Yummak için açtık gözlerimizi, kalkmak için oturduk, gitmek için geldik, ölmek için doğduk. Dünya bir uğrak yerinden başka bir şey değil dostum. Topraktan var edilip toprağa karışmak yeniden, O’ndan gelip O’na gitmek için var edildik de bu beden ruhumuza bir elbise gibi giydirildi. Adem iken âdem kıldı bizi.
Dostum, bilirsin büyükler “dünya bir handır” demişler. Bir kapısından girip diğerinden çıktığımız... Han bizim değildi, lakin sahiplendik. Yolcuyduk, kendimizi hancı zannettik. Misafirdik ev sahibi gibi davrandık. Sonra birini dostlarımız, yarenlerimiz ayrılıp gidince anlar gibi olduk. Bazen... Ama yine unuttuk. Dostum, belli ki hamurumuza unutmak suyu katılmış. Gözlerimiz gördüğümüze aldanmış. Görünenin ardındaki hakikate basiretimiz kapanmış.
Nasıl bir aldanmışız ki sermayemizi yanlış kullanmışız. Asıl ticaretimizi unutmuş, handaki kıymetsiz şeylere göz dikmişiz dostum. Altımızdan kayıp gidecek koltukların peşine düşmüşüz. Elimizdeki altından daha kıymetli vaktimizi handaki geçici oyunlarla tüketmişiz. Cevheri olanı bırakıp sahte olanı yeğlemişiz. Oysa gözlerimizin önünde gelen gitti bu handan ve hiçbir şey götüremedi.
Bu çağa yenildik dostum. Hazzına, hızına, hırsına yenildik. Koşturduk sürekli bir şeylerin peşinden. Yıllarımız ay, günlerimiz bir saat gibi geçip gitti. Ömrümüzü uzun emeller peşinde tükettik dostum. Yetişemedik oysa hiçbirine.
Kendimizi oyalayacak bir şeyleri bulduk. Durup düşünecek, bir soluk nefeslenecek, nefsimizi hesaba çekecek bir fırsat vermedik kalbimize. Kalbimizi boş şeylerle yorduk dostum.
Hz. Ömer radıyallahu anh, her gün kendisine ölümü hatırlatan birini tutmuştu. Sakalına aklar düşene kadar. Bizimse saçımız sakalımız bembeyaz olduğu halde ölüm aklımıza gelmedi dostum. Ölümü kendimize hiç yakıştıramadık. Sevdiklerimizin ölümünü gördük, birer birer bizi terk edişlerini... Ama biz hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyoruz dostum.
“Sonra yaparız, sonra kılarız, sonra düzeltiriz, sonra okuruz, sonra gideriz” dedik hep dostum. Sonraların arkası gelmedi. Hele yarınlar, o bitmeyen yarınlar... Kuşattı dört bir yanımızı. Yapacaklarımızı geleceğe ısmarladık. Erteledikçe eridiğimizi fark etmedik. Upuzun emellerimiz oldu. Evimiz arabamız olsun istedik. Sonra ikincisini, belki sonra üçüncüsünü istedik de istedik durmadan. “Falan işim olsun da...” dedik. “Hele çocukları okutalım, borçları ödeyelim, biraz daha dünyalığımız olsun” dedik. Dahaların da sonu gelmedi bir türlü. “Uzun emeller hamalı” olup çıktık dostum. Elimizdekine kanaat etmedik ve dünyanın tozu girdi gözümüze, kalbimize. Yanıldık dostum, gelecekle aldandık, gelecek diye aldandık, geleceğe aldandık.
Geçmiş de bizi oyaladı dostum. Yaşanmışlıklar ayağımıza bağ oldu bazen. Ne zaman bir şeyleri düzeltmeye niyet etsek geçmişimiz geldi durdu önümüze. “Eskiden ne idin ki şimdi ne olacaksın” dedik kendimize. Bir şeyleri düzeltebileceğimize inanmadık. Geçmiş geçmişti ama onu orada bırakıp bugüne bakamadık dostum.
Artık uyanmalı değil miyiz bu ölümcül uykudan? Kalbimize dönmeli, nefsimizi hesaba çekmeli, kendimizi bilmeli değil miyiz? Ne zamana kadar bu serkeşlik, bu başıboşluk, bu aldırmazlık? Akıp giden zaman içinde farkında olmalı değil miyiz ânın? Vakti kollamalı değil miyiz, olmak için? Zamanın esiri olmaktan çıkıp “vaktin oğlu” olmalı değil miyiz?
Dostum “vukûf-i zaman” sırrının peşine düşmek zamanı gelmedi mi hâlâ?