Kaynaklar Sultan II. Abdülhamid Han’ın nazik ama vakur bir karakteri olduğunu söylerken neden onun sert, baskıcı ve evhamlı olduğu öne sürüldü?
Bu iddianın bizce iki ana amacı vardır.
Birincisi Sultan için “herkese sert davranan, kaba saba bir adam” söylemini desteklemek. İkincisi ise Sultan’ın uyguladığı iç ve dış siyaseti “herkesten ve her şeyden kuşkulanan tedirgin ve güvensiz” bir karakter yapısıyla temellendirip itibarsızlaştırmak.
Bu tezimizi haklı çıkartacak deliller için öncelikle Sultan II. Abdülhamid Han’ın tahta çıktığı döneme, dönemin şartlarına, devletin içinde bulunduğu siyasî, ekonomik, askerî duruma bakılması yeterli olacaktır. Bir de Osmanlı’nın son döneminde yaşanan kaht-ı ricali, adam yokluğunu da unutmamak gerekir. Sultan’ın birlikte çalışabileceği, memleketin selameti için ortak stratejiler geliştirip uygulayabileceği devlet adamı eksikliği onu adeta tek başına hareket etmeye mecbur etmiştir. İnsaflı, tarafsız ve ciddi akademik çalışmalara bakıldığında bu söylediklerimizin doğruluğu görülecektir.
Bunların dışında dönemin hatırat kitapları da sır değildir, birçoğu yayınlanmıştır. Dönem içinde kaleme alınan yerli yabancı hatıratlarda karşımıza çıkan Abdülhamid Han portresi hiç de resmî tarih tezinin anlattıkları ile uyuşmaz. Sorudaki iddiayı dikkate alarak genel bir portre çıkarmak için şu tespitleri yapabiliriz: Sultan, saray dışında son derece halim selim bir kişiliğe sahipti. Hikmetli konuşma özelliği de yakınları tarafından bilinen bir gerçekti. Yine Sultan’ın kendisine muhalif olan hatta bunu düşmanlık safhasına kadar çıkarmış bulunan kişilerle dahi konuşurken onları etkilediği bilinir. Nezaketi ve tevazuu ile muhataplarını kendisine hayran bırakırdı. Huzuruna çıkıp konuşmak isteyen kişi ister devlet görevlisi isterse sıradan halk olsun, rahatlıkla konuşabilirdi. Sultan’ın tavrı, tarzı bu güveni muhatabına verirdi. Konuşan kişiyi dikkatle dinler, sözünü kesmez, lafının tamamen bitmesini bekler, düşüncelerini tam ifade etmesi için fırsat verirdi.
Mesela o dönemde Babıali’de Midhat Paşa’nın patavatsızlıkları herkesçe bilinirdi. Paşa, bu saygısız ve bozuk üslubunu II. Abdülhamid Han karşısında da defalarca göstermişti. Nezaketle karşılanmasına rağmen Paşa’nın bu tavrı devam edince sonunda Sultan onu huzurundan kovmuştu. Midhat Paşa bu tavrını başka bir Sultan ya da hükümdara gösterseydi ne olurdu diye düşünmek lazım.
Sultan II. Abdülhamid Han’ın kimseyle “sen” diye konuşmadığı ve bir de korkaklığı meselesi var. Bunlar doğru mudur?
Eldeki hatıratlarda bu bilgiler var. Yani bunlar şehir efsanesi değil, gerçek. Hatta Sultan, çocuklarıyla bile konuşurken “sen” diye hitap etmezdi. Burada ilk soruya bağlantılı bir cevap var aslında. Dediğimiz gibi maksat onu kaba saba göstermek ve bu “baskıcı ve evhamlı” karakter tasviri üzerinden de Sultan’ın her şeyden korkan biri olduğu imajını oluşturmaktır. Demek istiyorlar ki sahip olduğu vehimler korkularını, korkuları da vehimlerini besliyor, ortaya bir “kızıl sultan” çıkıyordu. Fakat tam tersine, bazı tarihî vakalardan onun çok cesur biri olduğunu biliyoruz.
Örnek vermek gerekirse Sultan II. Abdülhamid döneminde vuku bulan meşhur İstanbul depreminde herkes korkudan bir yerlere kaçarken o yerinden bir santim bile hareket etmemiş ve sarsıntının bitmesini beklemişti. Yine onun döneminde meydana gelen Osmanlı Bankası baskınına bakalım. Baskın sırasında devlet ricali suikast endişesiyle telaşa kapılmış, sükûneti sağlamak tam bir mesele olmuşken Sultan metanetini korumuş ve Cuma selâmlığına çıkmıştı.
Yıldız Suikastı’nda arabaya yerleştirilen bomba patladığında birçok insan hayatını kaybetmişti. Sultan her şeye rağmen soğukkanlılığını korumuş ve atları kendisi kontrol edip sakin bir şekilde oradan ayrılmıştı. Bu kadar örnek yeterli olur sanırım.
Sultan hakkında bu kadar yanlışa düşmemek için nasıl bir tarih okuması tavsiye edilir?
Dönemin şartlarını ve hadiselerini, bunlara karşı Sultan’ın tavrını iyi okumak lazım. Bunları bilmeden gerçeğe uygun bir Sultan II. Abdülhamid Han portresi elde edemezsiniz. Tarihî hadiseleri bağlamından kopardığınız zaman elde edeceğiniz sonuç hayal ürününden ibaret kalacaktır. Hele işin içinde ideolojik bir bakış açısı ve resmî tarihi olumlama gayreti varsa... II. Abdülhamid Han hakkında, tüm eksikliklerine rağmen yapılan en iyi çalışmalardan biri olan François Georgeon’un eserine baktığınız zaman meseleyi daha iyi anlarsınız. Georgeon, Abdülhamid döneminin sömürgecilik ve dünyayı paylaşma dönemi olduğunun altını çizerek, böyle bir dönemde iktidara gelen Sultan’ın, Batılı devletlerin saldırganlıklarıyla karşı karşıya kaldığını anlatır.
Dünya, güçlü devletler arasında rekabet ve gerilimin tırmandığı, milliyetçilik sorununun ağırlaştığı, ekonomik kalkınma ve toplumsal sorunların şiddetlendiği bir zaman dilimini yaşıyordu. Ve Abdülhamid Han’ın bu kurtlar sofrasında devletini, milletini koruması gerekiyordu.
Dönemin ülke içi şartlarına baktığınız zaman da durum iç karartıcı idi. Osmanlı aleyhine Batı dünyası ile birleşerek çalışan gayrimüslim unsurlar mevcuttu. Bunun üstüne yeni muhalefet hareketleri, Jön Türkler, İttihat Terakki Cemiyeti, Masonlar, Yahudiler gibi büyük sorunlar da vardı. Bu arada Sultan’ın yetkilerine de son döneminde sınır çizilmişti.
Peki böyle bir ortamda Sultan ne yaptı? Osmanlı’yı hiçbir savaşa sokmamaya çalıştı, halkın eğitimine önem verdi, ekonomiyi düzeltmeye, devleti borç yükünden kurtarmaya çalıştı. Kısacası zekâsını silah, ferasetini de zırh olarak kullanmaya gayret gösterdi. Bu izahların üstüne ona korkak demek, korkaklıkla itham etmek iftiradan başka bir şey değildir.
Sultan’ın pek bahsedilmeyen kişisel özellikleri var mı?
Evvela Sultan’ın kuvvetli bir hafızaya sahip olmasına da değinmek gerekiyor. Bu onun en belirgin vasıflarındandır. Kendisiyle çalışan kişilerin çoğu bu özelliğinden bahsetmiştir. Hafıza kuvvetinin yanında zeki, meseleleri çabuk kavrayan ve hazırcevap bir kişiliği vardı. Yine biliyoruz ki acele karar vermezdi, meseleler üzerinde derinlemesine düşünür, devlet ricalinin fikirlerine önem verirdi ve onlara da danışırdı. Ulema ile ilişkisi gayet iyiydi ve onların düşüncelerine de ziyadesiyle ehemmiyet verirdi.
Cimri biri olduğu söyleniyor. Fakat tahttan indirilme fetvasında ise müsrif! Bu çelişki değil mi?
Aslında buna çelişki dememek lazım. Çünkü bu iki farklı iddiayı ortaya atanların bir amacı vardı. Sultan’ın itibarını zedelemek. Önce pinti dediler, bu konuda gerçeklerle uyuşmayan hikâyeler uydurdular. Böylece halkı inandırıp onu gözden düşürmeye çalıştılar. Bunda başarılı olamadılar elbette. Fakat hal (tahttan indirilme) fetvasında tam tersini söyleyip onu müsriflikle suçladılar, çünkü bazı gerekçelere ihtiyaçları vardı.
İddiaların ne kadar tutarsız ve basit olduğunu gösteren bir durumdur bu. Normalde Sultan’ı tanıyanlar onun devlet harcamalarında ne kadar tutumlu olduğunu, devlet malını ne kadar koruyup kolladığını bilir. Şahsî alışverişinde bile alınan malın fiyatını sorar, inceler mutfak harcamalarını bizzat takip ederdi. Bir de onun dönemine gelindiğinde devletin borcu artık son noktaya gelip dayanmıştı. Buna rağmen tahta çıkınca vergileri yükseltmedi, bunun yerine sarayın masraflarını kısma yoluna gitti. Devlete yük olan cülûs töreninde tüm masrafları kendi kesesinden yapıp devleti büyük bir maddi yükten kurtardı. Bu yapılanlarda ne pintilik ne de müsriflik söz konusudur. O yüzden bu iddialar için rahatlıkla iftira diyebiliriz.
Kişisel özelliklerine dönersek...
Mesela Sultan’ın at merakı onu tanıyanların bildiği bir şeydir. Atları çok severdi. Amerika Birleşik Devletleri’nin 18’inci başkanı olan General Grant İstanbul’a geldiğinde iki safkan Arap atı hediye etmişti. Bu iki at Amerika’ya götürüldü ve üç yeni Arap atı cinsini yetiştirmelerine öncülük etti.
Sultan’ın polisiye romanları çok severdi. Yaşadığı tüm o çalkantılara rağmen fırsat buldukça Sherlock Holmes ve benzeri romanları tercüme ettirir, okurdu. Aslında o bir kitapsever idi. Dönemin en zengin kütüphanelerinden birini Yıldız Sarayı’nda kurmuş olması da bunu gösterir. Ayrıca hükümdarlığı sırasında kitap yayınını ve yabancı eserlerin tercümesini de teşvik etmişti. Batılı anlamda halka açık ilk genel kütüphane olan bugünkü Beyazıt Devlet Kütüphanesi de onun döneminde açılmıştı. İlk toplu ve yoğun kataloglama, matbaa açmanın ve kitap telifinin devletçe teşviki yine onun zamanında yapılmıştı.
Diğer taraftan Sultan II. Abdülhamid Han’ın fotoğraf tutkusunu, yaklaşık 35 bin karelik fotoğraf albümü olduğunu biliyoruz. Bu albüm sayesinde Türk fotoğrafçılığına muazzam bir destek sağladığı göz ardı edilemez. Bu zengin koleksiyondan seçilmiş özel albümler hazırlatıp bunları ciltleterek Almanya, Amerika ve İngiltere’ye devlet başkanlarına hediye olarak da göndermiştir.
Bunun dışında sinema Avrupa’da ortaya ilk çıktığında hemen İstanbul’a getirmiş ve gerekli tedbirlerin alınmasından sonra gösterim yapmasına izin vermişti. Belgesel film izlemek için Asya ve Avrupa’da çekilmiş o dönemin filmlerini saraya aldırtmıştı. Aslında gidip göremediği yerleri bu vesileyle görüyor ve gelişmeleri takip etmeye çalışıyordu. Kısacası fotoğraf ve sinema tutkusu bir hobi değil, haber alma yöntemiydi onun için.
Ayrıca Sultan’ın usta bir marangoz ve çok iyi bir nişancı olduğu da bilinir.
Sıra dışı projeleri var mıydı?
Sultan II. Abdülhamid Han, içinde yaşadığı çağı iyi okuyan, zamanın gerisine düşmemeye çalışan zeki bir devlet adamıydı. Böyle bir liderin elbette sıra dışı düşünceleri olacaktır. Mesela o dönem için sınırları zorlayan birer proje olarak Haliç’e ve Boğaziçi’ne bir köprü yapılmasını düşünmüş, taslaklar hazırlatmıştı. Birini bir Fransız mimara ikisini de Boğaziçi Demiryolu Kampanyası’na hazırlattırdığı üç farklı Boğaz Köprüsü projesi vardı. Bunlar bir iddia da değil, çünkü bu projelerin belgeleri, çizimleri elimizde mevcut.
Bunun dışında yine bildiğimiz kadarıyla Yemen demiryolu fikri vardı. Onu da projelendirmiş, fizibilitesi yapılmış ve ihalesi verilmişti. Fakat o da diğerleri gibi hayata geçemedi. Tam başlanacakken İtalyanlar, Yemen’in Cibana limanını topa tuttu. Proje de mecburen rafa kaldırıldı. Fakat hepimizin bildiği ve yerli bir girişim olan Hicaz Demiryolu projesini hayata geçirmişti.