, diye sordum;
– Yaz! Beni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, ondan ancak hak olan çıkar, buyurdu ve diline işaret etti. (Ebû Davud, nr. 3646)
Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem, “Ben kızmam” demedi, fakat “Kızmak beni haktan dışarı çıkarmaz, yani öfkenin yönlendirmesiyle amel etmem” dedi.
Bir defasında Hz. Âişe radıyallahu anhâ kızdı. Bunu gören Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem;
– Sana ne oldu; şeytanın mı geldi, buyurdu. Hz. Âişe radıyallahu anhâ;
– Senin de bir şeytanın var mı, diye sorunca buyurdu ki:
– Evet, var. Fakat ben Allah’a dua ettim, ona karşı bana yardım etti, o müslüman oldu. Artık bana hayırdan başkasını emretmez.” (Müslim, nr. 2815)
Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem, “Benim için şeytan yoktur” demedi; onunla gazap şeytanını kasdetti, “Var, fakat beni şerre sevk etmez” dedi.
Öfkeyi tevhid ile örtmek
Her ne kadar kızgınlığın kökü kalpten katiyen sökülüp atılamasa da, kişiye bazı hallerde veya hallerinin çoğunda “tevhid” galip olur ve gördüğünü Allah Tealâ’dan bilir. O durumda öfke bu tevhid ile örtülür ve ondan bir eser görünmez.
Nitekim bir kimseye taş atsalar, hiçbir şekilde taşa kızmaz. Kalbinde kızgınlığın kökü yerinde dursa da suçu taştan bilmez, onu atandan bilir. Aynı şekilde bir hükümdar “Filancayı öldürün!” diye ferman imzalasa, aleyhine ferman çıkartılan kişi kaleme öfkelenmez. Çünkü kalem başkasının hükmündedir, yazı ondan ortaya çıksa da hareket ondan değildir.
Bunun gibi kalbinde tevhidin galip geldiği kimse, insanların yaptıklarında tam serbest olmadıklarını bilir. Çünkü hareket bir kudrete bağlıysa da kudret de iradeye bağlıdır. Büyük, küllî irade ise Allah Tealâ’ya aittir. İnsana verilen irade ve tercih kabiliyeti, sonuçları bakımından büyük olsa da ilahî iradenin yanında neredeyse yok hükmündedir. O halde bu, atılan taş gibidir. Evet, atılan taş can yakar, insana acı verir, fakat ona kızılmaz.
Bir kimsenin geçimi koyundan olsa ve o koyun ölse, onun için üzülür fakat kızmaz. Eğer birisi o koyunu öldürürse, kendisinde tevhid nuru galip ise hali yine böyle olur. Fakat tevhidin baskın gelmesi bu ölçüde her zaman devam etmez; şimşek gibi parlayıp geçer. İnsan, tabiatı gereği olan biteni sebeplere bağlı olarak düşünür.
Birçok kimse bazı hallerde sebepleri değil, sebeplerin arkasındaki hakiki sebebi, yani Allah Tealâ’yı görür. Bu, öfke kökünün sökülüp atılması anlamında değildir. Ancak başa gelen hadise bir kimseden görülmeyince, atılan taşta olduğu gibi kızgınlık meydana gelmez.
Bazen de kişiye tevhid galip gelmediği halde bâtını önemli bir şeyle meşgulse, bunun sebebiyle öfkesi örtülür, ortaya çıkmaz.
Adamın biri Selmân-ı Fârisî radıyallahu anha kötü sözler söylediğinde o, “Eğer (kıyamet gününde) mizanım hafif gelirse, ben söylediğinden daha kötü biriyim. Mizanım ağır gelirse, söylediklerinin bana bir zararı olmaz.” demiştir. Onun düşüncesi ahirete yönelmiş idi. Bunun için kalbi söylenen kötü sözden müteessir olmadı.
Aynı şekilde, Rebi‘ b. Heysem rahmetullahi aleyhe kötü sözler söylendiğinde, demiştir ki: “Ey adam! Allah senin sözünü işitti. Şüphesiz cennetin önünde zorlu bir geçit vardır; eğer onu geçersem bu söylediklerin bana bir zarar vermez. Eğer onu geçemezsem, o zaman senin söylediklerinden daha kötü biri olurum.”
Onların her ikisi de ahiret üzüntüsüne öyle dalmışlardı ki öfkeleri ortaya çıkmadı.
Bir kadın, Mâlik b. Dinâr rahmetullahi aleyhe, “Ey gösterişçi!” deyince, Mâlik, “Beni senden başkası tanımadı.” demiştir. Sanki o, nefsinden gösteriş âfetini yok etmekle meşguldü ve şeytanın kalbine attığı kötü düşüncelerden dolayı nefsine kızıyordu. Bunun için de kendisine bu hali söylendiğinde kızmadı.
Adamın biri, Şa‘bî rahmetullahi aleyh hakkında kötü sözler söyleyince Şâ‘bî, “Eğer doğru söylüyorsan Allah beni affetsin. Yok, yalan söylüyorsan Allah seni affetsin.” demiştir.
Bu haller gösteriyor ki böyle durumlarda öfkeyi yenmek mümkündür. Yine kişi Allah Tealâ’nın, onun öfkelenmemesini sevdiğini bilir. O zaman Rabbi’ne olan büyük sevgisi öfkesini söndürür. Bu nadir hallerde görülse de olması imkânsız değildir. Şöyle ki:
Bir kimsenin sevdiği biri olsa ve onun oğlu kendisine kötü sözler söylese, âşık kişi çocuğun bu sözüne aldırış etmemesinin beklendiğini bilir ve öfkelenmez. Sevgisinin çokluğu gördüğü eziyeti hissettirmez, onu kızdırmaz. O halde bu sebeplerden birinin tesiri ile bir kimse kendi öfkesini yenebilir. Buna güç yetiremezse hiç olmazsa öfkesinin kuvvetini kırmalı ve kontrolden çıkmamalıdır. Şeriatın ve aklın zıddına hareket etmemelidir.
Öfkenin ilacı
Öfkenin tedavisi ve nefsin öfkeden alıkonulması farzdır. Çünkü öfke pek çoklarını cehenneme sürükler; ayrıca öfkeden birçok zarar meydana gelir.
Öfkenin ilacı iki türlüdür. Birincisi müshil gibidir. Kökünü ve maddesini kalpten kazır. İkincisi yatıştırıcı şurup gibidir. Maddesini çıkarıp atmaz.
Müshil gibi olan tedavi yolu, öfkenin kalpte meydana geliş sebeplerini öğrenmek ve bu sebepleri kökünden kazımaktır. Bu sebepler beş tanedir:
Birinci sebep: Kibir. Kibirli kimse en ufak bir sözle veya kendisine karşı gösterilen ufak bir hürmetsizlikte derhal öfkelenir. Kişi kibri tevazu ile kırmalı, kendisinin de başka insanlar gibi kul olduğunu düşünmelidir. Üstünlük güzel ahlâktadır. Kibir ise kötü ahlâktır. Kibir tevazudan başka bir yolla ortadan kaldırılmaz.
İkinci sebep: Ucb. Bu, kişinin kendisini beğenmesidir. Bunun ilacı kişinin kendisini tanımasıdır.
Üçüncü sebep: Dalga geçme, alay. Kişi bunu genellikle başkalarını kızdırmak için yapar. Bunun ilacı, kişinin ahiret amellerini ve güzel ahlâkı elde etmekle ciddi şekilde meşgul olmasıdır. Bunun gibi, alay edilmek de insanı kızdırır. Kişi bundan da korunmalı, kendisiyle alay eden olursa ondan uzak durmalıdır.
Dördüncü sebep: Başkalarını kınamak ve ayıplamak. Bu da her iki tarafın öfkelenmesine sebeptir. Bunun ilacı, kusursuz ve ayıpsız olanın yalnızca Cenâb-ı Hak olduğunu bilmektir. Kendisi zaten kusurlu olan biri başkalarının ayıpları ile meşgul olmamalıdır. İnsanları kötülemek de böyledir. O halde kendi nefsini ayıplamak ve kötülemekle meşgul olmalı, başkalarını kınamaktan vazgeçmelidir.
Beşinci sebep: Mal ve makam hırsı. Bunlara ihtiyaç çoktur. Cimri kimseden bir avuç buğday alınsa, buna öfkelenir. Tamahkâr kimse elinden bir lokma kaçırsa, kızar.
Bütün bunlar kötü ahlâktır; öfkenin aslıdır. Her birinin ilacı da bilmek ve bilinen ile amel etmektir. İlimle olan tedavi şöyledir: Öfkenin zararlarını bilip, din ve dünya bakımından yapacağı tahribatın nerelere varacağını düşünerek öfkeden kalben nefret etmektir. Bundan sonra konunun amelî yönü ile uğraşmalıdır. Kişi öfkeyi kötü bilir ve bu halden sakınırsa, öfkenin sebep olduğu kötü sıfatlardan korunmuş, ona uymamış olur. Çünkü hepsinin çaresi nefsin hevâ ve hevesine, isteklerine ve kötü ahlâka uymamaktır.
Öfkenin ve kötü ahlâkın harekete geçmesi ve artması çoğu zaman öfkesi çok olan kimselerle ünsiyet kurmakla olur. Bununla beraber bir takım kimseler öfkeyi cesaret ve erkeklik olarak görürler. Bununla övünerek, “Filanca kişi bir sözüyle adamın hayatını bitirir, ona karşı gelmek kimsenin haddine değildir, erkek dediğin böyle olur!” derler. Halim selim kimseler içinse, “Ezik, hamiyetsiz, cesaretsiz!” diye konuşurlar. Böylece köpeklerin sıfatı olan öfkeye “kahramanlık ve erkeklik” ismini vermiş, peygamberlerin ahlâkından olan hilm sahiplerine ise “hamiyetsiz ve cesaretsiz” demiş olurlar.
İşte şeytanın işi böyledir. Kötülüğü güzel ahlâk olarak gösterir. Güzel sözlerle insanları kötü ahlâka çağırır. Akıllı kimseler ise bilirler ki eğer mertlik ve erkeklik bundan ibaret olsaydı kadınlar, çocuklar, güçten düşmüş ihtiyarlar ve hastalar öfkelenmeye daha müsait olmazlardı. Oysa bu kişilerde öfkenin daha fazla olduğunu herkes bilir.
Kişinin kendi öfkesini yenmesi kadar büyük bir mertlik yoktur. Çünkü öfkeye hâkim olmak peygamberlerin ve velîlerin sıfatıdır. Bunun aksine davranan kimseler ise kavgacı, yağmacı ve hayvan sıfatlılardır. O halde dikkat edin! Büyüklük peygamberlere benzemekte mi yoksa gafil ve akılsızlara benzemekte midir?
Öfkenin teskini
Öfkenin kökünü kalpten söküp atmanın mümkün olduğu anlaşıldı. Bir kimse öfkesinin maddesini söküp atmazsa, onu teskin etmeli, yatıştırmalıdır. Öfke heyecan halini alınca, onun teskini bir şurupla olur. Bu şurubun karışımı bilgi şekeri ve sabır acılığıdır.
Bilgi, öfke hakkındaki ayet-i kerimeleri ve hadis-i şerifleri, öfkesini yenenlerin sevaplarını anlattığımız şekilde düşünmektir. Böyle düşünen bir kimse kendi kendine der ki: “Senin bu işe kâdir olduğundan daha çok Allah Tealâ senin üzerine kâdirdir. Senin O’na muhalefetin, seni öfkelendiren kişinin sana muhalefetinden daha fazladır. Eğer öfkelenirsen kıyamet günü Allah Tealâ’nın sana gazaplanmayacağından nasıl emin olabilirsin?” Kişi bu düşünce ile öfkesini yatıştırır ve onu yenmenin sevabına kavuşmak isteği ortaya çıkar.
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem, bir hizmetçiyi bir ihtiyaç için göndermişti. Hizmetçi geç kaldı. Geldiğinde, Allah Rasulü buyurdu ki: “Eğer (kıyamet gününde) kısas olmasaydı (elindeki misvakla) senin canını acıtırdım. (Ebu Ya’lâ, el-Müsned, nr. 6865)
Yine kişi öfkelendiğinde kendi kendine, “Senin bu öfken, işinin kendi istediğin gibi olmayıp Allah Teâlâ’nın dilediği gibi olmasındandır. Bu ise Rab olma hususunda Cenâb-ı Hak ile münakaşa etmektir!” demelidir.
Kişi ahirete ait böyle çarelerle öfkesini yenemezse dünya faydasını düşünmelidir. Mesela hizmetçisine kızmış ise kendi kendisine, “Öfkelenirsem hizmetimde kusur eder, benden nefret eder ya da bana düşman olur, hıyanet eder!” demelidir.
Yine kişi öfkeyle ne kadar çirkinleştiğini, dışının saldırgan kurt gibi, içinin ise tamamen ateşle kaplanıp aç bir köpek haline geldiğini düşünmelidir.
İnsan öfkesini yenmek istediğinde çoğu zaman şeytan ona der ki: “Bunu senin acizliğine, ezikliğine yorarlar. Heybetin gider, insanların gözünde küçülürsün!” Bu durumda kişi kendisine şöyle demelidir: “Bir kimse peygamberlerin ahlâkına kavuşmaktan ve Allah Tealâ’nın rızasını kazanmaktan daha büyük üstünlük ve büyüklük elde edemez! Bugün insanların beni dünyada aşağı görmesi, yarın kıyamette zelil olmamdan daha iyidir!” İşte bunlar bilgi ilacıdır. Amel ile olan ilaç ise dille “Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm: İlâhî huzurdan kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım” demektir. Kişi öfkelendiğinde ayakta ise oturmalı, oturuyorsa uzanmalı, bununla da yatışmıyorsa soğuk su ile abdest almalıdır. Nitekim Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
“Sizden biri öfkelendiğinde su ile abdest alsın. Çünkü öfke ateştendir.”
Diğer rivayette ise şöyle buyrulmuştur:
“Şüphesiz kızmak şeytandandır. Şeytan ise ateşten yaratılmıştır. Ateş ise su ile söndürülür. Öyleyse sizden biri kızdığında abdest alsın.” (Ebû Davud, nr. 4784; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/226)
Yine buyurmuştur ki: “Dikkat edin, öfke âdemoğlunun kalbindeki bir kordur. Siz kızan kimsenin gözlerinin kızardığını ve şah damarlarının kabardığını görmüyor musunuz? Kendinde bu hali bulan kimse yanağını yere koysun.” (bkz. Tirmizî, nr. 2191)
Bu hadis-i şerifte sanki secdeye ve en şerefli azasını (yüzünü), en aşağı yere (toprağa) koymaya bir işaret vardır. Böyle yapmakla nefs zilletini fark eder ve bu şekilde kızgınlık sebebi olan üstünlük duygusunu ve kibri yok eder.
Rivayet edildiğine göre Hz. Ömer radıyallahu anh bir gün kızdı. Hemen su istedi, suyu burnuna çekip boşalttı ve “Kızgınlık şeytandandır; bu kızgınlığı giderir.” dedi.
Rivayet edildiğine göre Ebu Zer radıyallahu anh aralarındaki bir tartışma sırasında bir adama; “Ey kırmızı derili kadının oğlu!” dedi. Bu söz Rasulullah sallallahu aleyhi veselleme ulaştığında Ebû Zerr radıyallahu anha;
– Ey Ebu Zer! Bana ulaştığına göre sen bir adamı annesi ile ayıplamışsın, öyle mi, diye sordu. Ebu Zer de;
– Evet, öyle oldu, dedi ve arkadaşının gönlünü almak için ona doğru gitti. Adam ondan önce gelerek kendisine selam verdi.
Bu durum Rasulullah sallallahu aleyhi veselleme anlatılınca, Ebu Zer radıyallahu anha;
– Ebu Zer, başını kaldır ve bana bak. Sonra şunu bil ki sen ne kırmızı deriliye ne de siyaha üstünsün. Sen ona ancak sâlih amelinle üstün olabilirsin, dedi. Sonra da şöyle buyurdu:
“Kızdığın zaman ayakta isen otur, oturuyorsan yana yaslan, yana yaslanmış halde isen yere uzanıp yat.” (İbn Ebi’d-Dünyâ, Zemmü’l-Gadab isimli eserinde nakletmiştir. bkz. Zebîdî, İthâfü’s-Sâde, 9/428. Ayrıca bkz. Buhârî, nr. 30; Müslim, nr. 1661; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/158)
Hz. Âişe radıyallahu anhâ kızdığı zaman, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem nazikçe onun burnundan tutarak şöyle buyururdu:
“Ey Ayşecik, şöyle de: ‘Muhammed’in rabbi olan Allahım, günahımı bağışla. Kalbimin öfkesini gider ve imtihanların saptıranlarından beni koru!’” (İbnü’s-Sünnî, Amelü’l-Yevmi ve’l-Leyle, nr. 455; İbn Asâkîr, Târîhu Medîneti Dımeşk, 68/181)
Zulüm ve kötülük karşısında öfke
Bir kimse zulmetse ya da çirkin sözler sarf etse, susup cevap vermemek daha iyidir. Fakat bu farz değildir. Bununla beraber her cevabı vermek de câiz değildir. Kötü söze kötü sözle, gıybete gıybet ile karşılık vermek câiz olmaz. Çünkü bunlardan dolayı ceza gerekir. Fakat kişi ağır konuşur da sözlerinde yalan olmazsa câizdir. Bu da kısasa benzer. Her ne kadar Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem, “Biri sende olan bir kusurla seni ayıplarsa, sen onda bulunan kusurla onu ayıplama.” buyurmuşsa da bu müstehaptır, karşılık vermemek farz değildir. Fakat bu durumda da sövmemek, mesela zina isnat etmemek gerekir. Bunun delili şu hadis-i şeriftir:
“İki kişi birbirine kötü söz söylediğinde, haksızlığa uğrayan haddi aşmadığı sürece, kötü sözlerin vebali ilk başlayan kimseye aittir.” (Müslim, nr. 2587; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/235; Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, nr. 423)
O halde haddi aşmayacak şekilde cevap verilebilir. Hz. Âişe radıyallahu anhâ anlatır:
“Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin hanımları, Fâtıma radıyallahu anhâyı ona elçi olarak gönderdiler. Fâtıma gidip;
– Ya Rasulallah, beni sana hanımların gönderdi. Senden Ebu Kuhâfe’nin kızı (Âişe) hakkında adaleti gözetmenizi istiyorlar, dedi.
O geldiğinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem uyuyordu. Uyanıp kızından bu sözleri işitince;
– Kızım, sen benim sevdiğimi sever misin, diye sordu. O da;
– Evet severim, dedi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem;
– Öyle ise bunu (Âişe’yi) sev, buyurdu.
Fâtıma onların yanına geri döndü ve durumu haber verdi. Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellemin hanımları;
– Sen bizim için bir şey yapmadın (işimizi görmedin), dediler ve Zeynep bint Cahş radıyallahu anhâyı gönderdiler. Zeynep sevgide benimle yarışırdı. Geldi ve;
– Ebu Bekir’in kızı, Ebu Bekir’in kızı, diye benim adımı tekrarlamaya başladı.
Ben susuyor ve cevap vermem için Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin izin vermesini bekliyordum. Nihayet izin verdi ve ben de ağzım kuruyuncaya kadar ona laf söyledim. Bunun üzerine Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem ona;
– Hayır (sen onunla baş edemezsin) o Ebu Bekir’in kızıdır, buyurdu. (Buhârî, nr. 258; Müslim, nr. 2442)
Yani sen onunla sözde asla boy ölçüşemezsin demek istedi.”
Hz. Âişe radıyallahu anhânın, “Ona laf söyledim” sözü, çirkin şeyler söyledim manasında değildir. Bu, onun hak ettiği cevabı verdim, doğru bir şekilde karşılık verdim demektir.
O halde cevap vermek gerekince, yalan olmamak kaydı ile cevap verilebileceğine bu hadise delildir. Mesela, “ey akılsız, ey cahil, utan, sus” gibi sözler de söylenebilir. Çünkü hiç kimse akıl noksanlığından ve cahillikten kurtulamaz. Fakat dili ağır derecede kötü sözlere alıştırmamak gerekir. Zira öfke anında bunlar kendiliğinden dile gelebilir. Fuhşiyata işaret eden sözler de söylememelidir. Kısacası, cevap vermeye başlayan ölçülü olması ve haddi aşmaması zordur. Bunun için cevap vermemek daha iyidir.
Bir adam Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin de bulunduğu bir ortamda Hz. Ebu Bekir Sıddık radıyallahu anha kötü sözler söyledi. O susuyordu. Sonra adama karşılık vermeye başlayınca Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem kalktı. Hz. Ebu Bekir hemen arkasından yetişti:
– Ey Allah’ın Rasulü, adam bana kötü şeyler söylerken siz susuyordunuz, sonra ben konuşunca kalktınız, bunun sebebi nedir, diye sordu.
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:
“(Sen susarken) bir melek senin adına ona cevap veriyordu. Sen konuşunca melek gitti, şeytan geldi. Ben şeytanın bulunduğu mecliste oturacak değildim.” (Ebû Davud, nr. 4896; Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, nr. 4051)
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
“Dikkat edin, âdemoğulları farklı tabakalarda (huylarda) yaratılmıştır:
Bazıları geç kızar, (kızgınlığından) çabuk döner.
Bazıları çabuk kızar, çabuk döner. Biri diğerini dengeler.
Bazıları çabuk kızar, geç döner. Bilin ki onların en hayırlısı, geç kızan ve çabuk dönendir. Onların en şerlisi ise çabuk kızan fakat geç dönendir.” (Tirmizî, nr. 1291)