Aramak

CENNETİN BEDELI

Sen Allah Azze ve Celle’nin istediği amelleri işlediğinde, arazisini satışa koyan kimseden kıymetini ödeyerek satın aldığın birkaç dönüm toprak üzerinde hak sahibi olduğun gibi, cenneti hak edip, alın terinle ona sahip mi oldun?

İbn Atâullah el-İskenderî hazretleri (v. 709/1309), Şâzeliyye’yi tesis eden Ebü’l-Hasen eş-Şâzeli ve halifesi Ebü’l-Abbâs el-Mürsî hazretlerinden sonra, tarikatın önde gelen üçüncü şeyhidir. Mürşidi Ebü’l-Abbâs el-Mürsî hazretlerine takdim ettiği, üç yüz civarındaki tasavvufî hikmetlerden ibaret eseri el-Hikemü’l-Atâiyye de Kur’an ve Sünnet merkezli tasavvuf düşüncesini veciz ifadelerle ortaya koyan müstesna bir eserdir. Eserin kıymeti sebebiyle, takip eden dönemde Hikem üzerine farklı dillerde sekseni aşkın şerh yazılmıştır. Cenâb-ı Hak ismi geçenlerin cümlesinin sırrını âlî kılsın.

İnşallah her sayıda bölüm bölüm tercümesine niyetlendiğimiz bu şerh de, son asrın önde gelen âlimlerinden, aslen Şırnak Cizreli olup, bilâhare 1934’te Şam’a hicret eden Molla Ramazan el-Bûtî’nin evladı, Şeyh Muhammed Said Ramazan el-Bûtî’ye aittir. Bûtî merhûmun beş ciltten ibaret bu şerhi, 1974-2000 seneleri arası, Şam’ın muhtelif camilerinde Hikem’i şerh ve tahlil etmek suretiyle verdiği cami derslerinin yazıya geçirilmiş halidir. Merhûm, hikmetleri muhataplarının da gündemine dokunan meseleler üzerinden izah ettiği için olsa gerek, dersler ilim talebelerinin yanı sıra esnaf, zanaatkâr, çiftçi gibi halkın her kesiminden teveccüh görmüştür. Bu tefrikanın hayırlara vesile olması niyazıyla...

* FSMVÜ İslâmî İlimler Fak. Tasavvuf Tarihi Ar. Gör.

Hikmet: “Günah ve isyan halinde Hak Teâlâ’nın rahmetine olan ümidin azalması, amele güvenmenin alametidir!”

Amele güvenmek şeriatta övülen bir davranış mıdır, yerilen bir davranış mı?

İbn Atâullah rahmetullâhi aleyh şöyle demektedir: “Allah’ın senden razı olması ve seni mükafatlandırması hususunda, namaz, oruç, sadaka ve benzeri hayır hasenat cinsinden amellerine güvenmekten sakın! Aksine, bu hususta Allah’ın lütfuna, fazlu keremine güven.”

Amele güvenmenin alameti

Peki buna dair bir delil mevcut mudur? Evet. Buhârî’nin rivayet ettiği şu hadis ile benzer başka hadisler buna delildir. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: “Sizden hiç kimse asla cennete ameliyle giremeyecek.”

– Sen de mi ey Allah’ın Rasulü, diye sual edilince şöyle mukabele etti: “Ben de... Ancak Allah’ın rahmeti ile hata ve kusurlarımızı örtmesiyle [cennete girebileceğiz]” (Buhârî, Merdâ 19)

Şu hâlde amel cennete girmek için yeterli değildir. Hal böyleyken kuldan beklenen, taat ve ibadet niyetiyle bir işe giriştiğinde Allah Tealâ’nın rızasını ve mükâfatını, o işin ücreti/karşılığı olarak değil; O’nun fazlu kereminden, affediciliğinden ummaktır.

Bu noktada İbn Atâullah rahmetullahi aleyh adeta şöyle diyor: Allah Tealâ’nın fazlına değil de ameline güvendiğinin en açık delili, günah ve isyan ile zelil olduğunda O’nun seni affedeceğine dair ümidinin eksikliğidir.

Yani sen Allah Tealâ’nın keremi ve ihsanı hususunda sadece hayırlı amellerin çoğaldığı vakit ümitvarsın. Hayırlı amelin azalıp da günahların çoğalınca ümidin yitip gidiyor. Bu kıyas da, O’nun rahmetine dair ümidinin ta kendisidir. Selef-i sâlihîn, Allah Sübhânehû ve Tealâ’nın bu akide ile Hak Tealâ katında makamlara nail olmuştur.

Bir kimse şöyle diyebilir: “Zâhiren baktığımızda hak ettiğimiz sevap ve mükafat, işlediğimiz sâlih amellerin yüzü suyu hürmetinedir.”

Bu sözü biraz düşünüp tartsak, kul ile Rabbi arasındaki alakayı iyiden iyiye tefekkür etsek, meselenin böyle olmadığını anlayabiliriz.

“Allah beni ancak amelim sebebiyle mükafatlandıracak ve cennete ancak amellerim vesilesiyle gireceğim” ne demek?!

Bu cümle şu manaya gelir: Allah Azze ve Celle cennet için bir kıymet takdir etmiştir. Altın, gümüş ya da benzeri bir şey bu kıymeti karşılamaktan uzaktır. Bu kıymet ancak itaat ve ibadetle birlikte haramlardan uzak durmakla karşılanabilir. Taat ve ibadet ile meşgul olup haramlardan uzak durursan, bu kıymeti karşılayacak parayı sarf eder ve bu şekilde satın aldığın eşyayı hak etmiş olursun!

“Allah beni ancak amelim sebebiyle mükafatlandıracak” demiştin; söylediklerin tam olarak işte bu manaya geliyor. Peki hakikatte mesele böyle midir?

Yani sen Allah Azze ve Celle’nin istediği amelleri işlediğinde, arazisini satışa koyan kimseden kıymetini ödeyerek satın aldığın birkaç dönüm toprak üzerinde hak sahibi olduğun gibi, cenneti hak edip, alın terinle ona sahip mi oldun? Şu mukayeseyi düşünürsen, iki mesele arasındaki uçurumu fark edeceksin!

Ben satılık bir arazi için satıcının talep ettiği bedeli ödediğimde, satıcıya karşı minnet borcu duymaksızın, kanunun da gereği olarak o araziye sahip olurum. Şu hâlde satıcıya, “arazimden çık, istediğin fiyatı eksiksiz eline saydım” deme hakkına da sahibim. Kulun kul ile münasebetinde durum bu.

Muvaffakiyet senden mi O’ndan mı?

Allah Sübhânehû ve Tealâ hazretleri yapışman gereken amelleri emrettiğinde ve uzak durman gereken haramlardan nehyettiğinde seni bu işlerde muvaffak kıldı. Dolayısıyla sorumlu olduklarını yerine getirdin, haramlardan da uzak durabildin. Yani mesele, diğerinden tamamen farklı.

Kıldığın namazı senin için mümkün kılan kim? Tuttuğun orucu senin için mümkün kılan kim? Kalbini yarıp da içine imanı koyan kim? Allah Azze ve Celle değil mi? O bu durumu şöyle tasdik ediyor: “Müslüman olmalarını bir lütufta bulunmuş gibi sana hatırlatıyorlar. De ki: Müslüman olmanızı bir lütuf gibi bana hatırlatıp durmayın. Tam tersine eğer doğru kimseler iseniz sizi imana erdirmesinden dolayı Allah size lütufta bulunmuş oluyor.” (Hucûrât 17)

Şu hâlde iki mesele arasındaki farkın büyüklüğü ayan oldu. Zira sana imanı sevdirip küfrü, fısk u fücûru ve isyanı kerih gösteren kim? Allah Sübhânehû ve Tealâ… Sadrını yarıp sana bir camiye gelerek cemaatle namazı eda edip ardından oturarak seni Allah Sübhânehû ve Tealâ’ya yaklaştıracak sohbeti dinlemene imkân veren kim? Allah Sübhânehû ve Tealâ… Öyleyse Allah’a kulluğunu, O’nun cennetinde mülk edinmek kastıyla kendi cebinden çıkarıp verdiğin kıymetli bir değişim aracı olarak nasıl görür, nasıl böyle bir hayale kapılırsın? Kıyas ettiğin şey ise, bir kimsenin bağ bahçe almak için malından bir miktar ayırıp satıcıya ödemesi… Bu mukayese doğru değildir, hakikate uymaz!

Şu halde senden isteneni yerine getirdiğin, farz olanı işleyip haram olandan kaçındığın için Allah Sübhânehû ve Tealâ’nın cennetini ve mükâfatını elde etme hususunda hak sahibi olduğunu düşünmen, böyle inanman caiz değildir. Şayet böyle inanıyorsan, bunun şirkin en tehlikeli çeşitlerinden biri olduğunu bilmelisin.

Ciddi bir şirk tehlikesi

Bu itikad, yani namazı sadece kendi kudretin vesilesiyle kılabildiğine, bu amelinle Allah Tealâ’ya hâşâ lütufta bulunduğuna inanman şirktir. Benzer şekilde, Allah Azze ve Celle’nin sana emrettiği üzere yapageldiğin taat ve ibadeti kendi varlığından, kendi mülkünden, mülkünde var olan kudretinden hareketle ifa ettiğini düşünmen de şirktir. İşleyegeldiğin amellerin mâliki olduğuna ve onları işleme imkânının hareket noktasının ve mucidinin kendin olduğuna, Allah Tealâ’nın bunlarla bir alakası olmadığına inanman da şirktir.

Böyle düşündüğün vakit, adeta bütün amellerini bir tepside Hak Tealâ’ya sunarak şöyle demiş oluyorsun: “İşte bunlar senin emirlerin. İstediğin şekilde, tamamen şahsî güç ve kudretimle onları yerine getirdim; haydi vaadettiğin cenneti bana ver!”

Böylece bu iş alım satım sözleşmesi olur. “Ben sana gerekli bedeli ödedim, o halde karşılığında sözleşilen malı almak da benim hakkım!”

Kul ile Rabbi arasında böyle bir mantık yürütülebilir mi, böyle bir şey akıl kârı mıdır? Nerde kaldı senin kulluğunun delili? Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellemin ashâbına öğrettiği, “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh [Allah’tan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur]” (Ebû Dâvud, Sünen, nr. 3893) kudsî kelimesinden sende kalan ne? Allah Sübhânehû ve Tealâ’nın kulların fiillerini yaratan olduğuna dair şeksiz şüphesiz imanın nerede? Biz kullar iken bizim fiillerimizi yaratan kim?

Zannediyorum, hak ve hakikatin beyanı hususunda sorumluluklarımızın tam manasıyla farkında değiliz. Bu hakikat, selef-i sâlihînin akidesiydi. Selef-i sâlihîn de, Eş’ariyye ve Mâturîdiyye’de örnekliğini bulan ehl-i sünnet ve’l-cemaattir.

Şu hâlde ben Cenâb-ı Hakk’a lisanen hamd ediyorum. Hamd ederken dilimi hareket ettirmeme imkân verdiği için O’na hakkıyla şükretmekten de acizim. Gece yarısı namaz için kalktığımda, huzurunda kıyama durmaya beni muvaffak kıldığı için O’nu hakkıyla övmekten de acizim. O’nun bana muhabbeti, inayeti, lütfu keremi olmasa gaflet uykusunda boğulup gitmiştim.

Kıssayı iyice anlayın kardeşlerim.

Bu noktada, sâliha bir genç hanımın kıssasını anlatayım size. Bu hanım bir evde hizmetkârdı. Bir gece yarısı evin reisi uyandı ve onu evin bir odasında namaz kılarken secde halinde şöyle niyaz ederken buldu:

“Allahım! Senden bana olan muhabbetin vesilesiyle bana yardım etmeni, beni afiyette kılmanı ve bana fazlu kereminden ihsan etmeni diliyorum.”

Ev sahibi duanın tesirinde kaldı ve namazı bitirmesini bekledi. Sonra, “bu dua ile neyi murad etmektesin” diye sual etti. Hizmetçi kız şöyle mukabele etti:

“Efendim, şayet Hak Tealâ’nın bana muhabbeti olmasa bu saatte uyanamaz, huzuruna duramaz, bu şekilde dua da edemezdim.”

Kıssayı iyice anlayın kardeşlerim. Bu anlayış, her birimizin baştan ayağı boyasıyla boyanması gereken tevhid anlayışıdır. Nasıl olur da seni bu işe O muvaffak kıldığı halde, namazınla veya başka ibadetlerinle Allah Tealâ’ya lütufta bulunmuş gibi düşünebilirsin?

İşte bu bahsettiklerimiz, Cevheretü’t-Tevhîd müellifinin ve diğer akaid âlimlerinin, “Bizi mükâfatlandırırsa tamamen fazlu kereminden/ Bize azab ederse tamamen adaletindendir.” cümlesi ile kasdettiği manadır.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy