Aramak

Düşmanlıktan Kardeşliğe

“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O kalplerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklıyor ki doğru yolu bulasınız.” (Âl-i İmrân 103)

Allah Tealâ bundan önceki ayet-i celilede müminlere takvayı şöyle emretmişti: “Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân 102)

Takva, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine ve yasaklarına riayettir. Şeriat-ı garrânın âdâbını muhafazadır. İlâhî huzurdan uzaklaştıracak şeylerden kaçınmak, Allah Tealâ’nın azabından çekinmektir. Allah yolunda gücünün yettiği kadar gayret etmek ve bu konuda hiç kimsenin kınamasından korkmamak; kendi aleyhinde bile olsa Allah için adalet ve doğruluktan ayrılmamaktır.

İmam Kuşeyrî rahmetullahi aleyh buyurmuştur ki: “Hakiki takva, kişinin kendi nefsinden hiçbir şey katmadan ve eksiltmeden Allah Tealâ’nın emri üzere bulunmaktır.”

‘Allah’ın ipi’

Allah’tan gerektiği gibi korkmak ve müslüman olarak ölebilmek için her şeyden önce Allah’ın ipine toptan yapışarak birlik üzere toplanmak ve ayrılıklardan çekinmek lazımdır.

Allah Tealâ müslümanlara yasaklanmış şeylerden sakınmalarını emrettikten sonra bütün hayırların aslı durumunda olan şeyi; yani Allah’ın ipine sımsıkı yapışmayı, ardından da nimetlerini hatırlamayı emretmiştir.

Ayet-i celilelerin Kur’an-ı Kerim’deki sıralanışında sayısız hikmetler vardır. İnsan davranışları mutlaka ya korku, ya da teşvikle olur. Korku teşvikten önceliklidir. Çünkü zararı ortadan kaldırmak fayda sağlamaktan önce gelir. Nitekim kalbi temizlemek, onu güzelliklerle süslemekten öncedir. Bu manada şöyle bir ilke vardır: “Def-i mefâsid celb-i menâfiden evlâdır.” Yani zararlı şeyleri gidermek, faydalı şeyleri elde etmekten önceliklidir.

Allah Tealâ da “Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun” buyurmuş, ardından da bu ayet-i celile ile kendi dinine sarılmayı emretmiştir. Hemen peşinden de teşvik sözü olan “Allah’ın size olan nimetini hatırlayın.” buyurmuştur. Bu durumda akıllı kişinin O’nun emrine boyun eğmesi, ipine yapışması, dinde ve takvada ayrılığa düşmemesi gerekir.

Ayet-i celiledeki “habl” yani “ip” insanı dünya ve ahiret isteğine ulaştıran vesiledir. Allah’ın ipine sarılmak, adeta mücessem bir Kur’an olan Peygamber sallallahu aleyhi veselleme uymakla; yani İslâm’ı yaşamakla olur.

Ayet-i kerimede geçen “ip”le Kur’an’ın kastedildiğini Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle haber veriyor: “Hiç şüphesiz bu Kur’an, Allah’ın kopmaz sağlam ipidir. O apaçık bir nurdur, faydalı bir şifadır. Sarılanı korur.” (Bk. Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’ân, 14; Ahmed, Müsned, 1/91; Dârimî, Sünen, 3334-35)

Ayet-i celiledeki “ip”den muradın Kur’an-ı Kerim olduğu hususunda bütün müfessirler ittifak etmiştir. Bazı müfessirler ise ilave olarak bu ifadenin Hakk’a ve hakikate ulaşmaya ve bağlanmaya vesile olan her şeyi kapsayabileceğini belirtmişlerdir. Bu vesilelerden bazılarını da şöyle sıralamışlardır: Allah’ın emrini yerine getirme, cemaat, ihlâs, İslâm, Allah’a söz verme, Allah’ın emirleri... Bunların hepsi birbirine yakın hususlardır.

Diğer taraftan kim de Allah Tealâ’nın sağlam ipine sımsıkı sarılmaz, kendi nefsanî tercih ve tedbirlerine ya da kendi fikir ve görüşlerine, bilgi ve ölçüsüne başvurur, güvenir ve bunlara yönelirse ilâhî yardım ve lütfun gölgesinden mahrum olur. Kötü haliyle baş başa kalır.

Bu ayet-i kerimenin cemaat ya da topluluk halinde bulunmayı da emrettiğine şüphe yoktur. Bununla beraber burada cemaat, “Allah’ın ipi”ne yapışmanın bir neticesi ve ürünüdür. Aslolan o ipe tutunmaktır. Fertlerin bağlandığı merkez Allah’ın ipi olursa iki cihan saadetini gaye edinen bir cemaat meydana gelir.

İki tarafı uçurum olan bir patikaya çekilmiş ya da bir kuyuda kalmış olanları çıkarmak için uzatılmış bir ip tasavvur edin. İnsanlar ona tutunarak güvende kalmakta, tehlikeden selamete çıkmaktadır. İşte bu manzara Kur’an etrafında devamlı yükselen bir İslâm cemaatinin örneğini oluşturur. Bu rastgele bir cemaat değildir. Bir tek kelime etrafında kalpleri uzlaşmış fertlerden oluşması gerekir.

Birlik olma emri

Bir olmak tevhidin, ayrılık şirkin arkadaşıdır. Bölünmek düşmanlığı, düşmanlık da savaşı doğurur. Savaşın olduğu yerde ise hiçbir hususta emniyet yoktur.

Kur’an-ı Kerim, insanlar arasında fikir farklılıklarının olmasını insanın fıtrî özelliklerine ve yaratılış hikmetine bağlar. Ayet-i kerimede mealen şöyle geçer: “Eğer Rabbin dileseydi elbette bütün insanları tek bir ümmet yapardı. Halbuki yine de ihtilaf edip duracaklardı.” (Hûd 118)

Hayra hizmet etmesi, iyi niyetli olması ve meşru çizgide kalması şartıyla bu ayrılıkların insanlar arasında rekabete, dolayısıyla toplumların ilerlemesine ve kalkınmasına yardımcı olacağı açıktır.

Ayet-i celilede yasaklanan ayrılığın ne olduğunu müfessirler iki şekilde açıklamıştır. Birincisi, din hususunda ihtilaftır. Hakikat birdir, onun dışındakiler ise cehalet ve sapıklıktır. Daha önce yahudiler ve hıristiyanlar dinleri hususunda ayrılıp bölünmüşlerdi. Buna göre mana; “yahudilerin ve hıristiyanlarin ihtilafa düştükleri gibi siz de bölünerek Hakk’tan ayrılmayın” demektir.

İkincisi, Cenâb-ı Hakk bu ayet-i celile ile müslümanların ayrışıp bölünerek birbirlerine düşmanlık etmesini yasaklamıştır. Buna göre mana şöyle olur: “Cahiliye devrinde birbirinizle savaşacak derecede ayrılığa düşmüş olduğunuz gibi İslâm’a girdikten sonra da böyle bölünüp birbirinize düşmanlık etmeyin.”

Daha geniş bir anlatımla ayet-i kerimedeki ibret ve nasihati şöyle ifade edebiliriz: Hani cahiliye döneminde aranızda kin, düşmanlık ve bitip tükenmez savaşlar vardı. Birbirinize böyle düşman iken şimdi size verdiği nimeti hatırlayın. Siz kendi nefslerinizin peşinde sürüklenirken, beşeriyetin darlığında dolaşırken, hatta bir menfaat gereği birbirinize merhamet gösterirken bile düşman idiniz. Allah Tealâ kalplerinizi uzlaştırdı. Bu uzlaşma ve birleşme ile kalplerinizi yaratılmışlara bağlanmaktan kurtardı, hayvanî hallerinizden uzaklaştırdı. Böylece herkesin maksadı ve muradı bir hale geldi. Allah bin kişiyi bir istek üzerinde uzlaştırırsa o bin kişi hakikatte tek kişidir. Bu O’nun kullarına bir nimetidir ki o nimet, Allah Tealâ’nın sizi nefsin peşinde koşmaktan, cimrilik ve ihtirasın tehlikelerinden kurtulmuş kardeşler olarak korumasıdır.

Hülasa, ayet-i celile sahabe-i kirama cahiliye devrinde aralarında bulunan kin ve nefretin kalkıp, ülfet ve muhabbetin meydana gelmesine vesile olan İslâm’a muvaffak kılınma nimetini hatırlatmaktadır. İslâm’ın bu husustaki emrini Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem şöyle dile getirmiştir: “Birbirinize haset etmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları, kardeş olun! Müslüman müslümanın kardeşidir; ona zulmetmez, ondan ilgisini kesip kendi haline terk etmez.” (Buhârî, Edeb 62; Müslim, Birr 25)

Kalpler birleşince

Müfessirler bu ayet-i celilenin Evs ve Hazrec kabileleri hakkında nâzil olduğunu belirtirler. Rivayete göre bu iki kabilenin ataları ana baba bir kardeş iken zamanla aralarında dargınlık ve düşmanlık baş göstermiştir. Aralarında kanlı çatışmalar olmuş, bu hal yüz yirmi sene devam etmiştir.

Her iki tarafın da artık canlarından bezdikleri bir zamanda Allah Tealâ İslâm’ı göndererek aralarındaki fitne ateşini söndürmüştür. Peygamberi aracılığıyla kalplerini birleştirmiş, kelime-i tevhid bayrağı altında birlik olup canlarından ve mallarından emin bir şekilde yaşamaya başlamışlardır.

Düşman tarafların bile birbirlerini kendi nefslerine tercih edecek kadar muhabbetle birleşmesi yahudileri rahatsız etti. Çünkü onların arasındaki ayrılık ve çatışmadan istifade ediyorlardı. Yine iki kabile arasında fitne çıkarıp cahiliye devrindeki düzeni geri getirmek istediler. Cenâb-ı Hakk bu ayet-i celileyi indirerek Evs ve Hazrec kabilelerine birlik ve beraberliklerini bozmamalarını emir ve tavsiye etmiştir. Ayrıca İslâm’ın dünya bakımından onlar için nimet olduğu gibi ahiret bakımından büyük bir nimet olduğunu ve bu sayede cehennem ateşinden kurtulduklarını hatırlatmıştır.

Ayet-i celiledeki ifadeden birleşmenin önce kalplerde olduğunu, sonra bu birleşme üzerine yapılıp edilenlerde birlik olacağını anlıyoruz. Tecrübe ile sabittir; kalpleri aynı mana üzerinde buluşmayanlar aynı mescidi de paylaşsalar, birbirlerinden gezegenler kadar uzaktır. Müminler kelime-i tevhid üzerinde kalp ve fiil birliğine mecburdurlar. Günlük hayatın yüzlerce değişen hallerini değişmeyen hakikate bağlayıp, işlerini ortak hedefe yöneltmeye gayret etmelidirler.

Böyle olduğu takdirde her mümin, işi uğraşı farklı da olsa değişmeyen hakikatte buluştuklarından hiçbir zaman parçalanıp tefrikaya düşmezler. Eskilerin veciz olarak ifade ettikleri gibi; “rivayet muhtelif, mana bir.” Ve Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin ifadesiyle “Allah’ın rahmet ve kudreti cemaat üzerinedir.” (Tirmizî, Fiten 7)

Bilinmelidir ki yüzü dünyaya dönük olan kimse insanların pek çoğuna düşman kesilir. Yüzünü Allah yolunda hizmete dönmüş kimse ise hiçbir din kardeşine düşman olmaz. O kimse Hakk’tan halka bakar; herkesin Allah’ın kazâ ve kaderi altında olduğunu görür. Bu sebeple ârif kişi bir iş emrettiği zaman yumuşaklıkla emreder, Hakk’a ve hayra nasihatçi olur, sert davranmaz ve ayıplamaz.

Ateş çukurunun kenarı

Cenâb-ı Hakk ayet-i kerimede dünyaya ait nimeti açıkladıktan sonra ahirete ait nimetlerden haber vermektedir: “Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı.”

Yukarıda aralarındaki cahiliye düşmanlığını özetlediğimiz Evs ve Hazrec kabileleri, İslâm’dan önce küfür üzere bulunduklarından cehennemle aralarında sadece ecelleri vardı. İslâm’ı kabul etmeleri ile Allah Tealâ onları ateşten kurtarmıştır.

Ayet-i kerimenin mesajının genelliğini dikkate alarak izahı şöyle genişletebiliriz: “Siz isteklerinizin esareti altında, nefsinizin peşinde ömür tüketiyordunuz. Allah Tealâ lütfetti, sizi kurtardı. O’nun takdirine razı olup teslimiyet göstermeniz sayesinde kurtuldunuz. Bu hakikaten çok büyük bir makam ve derecedir.”

Çukurun tam kenarında olma durumuna dikkat nazarıyla bakıldığında dünya hayatının faniliği daha iyi anlaşılacaktır. Bu ifade, ne kadar uzun olursa olsun ömrün çok kısa olduğuna dikkat çekmektedir. Çünkü hayat ile o çukura düşmeyi gerektiren ölüm arasında, bir şey ile o şeyin kenarı arasındaki kadar bir mesafe vardır.

Rûhu’l-Meânî tefsirinde ayet-i celilenin sonunda geçen “İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” ifadesi, “hidayet üzere devam edersiniz ve gün be gün o yolda ilerlersiniz.” şeklinde tefsir edilmiştir. Hitap müminlere yapılmıştır, fakat müminler zaten hidayettedir. Şu halde buradaki hidayet, hidayet üzere kalmak ve terakki basamaklarında yükselmektir.

Bir mümin için her işinde istikametini muhafaza etmek öncelikli olmalıdır. İstikameti düzeltmek kadar istikrarı, sürekliliği yakalamak da çok önemlidir. Bu manada şu hadis-i şerifi hatırlayalım: “Allah’ın en sevdiği amel, az da olsa devamlı olandır.” (Buhârî, İmân 32; Müslim, Misâfirîn 216-218; Ebu Davud, Tetavvu 27)

Kısaca; bu mübarek ayet-i celileden şu mesajları almış oluyoruz:

  • Biz müslümanlar olarak aramızda ihtilaf ve ayrılık meydana getirecek sözlere, fikir ve tavsiyelere karşı uyanık olalım.
  • Kendi aramızda birlik ve beraberlik dairesinde yaşayalım, birbirimize yaslanıp kuvvetli olalım. Elden geldiğince birbirimize yardımcı olalım. İkiyüzlülükten, ikilikten ve düşmanlıktan kaçınalım.
  • Aramızda herhangi bir mesele ile karşı karşıya kalınca işimizi Kur’an-ı Mübin’e, Sünnet-i Nebî’ye ve icmâ-i ümmete bağlayacak ilim ve irfan sahiplerine müracaat edelim. Dünyevî ve uhrevî hayrımızı bu bağdan bekleyelim. Velev ki verilen hüküm nefsimizin hoşuna gitmesin. Her ne olursa olsun bu mukaddesatımızdan asla ayrılmayalım.

Hakk Sübhânehû ve Tealâ en iyi bilendir.

Faydalanılan Kaynaklar

(Mukâtil b. Süleyman, et-Tefsîrü’l-Kebîr; Taberî, Câmiu’l-Beyân; Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân; Abdülkerim el-Kuşeyrî, Letâifu’l- İşârât; Ebu’l-Leys Semerkandî, Tefsîru’l-Kur’an; Râğıb el-Isfahânî, Müfredât; Zemahşerî, El-Keşşâf; Fahruddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr; Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an; Kadı Beydâvî, Envârü’t-Tenzîl ve Esrârü’t-Te’vîl; Ebussuûd Efendi, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm ilâ Mezâya’l-Kitâbi’l-Kerîm; İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân; Hasîrîzâde Elif Efendi, en-Nûru’l-Furkân; Konyalı Mehmed Vehbî, Hülâsatü’l-Beyân; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili; Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meal-i Âlîsi ve Tefsiri; Diyanet İslam Ansiklopedisi.)

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy