‘Sakarya’ Ayağa Kalkıyor
“Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz
Sen kıvrıl ben gideyim, Son Peygamber kılavuz
Yol O’nun, varlık O’nun, gerisi hep angarya
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya!”
Merhum Necip Fazıl’ın Sakarya şiirindeki bu dizeler bilhassa yaşı kemâle ermiş, güngörmüş pek çok kişinin yol haritası niteliğindedir. Çünkü dillere pelesenk olan bu mısralar ciddi bir manifesto değeri taşır ve eski bir nasihat gibi zihinleri tazeler, ayağa kaldırır. Kaleme alınalı henüz yarım asır olan dizeler, esasen İslâm medeniyetinin tavrını, duruşunu yansıtır. Yüzlerce yıldır farklı dillerde, yüreklerde tezahür eden bir fikri, inancı ortaya koyar. Fakat yüz elli yıldır bu köklü mefkure ne acıdır ki bir müzeye konuldu ve sessizliğe büründü.
Merhum Necip Fazıl’ın Sakarya sembolüyle seslendiği, asırlardır İslâm’ın sancaktarlığını yapan Türk milletinden başkası değil. Bu millet sessizliğe bürününce İslâm dünyası da kendisine, imanına ve değerlerine yönelik saldırılara net ve etkili şekilde karşılık veremez hale geldi. Daha yakın tarihlerde mesela Filistin’de, Çeçenistan’da, Afganistan’da, Bosna’da, Uzak Doğu’da, Afrika’da müslümanlar katledilirken; Avrupa’da İslâm’a hakaretin, camilere saldırıların bini bir para iken İslâm dünyasının tavrı zayıf, cılız ve yetersiz kaldı.
Elbette Hz. İbrahim aleyhisselamın atıldığı ateşi ağzında taşıdığı suyla söndürmeye giden karınca misali gayretli müslümanlar oldu. Fakat bu çaba zalimleri vazgeçirmeye, durdurmaya, haddini bildirmeye yetmedi. Şimdi artık yeni bir gerçek var: O üç beş damla su, kartopu gibi büyüdü. Henüz çığa dönüşemese de koca bir kütle haline geldi. Ne diyordu üstat: “Surda bir delik açtık, mukaddes mi mukaddes...”
Fransa’nın İslâm’ı ve müslümanları terörizmle aynılaştırarak ötekileştirdiği, dahası düşmanlaştırdığı hepimizin malumu. 7 Ocak 2015’te Charlie Hebdo eylemlerinden bu yana İslâm’ı doğrudan hedef alacak hareketlere çok sık rastlanmıyordu. Fakat Türkiye’nin Suriye’de ve Libya’da kendini göstermesi, ülkenin cumhurbaşkanı Macron’un rüyadaymışçasına kendisini Napolyon zannederek bazı açıklamalar yapması, İslâm düşmanlığını yeniden alevlendirdi.
Müptezel “mizah” dergisi Charlie Hebdo, 2015’te olduğu gibi yine Peygamber Efendimiz aleyhissalâtu vesselama hakarete varan iğrenç karikatürleri yayımlayınca hadiseler yeniden haraclandı. Fransa’da yaşayan altı milyona yakın müslümanın tepkisiz kalması elbette düşünülemezdi. Bazı münferit olaylar gündeme taşınarak asıl mağdur durumdaki müslümanlar zanlıya dönüştürülmeye çalışıldı. Müslümanlara ait derneklerin “nefret suçunu teşvik etme” iddiasıyla incelemeye alındığı ülkede, İslâmofobik hareketlerin “ifade özgürlüğü” kapsamında değerlendirileceği bizzat en yetkili ağızlarca dillendirildi. Ta ki “sessiz çoğunluk” zannedilen müslümanlar masaya yumruk vurana kadar.
Mevcudiyetini maddi değerlere borçlu olan, her ilişkinin menfaat esasına göre kurulduğu yahut yıkıldığı Batı’nın en büyük korkusunun ekonomi olduğunu bir kez daha anladık. Meydan okuyan tavırla İslâm’ı tahkir eden yayınları savunan Macron; Türkiye’nin ülkelere Fransız mallarını boykot çağrısının müslüman toplumlarda karşılık bulması; Katar, Kuveyt, Ürdün, Cezayir, Filistin, Fas, Pakistan, Endonezya, Bangladeş ve bazı Afrika ülkelerinde halkların sokaklara dökülerek gösteri yapması sonrasında El-Cezîre kanalına bir açıklama yaparak geri adım atmak zorunda kaldı. Şöyle dedi: “Müslümanların saldırgan karikatürlerle karşı hislerini anlıyorum. Biz bu karikatürleri desteklemiyoruz. Bunların arkasında olduğum algısı oluşturdular fakat arkasında değiliz.” Tepkiler nasıl tesir ettiyse, Fransa cumhurbaşkanı müslüman büyükelçileri gönderip yumuşak söylemlerle protestoları dindirmeyi amaçlıyor.
1. Dünya Savaşı’nın ardından bin bir parçaya bölünen, aralarına nifak tohumları ekilen, kendi aralarındaki farklılıklar nedeniyle çatışmaların kucağına itilen müslümanların küçük bir dokunuşla topyekün hareket ederek sadece sesini çıkarması bile Fransa’nın durup düşünmesine, geri çekilmesine yol açıyor. “Sakarya” hapsedildiği duvarların ardından çıktı ve şimdi hudutları aşıyor. Böyle devam ederse inşallah çağlayana dönüşecek. İslâm dünyasının muktedir olamayan iktidarları bakımından olmasa da milletler özelinde böyle. Şayet tefrikalardan sıyrılıp uhuvvet ipine sımsıkı sarılırsak, özlediğimiz ve beklediğimiz günlerin gelmesi yakındır inşallah.
Keşmir’de Ufuk Yine Karanlık
Geçen ay Yeni Delhi yönetimi ateşkesi bozarak Bagsar’a saldırdı. Pakistanlı iki asker hayatını kaybetti, Hindistan ordusu da çok sayıda zayiat verdi. Bu durum elbette yine Batı’nın, özellikle de İngiltere’nin fiilen çekildiği coğrafyalarda onun jandarmalığını üstlenen Amerika’nın işine geliyor.
Dünya üzerinde Batı’nın elini değdirtip barış ve huzur bulan bir memleket görmek mümkün değil. İngiltere, 1. Dünya Savaşı öncesinde Hindistan’da kurduğu manda yönetimiyle Asya’da kontrolü önemli ölçüde ele geçirmiş, hatta Osmanlı İmparatorluğu’nu tehdit edecek duruma gelmişti. Hindistan’daki sömürgelerini elinde tutmak ve bölgeye giden yolların güvenliğini sağlamak üzere Devlet-i Âliyye’ye duyduğu ihtiyaç, Cihan Harbi’ne kadar devam etmiş, kendisi adına tehdidin kalktığını fark ettiğinde de düğmeye basmıştı.
2. Dünya Savaşı’ndan sonra “üzerinde güneşin batmadığı imparatorluk” denilecek genişlikte sömürgeye sahip olan İngiltere, zaman içerisinde egemenliği altındaki ülkelerin bağımsızlığını tanısa da uzaktan kumanda etmeyi ihmal etmedi. Bu kapsamda Hindistan, yüz yılı aşkın süredir İngiliz güdümünde varlığını devam ettiriyor. Ülkede İslâm’ı sabote etmek, müslümanların zihinlerini bulandırmak için vazifelendirdiği sözde âlimler de hayli iyi çalışmış olmalılar ki, nüfusun yüzde on dördüne tekabül eden 180 milyonluk müslüman toplum hem kendi aralarında kamplara bölünmüş, hem de hindularla büyük çatışmalar yaşıyor. Sınır komşusu Pakistan’da müslümanların durumu daha iyi olsa da, Keşmir meselesi nedeniyle 1947’den bu yana Hindistan’la süregelen kriz, her geçen yıl yeni aşamalar kaydediyor, bir türlü sonuçlanmıyor.
İngiltere 1947’de bölgeden çekilince, yüzde doksanı müslüman olan Keşmir halkı kendisine yakın hissettiği Pakistan’a bağlanmak istedi. Ancak Keşmir Prensi bu çağrılara kulak tıkayarak Hindistan’la birleşme hususunda irade ortaya koydu. Halkın tepkisi önü alınamaz hadiselere neden oldu. Aynı yıl Pakistan ve Hindistan ilk kez Keşmir’deki anlaşmazlık sebebiyle savaştı. Keza 1965 ve 1999’da da gerilim kaldığı yerden devam etti ve çatışmalarda binlerce insan öldü. İki ülke arasında imzalanan geçici ateşkes antlaşması Keşmir’in bölünmesi anlamına geliyordu. Yüzde kırk beşi Hindistan’ın, otuz beşi de Pakistan’ın hakimiyetine geçen bölgenin yüzde yirmilik kısmı ise Çin yönetimine kaldı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Keşmir’in askerî unsurlardan arındırılarak halk oylamasıyla geleceğinin şekillendirilmesini tavsiye ediyor. Fakat Pakistan bu kararı uygulamaya hazır olduğunu söylese de Hindistan sırtını dönüyor.
Geçen ay Yeni Delhi yönetimi ateşkesi bozarak Bagsar’a saldırdı. Pakistanlı iki asker hayatını kaybetti, Hindistan ordusu da çok sayıda zayiat verdi. Bu durum elbette yine Batı’nın, özellikle de İngiltere’nin fiilen çekildiği coğrafyalarda onun jandarmalığını üstlenen Amerika’nın işine geliyor. Çünkü çıkan kavgayı geçici de olsa sonlandırmak için “büyük” devletlerin müdahalesi zaruri görülüyor.
Bir de aynı “sofra”dan pay kapmaya çalışan Çin Halk Cumhuriyeti faktörü var. Çin’in; Şanghay İşbirliği Örgütü’nün kuruluşunda öncülüğü, Ortadoğu’daki petrol ve doğalgaz yataklarına ulaşmak için “İnci Denizi Stratejisi”ni uygulamaya koyması ve dış ticarette Batı’ya yönelmesi Amerikan yönetimini rahatsız ediyor. Dolayısıyla, Keşmir mevzuu artık Pakistan ve Hindistan arasındaki mesele olmaktan çıkıp, Batı’nın ve Doğu’nun iki büyük devleti Amerika ve Çin’in müdahil olduğu daha geniş kapsamlı bir kaosa evrilebilir.
Üzülerek ifade edelim ki böyle bir durumda olan yine mazlum müslümanlara olacak. Sadece Keşmir’de de değil, Pakistan ve Hindistan müslümanlarının da vaziyetten azami ölçüde etkilenmesi kaçınılmaz gibi görünüyor. Umarız İngiltere’nin deştiği, Amerika ve Çin’in taşeronlarının kaşıya kaşıya derinleştirdiği Keşmir yarası her şeye rağmen en kısa sürede iyileşir.
ABD’nin Yeni Yönetimi İsrail Kabinesi Gibi
Geçen ay değindiğimiz hakikati yineleyerek devam edelim: Bush, Clinton, Obama, Trump veya Biden... İsimler mühim değil, yeryüzünü yönetmeyi hedefleyen mütegallip aileler yahut lobiler nasıl isterse öyle bir politika izleniyor.
Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin en ilginç başkanlarından biri olan Donald Trump, kabul etmese de seçimi kaybederek koltuğunu bıraktı. Demokratların adayı Joe Biden ise daha makamına geçmeden ilerleyen süreçte küresel siyasette nasıl bir yol izleyeceğinin işaretlerini verdi. Yaptığı açıklamalardan ve kabinesinde düşündüğü isimlerden hareketle, yalnızca ABD’yi değil, dünyayı enteresan zamanlar bekliyor diyebiliriz.
Geçen ay değindiğimiz hakikati yineleyerek devam edelim: Bush, Clinton, Obama, Trump veya Biden... İsimler mühim değil, yeryüzünü yönetmeyi hedefleyen mütegallip aileler yahut lobiler nasıl isterse öyle bir politika izleniyor. Tabiatıyla kovid salgını da hesaba katılarak yeni bir taktik oluşturulacağı düşünülmek muhakkak. Kabine için konuşulan isimler bile aslında hikâyenin nasıl şekilleneceğine dair ipuçlarını gözler önüne seriyor.
Biden’ın, Obama döneminde ön plana çıkan şahısları öncelemesi çok sürpriz değil. Fakat başta kendisi olmak üzere siyonist eğilimleri belirgin kişilerin yetkilendirildiği iktidarın, iç problemlerle uğraşmak yerine küresel arenada daha görünür olmak ve belki de yeni gerginliklerin fitilini ateşlemek gibi öncelikleri olacak. Biden’ın bir toplantıda sarf ettiği “İsrail var olmasaydı onu bizim icat etmemiz gerekirdi. Zira Ortadoğu’daki yükümüzü hafifletiyor ve yapmak istediklerimizi yapıyor.” şeklindeki sözleri açık niyet beyanından başka bir şey değil.
Dışişleri bakanlığı görevini vereceği Antony Blinken, siyonizm sevdalısı bir yahudi. Cumhuriyetçi başkan George W. Bush döneminde 2003’teki Irak işgalini sonuna kadar destekleyen Blinken, Gazze işgallerinin istisnasız tamamının arkasındaydı. Yani Colin Powel ve Mike Pompeo karışımı bir bakanla karşı karşıyayız. Başkan yardımcısı Kamala Harris de garip bir kişilik. Hindistan kökenli Harris’in de İsrail’le dolaylı yollardan bağlantısı var. Trump’ın siyonist damadı Jared Kushner’ın yerine düşünülen isim, Harris’in yahudi kocası avukat Emhoff. Ve Ulusal İstihbarat Direktörlüğü’ne gelmesi kesin gözüyle bakılan eski CIA başkan yardımcısı Avril Haines... Ortadoğu’daki suikastların tertipleyicisi. Bir de Obama’nın dışişleri bakanı John Kerry de Biden’ın “iklim değişikliği özel temsilcisi” olacak.
Bu arada İsrail’in açıklamaları da dikkate değer. Emekli General Herzog, bir gazetede kaleme aldığı makalesinde şu çarpıcı ifadelerle endişeye mahal yok diyor: “Kimileri Biden kabinesinin Obama dönemi gibi olacağını varsayarak endişe ediyor. Bence bu düşünceler kuruntudan ibaret. Çünkü ne Biden Obama ne de 2021 2009. Biden ve yardımcısı Harris yeni nesil demokratlardan değil. Obama’nın tam tersi davranacaklarından ve tutkulu bir şekilde İsrail’i destekleyeceklerinden kuşkum yok!”
“Ortadoğu’nun şımarık çocuğu” nitelemesi, öyle görünüyor ki yeni dönemde İsrail için yetersiz kalacak. Biden’in bütün motivasyonunu siyonist lobiden ve zengin ailelerden aldığı ortada. Tabiatıyla İsrail, bu enerjiyle daha da saldırganlaşacak.
Bu noktada İslâm dünyasına ve onun liderliğine namzet toplumlara düşen çok şey var. Bir önceki seçimde Amerikan vatandaşlarının Obama ve ekibine benzeri gerekçelerle destek vermediği için Trump’ı seçtiği malum. Bu realiteyi kenarda tutarak önümüzdeki süreçte Amerika’nın neler yapabileceğini öngörüp, gardı ona göre almak gerekir.
En önemlisi de müslüman âlemi olarak aradaki ihtilafları rafa kaldırarak hiç olmazsa sahipsiz kalan mazlum müslümanlar için birlik ve beraberliği sağlamak gerekiyor. Malcolm X’in dediği gibi: “Gücümüzü bağrışmak için değil, birleşmek için harcamalıyız.”