Aramak

BİTMEYEN DERT EĞİTİM

Eğitim sistemimizden şikâyet etmeyenimiz pek yok. Bu alanda dünyadaki yerimiz de hiç parlak değil. Başarı oranlarımız hemen her alanda çok düşük. On beş yaşındaki talebelerin okuduğunu anlama, fen ve matematik becerilerini sınayan PISA sınavlarında hep ortalamanın altındayız. Rusya, İsrail, Belarus, Lüksemburg, Hırvatistan daima bizden üstte.

Aslında istatistik verileri bilmeye de gerek yok. Bu eğitim sisteminden yetişen herkes gibi hepimiz çok iyi biliyoruz ki okullarımız, müfredatımız, üniversite eğitimi, sınav sistemi hep sorunlu.

Ülkemizde en düşük maaşlı işe bile üniversite mezunu olmayanı almıyorlar. Bunun için milyonlarca genç her sene üniversiteye girmek için çabalıyor. Üniversiteyi bitiren milyonlarcası ise iş bulamıyor. Okul süreleri iş bulamadığımız gençlerimizi biraz daha oyalamak için uzatılıp duruyor.

Bir süredir bu sorun giderilmeye çalışılıyor. Ama henüz çözüme yakın bile değiliz. Kamu okulları kadar özel okullar da çok iyi seviyede değil. Zaten bunlara gücü yetenlerin sayısı çok az. Bu yarışlar hem yıpratıcı hem de farklı imkânlara sahip, farklı yörelerde bulunan çocuklarımızın arasındaki uçurumu dikkate almadığı için hakkaniyetli de değil.

Bütün eğitim hayatımız bir iki günlük sınavlara bağlı. Onun dışında eğitim adına önem verdiğimiz pek bir şey yok. Bunun için çocuklarımız test kafasıyla yetişiyor. Önlerine dört seçenek koymadıkça kendileri düşünemiyor, sonuca ulaşamıyor. Sınavı geçip bir üniversiteye kapak atanlar ise hayatta en üst seviyeye ulaştıklarını düşünüp her şeyi hazırdan istiyorlar. Eğitimde kalite gittikçe daha da düşüyor.

Ne yöne eğiyoruz?

“Eğitim” kelimesi “eğmek”ten gelir. Batılı dillerdeki Latince kökenli “education” kelimesinin kökü de “yön vermek, yön göstermek” anlamındaki “educare”dir. Her devlet vatandaşını bir ağaç gibi belirli bir yöne doğru eğip şekil vermeye çalışır. İşte bunun için eğitim bütün devletlerin ortak bir kimlik oluşturmak için kullandığı en temel alandır. Bunun için eğitimi zorunlu hale getirirler. Bugün hemen hemen her ülkede çocuklar, aklının ermeye başlamasından itibaren mecburî eğitime tâbi tutulur. Çünkü devletler kendi anlayış, ideoloji ve projelerini okullar eliyle nesillere aktarırlar.

Bizde de durum böyledir. Fakat çok önemli bir farkla: Bizde uzun bir dönem okullarda nesillerimize kendine güven değil, Batı’ya karşı aşağılık kompleksi, eziklik öğretildi. Kendimizi, tarihimizi, coğrafyamızı, değerlerimizi, geleneklerimizi aşağılayan dersler ve öğretmenler geldi geçti. Bunun sonucunda ismi bize benzeyen, bizimle aynı dili konuşan, aynı dinden olduğunu söyleyen ama kafası yabancı insanlar türedi. Bir buçuk asırdır okullarda, kültürde, sanatta, medyada, devlette etkin oldular. Batı’ya karşı sonsuz bir minnet borcu varmış gibi kendi milletine, tarihine, inancına, geleneklerine bir Batılı gibi baktılar. Bu sebeple eğitimli insanlarımız, bırakın en bilinçli insan olmayı, en bilinçsiz insan olarak ortaya çıktı.

Çocuklarımızı emanet ettiğimiz öğretmenlere güvenmemiz gerekir. Özellikle çocukluk döneminde insanların zihin ve ruh dünyalarını aslında okullar ve öğretmenler şekillendirir. Doğru, iyi ve güzel yolunda ise ne âlâ. Ama ülkemizde pek de böyle olmadığını çok iyi biliyoruz.

Eğitimin özü insan olmasına rağmen bizde eğitime hep sayılar üzerinden bakılır. Onun için yarının örnek insanlarını yetiştirmek için önce örnek öğretmenler yetiştirmek gerekir. Örnek öğretmenleri yetiştirmek için de onları yetiştirecek örnek akademisyenleri yetiştirmek gerekir.

Geleceği tahmin etmek için

Eğitim düzenin temelidir. Osmanlı’nın en baştan beri önem verdiği kurumlar medreseler ve tekkelerdir. Yani resmî eğitim ile şahsiyet eğitimi ve terbiye yan yana, iç içe yürümüştür. Osmanlı’yı dünya devleti haline getirten gerçek öncelikle budur. Daha küçük bir devlet iken, parası pulu yokken Orhan Gazi zamanında İznik medresesi kuruldu. Hatta bu medresenin başına tâ Mısır’dan büyük âlim Davud el-Kayserî hazretleri getirildi.

Zaten bir toplumun geleceğini tahmin etmek isterseniz ilk olarak hangi alana ağırlık verdiğine bakmanız yeterli. İnsana, eğitime, terbiyeye ağırlık veren mutlaka yükselir. ABD’nin başkenti olan Washington şehri inşa edilirken Kongre binasının yanına önce bir kütüphane yaptılar. Gayeleri dünyada yayınlanan her bir kitaptan bir nüshanın mutlaka kütüphanede bulunmasını sağlamaktı. Yine üniversitelerine büyük destekler verdiler. Böylece bugün dünyanın en prestijli okullarına sahip oldular ve dünyanın her tarafından yetenekli gençleri kendi ülkelerine taze kan olarak çekebiliyorlar.

Terbiye, bilgi, bilinç

Eğitimdeki bütün bu sıkıntıların sonuçlarını toplumumuzun genelinde gözlemliyoruz. Okumuşlarımızda kendi milletine karşı kibarlık değil kabalık görülüyor. Konuşma, oturma kalkma, teşekkür, tenkid ve takdir etme, tartışma gibi âdâb-ı muaşeret usulleri giderek daha zayıf hale geliyor. Bunun temel sebebi “terbiye” kavramının sözlüğümüzden, günlük konuşmamızdan kaybolup gitmesidir. Nezaket ve kibarlık aileden alınmayınca, çocuklar okullarda daha da gelişeceklerine mevcut terbiyelerini de kaybediyor. Muhafazakâr kesim de maalesef bu hususta bir örnek teşkil edemiyor. Bildiğimiz doğruları evlatlarımıza güzellikle aktaramıyoruz.

Bilgisizlik bir diğer genel sorunumuz. İnsanımız öncelikle kendisi hakkında; yani kendi imanı, geleneği, coğrafyası, işi gücü, kültürü konularında genellikle bilgisizdir. Kendi sorumluluğumuz, tahsilimiz ve mesleğimiz ile ilgili konuları bile bilmemek pek çoğumuz için rahatsız edici bir durum değil. Hatta bilmediğiyle övünenler de az değildir. “Bilgi çağı” tabiri çok yaygın, fakat bilginin tek başına internetten ibaret olduğu zannedildiğinden kitap okuyan, dergi takip eden, düşünen, tartışan insan sayımız gerçekten azalmakta.

Üçüncü sorun bilinçsizlik. Bilgi tek başına bilinci doğuramaz. Bilinci doğuran inançla, dünyaya bakışla şekillenen zihniyettir. Yani “maarif”tir, “irfan”dır. Her elde edilen bilgi irfana göre değer kazanır. Nitekim eskiler çok şey bilen ama bilgisini kişiliğine katmayan kişiler için “ilmi çok, irfanı yok” derlerdi. Bugün bu kınamaya muhatap olacak düzeyde bilgisi olan bile ne yazık ki az. Bizde sağlam, özlü, geçmişi ve geleceği ihya eden bir bakış açısı olmadığı için, en üst tahsilli insanlarda bile bilgi eksikliği, bilinçsizlik ile beraber.

Dördüncü derdimiz ise kültürsüzlük. En tahsilli insanımızın bile mesleğinin dışında bir alana ilgisi yok. Şiir okumak, yazmak, yeni yerler görmeyi sevmek, güzel konuşmak, hatta güzel dinlemek gibi hasletler takdir edilmiyor. Halbuki kişinin farklı kabiliyetler geliştirmesi onun mesleğini de, işini de, düşüncesini de zenginleştirir. Mesela edebiyatla uğraşan bir memurun yazdığı resmî metinler daha güzel ve anlamlı olur. Tarih bilen bir diplomat müzakerelerde her zaman bir adım öndedir. Özellikle muhafazakâr kitle kültür anlamında hayli çorak. Bu kesimde bile dilimize önem veren, tarihimizi, medeniyetimizi öğrenmeye çalışanların sayısı çok az.

En tahsilli insanımızın bile mesleğinin dışında bir alana ilgisi yok. Şiir okumak, yazmak, yeni yerler görmeyi sevmek, güzel konuşmak, hatta güzel dinlemek gibi hasletler takdir edilmiyor.

Bütün bu saydığımız sorunların anası ise aşağılık kompleksi ve tembelliktir. Ülkemizdeki eğitim sistemi maalesef insanımıza Batı’ya karşı aşağılık kompleksi aşılamaktadır. Kendi bilim, müzik ve edebiyat adamlarımız örnek verilmez. Batılı kavramlar öğretilir, onlarla konuşulur. Son iki asırdır sürekli beslenen bu aşağılık kompleksi son yıllarda kırılmaya başlandı. Fakat bu kez de içi boş hamaset, slogancılık şeklinde kendini gösteriyor. Oysa gayret yoksa kendine güven de yoktur. Eğitimin her alanında çalışmaya, bilgiye ve karaktere dayalı bir özgüveni beslemek gerekir.

Eğitim alanında saydığımız bu eksikler, dış politikadaki, ekonomideki veya başka alanlardaki eksiklerden daha az önemli değildir. Aksine, diğer bütün alanlardan daha önemlidir. Çünkü halkının bilgi ve beceri seviyesi sınırlı olan bir toplumun ekonomisi de siyaseti de kaliteli olamaz.

Okul mu fabrika mı?

Bütün ülkelerde bugün eğitim denince okullar, zorunlu eğitim ve okur yazarlık akla gelir. Hemen her yerde eğitim sisteminin temeli Batı’dan alınmıştır. Eğitim modelleri, yöntemleri, kıyafetleri, hatta sınıf tasarımları bile böyledir. Mesela bugünkü öğretmen masasının karşısına saf saf dizilmiş, birbirinin yüzüne değil ensesine bakan sınıf düzeni, 19. asırdaki Prusya askerî düzeninden alınmadır. Bu düzende öğrenciler asker, öğretmen komutan gibi konumlandırılır. Ancak 1970’lerde daire tarzı sınıf düzeni akıllarına geldi. Bugün üniversite sınıflarında ve amfilerde hâlâ bu düzen esastır. Oysa bizim geleneksel eğitim düzenimizde talebeler halka şeklinde olur, merkezde öğretici vardır.

Bu şekil medrese eğitiminde olduğu gibi tasavvuf, müzik, hat, vs. eğitiminde de aynıdır. Talebeler ve hoca yüz yüze bakarlar. Eğitimin sadece insanların kafasına bilgi boca etmek değil, kişilik kazandırmak olduğunu gösteren çok önemli bir göstergedir.

Batılı anlayışın, biz dâhil her ülkede hüküm süren eğitim modeline göre eğitim kişisel değildir, kitleseldir. Çünkü belirli seviyede eğitim görmüş insanlara toplumun her kademesinde ihtiyaç vardır. Bu usulün fabrika mantığından pek farkı yoktur. Fabrikada bir ürünün kitlesel üretimi yapılıyor, okullarda ise kitlesel mezunlar üretiliyor. Bu kitlesellik niteliği, kaliteyi öldüren bir şeydir. Üretimde, tüketimde, kültürde, kısaca her şeyde olduğu gibi eğitimde de insan kalitesi değil, çokluğu esastır.

Bu yaklaşımda insanın biricikliği, kendine has özellikleri, kavrama ve anlama seviyesi, kişisel maharetleri hesaba katılmaz. Her bir insan bir fabrika ürünü gibi belirli bir şekle getirilir. O zaman birçok insanın doğuştan gelen özellikleri, fizikî, zihnî ve manevî hususiyetleri gözardı edilir. Herkesin diplomasında kurum ismi ve kendi ismi yazar. O öğrencinin kişiliği, kabiliyetleri ve ahlâkı üzerine bir ibare bulunmaz. Standart bir ürün gibi piyasaya sunulmuştur.

Rehber öğretmen

Modern sistemde öğretmenler artık öğrencilerin sadece bilgide değil, kişilikte de rehberi değildir. Öğretmen fabrikada işçilere nezaret eden bir işçi başı gibi konumlanır. Böyle bir sistemin kalite üretmesi mümkün değildir. Nitekim her yerde görülen sonuçlar bunu doğruluyor. Eğitim düzeyleri yükseldikçe toplumlar daha ahlâklı, daha bilinçli ve karakterli olmuyor. Çoğu kere aksi oluyor.

Hatamız iki asırdır aynı. Maddî başarıların, fizikî şartların iyileştirilmesinin, yatırımların çoğalmasının ve büyük bütçelerin tek başına bir nitelik değişimi getireceğini sanıyoruz. İnşâ ile inşaatı birbirine karıştırıyoruz. Sağlam ve yeni okullar ve derslikler, sınıflara internet bağlantısı, öğrencilere bedava ders kitabı gibi çok güzel işlerin, bir “yön”e dayandırılmadan tek başına arzu edilen, hedeflenen bir nesli kendi başına meydana getirmesi elbette mümkün değildir.

Halbuki bir işin nitelik boyutunda gelişme olmaksızın nicelik boyutundaki gelişme tek başına bir başarı sayılamaz. Oysa bizde hâlâ eğitim yaklaşımları Batı’dan ithal edilerek benimseniyor. “Bizim” insan anlayışımıza uygun, “bize has” bir yaklaşımımız hâlâ yok. Eğitim sistemimize kendi damgamızı vurmuş değiliz. Eğitim hakkında konuştuklarımız hâlâ meselenin özü değil ayrıntılarıdır. İnsan hedefimiz, medeniyet anlayışımız ve gelecek tasavvurumuz hâlâ uzakta kalan konulardır.

Eğitim toplumu, geleceği, medeniyeti inşâ eder. Nesiller, çocuklar, gençler eğitim ile ortak bir kimliğe kavuşturulur, ortak değerleri benimserler. Bu ise ortak tasavvur, telakki, hareket ve muhabbeti meydana getirir. Muhabbet çok önemlidir; çünkü vatandaşlar birbirlerine sevgiyle bağlanmazsa, Batı’daki gibi gayri insanî bir düzen meydana gelir.

Eğitim başka sahalar gibi insanı “idâme” etmez, “inşâ” eder. Yani ulaştırmadan sağlığa, konuttan emniyete kadar bütün iş sahaları insanın refahını sağlamaya çalışırken, eğitim doğrudan insanı şekillendirir. O zaman eğitim en önemli konu haline gelir. II. Dünya Savaşı’nda bir Amerikan birliği bir Alman kasabasını işgal eder. Belediye başkanının Amerikalı komutandan ricası ilginçtir: “Lütfen bugün dahi olsa okulları tatil etmeyiniz.” Niçin? Çünkü o müdür biliyor ki ülkesini işgal edenlerden gelecekte kurtaracak en temel şey eğitimdir. Nitekim ülkeleri Amerikan ve Rus işgaline giren Almanya, bu yaklaşım sayesinde sadece on beş sene sonra ayağa kalkmıştı. Bizim gibi ilgili ilgisiz her fırsatta okulların tatil edildiği toplumlar için çarpıcı bir örnek...

Bizim tarihimizden daha güzel bir örnek var. Fatih Sultan Mehmed Han, vezirleri ile medreselere ayıracağı ödenekleri konuşmaktadır. Medreselere çok büyük bir ödenek ayırmıştır. Vezirleri buna karşı çıkarlar. Eğitimden önce para ayrılması gereken pek çok başka alanın olduğunu söylerler. Her kırk medrese talebesinden ancak beşinin iyi yetişerek mezun olduğunu, bu yüzden bu kadar paranın böyle riskli bir alana ayrılmaması gerektiğini anlatırlar. Fatih’in onlara verdiği cevap günümüzü de aydınlatan bir ilkeyi gösterir: “Ben bu kadar parayı kırk talebeden biri iyi yetişir diye ayırmıştım. Sizin hesabınıza göre daha çok para ayırmak gerekir.”

Kısacası her sorunda olduğu gibi ana sorunumuz eğitimle ilgili anlayışımızda.

Ne Yapmalı?

Her işte olduğu gibi çocuklarımızın ve kendimizin eğitiminde de niyetimiz Allah Tealâ için olmalıdır. Dikkat ederseniz geleneğimizde ilim tahsil eden kişiye “talebe” denir. Çünkü ilmi, bilgiyi, daha iyi bir insan olmayı talep etmektedir. Bugün ise insanın bu bitmeyen arayışı yerine sadece “bilgi edinmek” anlamına gelen “öğrenmek” fiilinden türetilmiş “öğrenci” kelimesini kullanıyoruz. Oysa talep etmek, bir kaynağın varlığına ve o kaynağa saygıyı ifade eder. Çünkü ilmin, bilginin de kaynağı Rabbimiz’dir. “İlim talep etmek” Kur’an ve hadislerde zikredilen bir hakikattir.

Sünen-i Tirmizî’de geçen bir hadis-i şerifte Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz şöyle buyurdu: “Her kim Allah’tan başka bir şey için ilim talep ederse veya o ilimle Allah’tan başka bir maksad edinirse cehennemdeki yerine hazırlansın.” Yine “İlim talep etmek her müslüman üzerine farzdır.” buyurmuştur.

Kişi ilmi talep ettikçe Allah Tealâ ona verir. İlimde de esas Rabbimiz’e bağlanmaktır. İnsan her şeyle yetinebilir, her şeyi yeterli görebilir. Ama ilmin sonu yoktur. Nitekim Mevlâmız buyurur: “De ki: Ey Rabbim, ilmimi artır.” (Tâhâ 114)

Şikâyet sorun çözmez

Niyetimizi sağlamlaştırdıktan sonra düşüncemizi de sağlamlaştırmalıyız. İlk yapmamız gereken, bunca sorundan, sistemden, toplumdan sürekli şikâyet etmeyi bırakıp çare düşünmeye başlamaktır. Kendimizce, gücümüzce çareler düşünmeliyiz. Yoksa bahaneciliğe saparız ki bahane ile çare bulunmaz. Cahilliğimizi, kabalığımızı, aşağılık kompleksimizi sistemin, devletin, toplumun, dünyanın, şu veya bu kişilerin üstüne yıkarız. O zaman da bu sorunlar devam eder gider. Oysa bizden sonraya sorunları değil, çareleri aktarmalıyız.

İkinci yol, mecbur kaldığımız zamanlarda ve yerlerde en iyi, en hayırlı ve doğru olanı bulmaya çalışmaktır. İmkânımız varsa çocuklarımıza dinimizi, kendi değerlerimizi aktarabilecek zihniyetteki okulları tercih etmeliyiz. Ama çoğumuzun özel okula verecek parası yok. Okulu, müdürü, ders kitabını belirleyemeyiz fakat en azından iyi bir öğretmen bulmaya gayret etmeliyiz.

Elbette gücümüz ve imkânımız her sorunu çözmek için, kendimize göre bir sistem kurmak için yeterli değildir. Okul açacak, öğretmen yetiştirecek, istediğimiz tarzda müfredat tasarlayıp uygulayacak halde değiliz. Ama unutmayalım ki bütün bu sorunların arasında birçok hayırlı, doğru ve güzel işler yapabiliriz. Yeter ki kafamız ve gönlümüz şikâyete değil çare aramaya, gayret etmeye odaklansın.

Eğitim sistemi bizim kontrol edemeyeceğimiz, tek başımıza çözemeyeceğimiz bir konu. Ama her konuda olduğu gibi her şey devlete ait ve devletle sınırlı değil. Bugün ülkemizde çalıştığı konuyu çok iyi bilen, donanımlı, hele ahlâklı insanların beslendiği kaynakların sadece okudukları okullar olmadığı açık. Çevremizde böyle bilgili ve güzel insanları görünce hemen anlıyoruz ki onları yetiştiren kurumlar değil, insanlardır. Çünkü insanı ancak insan yetiştirir. Okuldan aldıklarımızda bile sevdiğimiz, işine sâdık, bilgili, güzel öğretmenlerin etkisi var. Yoksa binalar, duvarlar, sıralar adam yetiştirmez. Bunlar araçtır. Öğrenenin de, öğretenin de insan olduğunu unutuyoruz.

“İhaleci” mantık terk edilmeli

Toplumda bir de şöyle bir yaklaşım var: “Çocuğumuzu okula gönderiyoruz, o kadar para veriyoruz. Onlar işi halletsin.” Bu çok yanlış bir mantıktır. Hiçbir okul ailenin yerini tutamaz. İnsanı yapan da bozan da ailedir. Her şeyi devletten, kurumlardan, yetkililerden beklemek çare değil. Yüz sene beklesek de çözülmeyecek işler var. Öte yandan siyasetçilerin çözüm diye ortaya koydukları şeylerin eksik, yanlış hatta zıt etkiler doğurması da her zaman mümkün. Bu durumda unutmamalıyız ki elimizden geldiğince çareyi biz bulup uygulayacağız.

Bir örnek verelim. 28 Şubat zulmü sırasında çocukların yaz tatillerinde camilerde Kur’an derslerine katılması yasaklanmıştı. Halbuki ben yaşı uygun olan iki çocuğumu o yaz Kur’an kursuna göndermeye niyetlenmiştim. Çok kızdım ve üzüldüm. “Ne yapacağız şimdi?” diye düşünmeye başladım. Bir akşam işten eve dönerken bir yandan bu meseleyi düşünüyordum. Birden zihnimde bir şimşek çaktı. Kendi kendime: “Niye boşuna şikâyet ediyorum ki? Şikâyetle sorun çözülmez. Oysa ben de anneleri de Kur’an okumayı biliyoruz. Çocuklara Kur’an’ı biz kendimiz öğretiriz.” dedim. Eve varır varmaz kütüphanemden eski bir elifba buldum. Hemen o akşam anneleri ile beraber ilk dersleri vermeye başladık. Ben akşamları derslerini kontrol ediyor, yeni ders gösteriyordum. Anneleri de gündüz onlara alıştırmaları yaptırıyordu. Hamdolsun, çocuklarımız Kur’an okumayı on beş gün içinde bu şekilde evde öğrendiler.

Okul ailenin yerini tutmaz

İnsan yetiştiren resmî kurumları da ayakta tutanlar, işini güzel yapan insanlardır. Kendimize bakalım, bizi etkileyenler sistemden, müfredattan ziyade öğretmenlerdir. Onların kişilikleri, yaklaşımları, şefkatleridir. Peki, o öğretmenleri kim yetiştirdi? Elbette anne babaları, yakın çevreleri, okudukları kitapların yazarları, sevdikleri, takip ettikleri kişiler, örnek aldıkları insanlar... Demek ki insandan başlayan her şey yine insana dönüyor. O halde bizim anne baba olarak insan yetiştirmede ne kadar büyük bir gücümüz ve etkimiz olduğunun farkına varmamız lazım. O zaman biz de evlatlarımıza güzel örnek olmaya çalışalım. Evimizi okul haline getirelim. Bunun için önce ana baba olarak biz bilgilenmeliyiz. Çocuğumuz eve geldiğinde iki cahil ile baş başa kalmamalı.

Ana babanın görevi çocukları sadece derslere ve sınavlara hazırlamak değildir. Çocuğun terbiye olacağı tek yer ailesidir. Onlara küçük yaşlarda masal, menkıbe, hikâye okumaktan tutun, tarihimizi sevdirecek kitaplar ve sosyal medyadaki uygun videoları seyrettirmeye kadar hemen her konuda rehberlik etmeliyiz. Ne büyük ayıptır ki, evlerimizin büyük çoğunluğunda bırakın kitaplığı, bir kitap rafı bile yok. Kitabı, öğrenmeyi sevmek sadece hocaların işi değildir. Peki çocuklara kitap ve öğrenme sevgisi nasıl verilir? Tanıdığım bir arkadaş her haftasonu ailecek yaptıkları alışverişte çocuklarının her birine bir kitap alma hakkı tanımıştı. O zamanlar her birine bir kitaba yetecek seviyede harçlık veriyordu. Çocuk bu parayla hangi kitabı istiyorsa onu alıyordu. O çocukların kısa sürede evlerinde kendi kitaplıkları oldu. İyi yerleri kazanıp okudular ve okumayı hâlâ seviyorlar.

Küçük yaşlarda buna dikkat edersek çocuklarımızın toplumun sorunlu yapısı içinde kendilerini koruması ve sağlam insanlar olarak yetişmesi kolay olur. Eğitimde “sonra hallederiz” mantığı işlemez. Aksine eğitim ne kadar erken verilirse her şey o kadar iyi olur. İbadetleri öğretmede olduğu gibi çocuklarımıza bilgiyi, kültürü, sanatı sevdirmede de erken davranmalıyız. Çocuklar ergenliğe yaklaştıklarında artık onlara katılacak şeyler azalır. Ama o yaşlara kadar yapılanlar sağlam ise o çocuğu dünyanın neresine koyarsanız koyun, kişiliği asla bozulmaz.

Dolayısıyla okul ile ailenin yerleri ayrıdır. Okul tahsilin, aile ise terbiyenin yeridir. Yani çocuğumuzun kişiliğini bizler şekillendiriyoruz. Fakat bunu yaparken de onları bir insan olarak görmeden, kendi kişilikleri, mizaçları olduğunu unutarak yapamayız. Sert, bencil, merhametsiz bir terbiye olmaz. Muhabbeti ve disiplini bir kıvamda tutmak gerekir. Yoksa bizim çocuklarımız ya toplumumuzda gördüğümüz gibi güya muhabbetli ama disiplinsiz ya da Batı toplumlarında gördüğümüz gibi disiplinli ama robot gibi muhabbetsiz olur.

Son yıllarda ana babalar çocukların tahsilini abartmaya, terbiyesine ise önem vermemeye başladılar. “Bizim çektiğimizi yavrumuz çekmesin” diyerek çocukları küçük yaşta şımartmaya başlıyorlar. Onlara sorumluluk almayı, iş yapmayı, kendi sorunlarını çözmeyi öğretmiyorlar. Bu şekilde onlara iyilik yaptıklarını sanıyorlar. Oysa büyük bir kötülük yapıyorlar. Hazıra alışan çocuklar büyüyünce kendi işlerini kendileri göremiyor. En ufak sıkıntı baş gösterince çöküyorlar.

Kişisel çaba çok önemlidir

Küçük yaşlarından itibaren evlatlarımıza evde, uygunsa işyerimizde küçük görevler verelim. Bunu yaparken onlara güvendiğimizi hissettirelim. Eğitim sadece okulda olmaz. İnsan okul dışında da kendi kendine de pek çok şeyi öğrenebilir. Bir arkadaşından, kitaplardan, sosyal medyadan, videolardan pek çok şeyi öğrenebiliriz. Ama özellikle dinimizi usul bilen insanlardan öğrenmek gerekir. Bu imkân yoksa haddimizi bilerek biz de pek çok kaynaktan, merak ettiğimiz pek çok şeyi öğrenebiliriz. Kişisel çaba çok önemlidir.

Yabancı dili bilmek çok önemli. Bugün artık tek bir yabancı dil bilmek yeterli değil. İngilizcenin yanında öne çıkan Çin, Rusya ve Almanya gibi ülkelerin dillerini de eklemek gerekir. Ama en önemlisi kendi dilimizi çok iyi bilmektir. Bu konuda da konuşmada ve yazmada büyük eksiklerimiz var. Toplumda etki yapacak insanların söz söylemesi, dili kullanması çok önemlidir. Buna ağırlık verelim. Dinimizin ana kaynaklarına ulaşabilmek için Arapça’yı mutlaka öğrenelim. Bu zor değildir. Yeter ki insan istesin ve odaklansın. Mesela Elmalılı Hamdi Efendi Fransızca’yı, Mehmed Akif de Almanca’yı altı ayda öğrendi. Dâhi oldukları için değil, gayret ettikleri için... Kendi kendine yabancı dil öğrenen başka pek çok insan var. Yeter ki boş meşgalelerle zamanı heba etmek yerine gayrete gelelim.

Bugün bilgi edinmek artık çok kolay. Bir ansiklopediyi birkaç saniyede indirip araştırma yapabilirsiniz. Dil öğrenme videolarından bir dili en azından anlayacak seviyeye gelebilirsiniz. Yemek yapmayı, çini işlemeyi, dünya tarihini, kendi tarihimizi evinizden bile çıkmadan öğrenebilirsiniz. Sanal dünyada sonsuz kitap, makale, ansiklopedi, video, yorum, gazete kupürü araştırıp bulabilirsiniz. Bunlar elbette bizi bir konuda uzman yapmaz. Çünkü uzmanlık usulünce, derece derece bir bilenden bilgi edinmekle olur. Fakat bu saydıklarımız bize genel bir bilgi seviyesi kazandırır.

Dikkat etmemiz gereken bir husus da zevki unutmamaktır. Bugün toplumumuzda gerçek bir mümin gibi kibar, efendi, ince insanlar çok azsa bunun sebebi insanımızın tahsil görmesine rağmen zevkini geliştirmemesidir. İlgimizin ve kabiliyetimizin olduğu sanatlarla uğraşmalı, en azından bir kültür seviyesi elde etmeliyiz. Böyle yapan insanlar hem başarılı olur, hem de yaptıkları işi güzel yaparlar.

Kısacası ne yaparsak yapalım; tahsilin, terbiyenin, maarifin asıl gayesini hiç unutmayalım: İnsan olmak ve insan yetiştirmek. İyi, doğru ve güzel bir insan olmak... Kafası ve kalbi sâlim olmak...

Eğitimde unuttuğumuz kavramlar ve anlamlar

Bir şeyin anlamı netleşirse yapılacaklar da netleşir. Biz maalesef eğitim konusunda netlikten uzak anlamlara ve anlayışlara sahibiz.

Bundan çok değil, elli sene önce “eğitim” yerine birçok kelime kullanıyorduk: Terbiye, tahsil, tedris, tâlim, maarif gibi kelimeler... Bugün bu kavramların hepsine birden “eğitim” diyoruz. Bu çeşitli kavramları ihmal ettiğimiz için onların temsil ettiği anlamları da ihmal ediyoruz. Gelin bu unuttuğumuz kavramları teker teker hatırlayalım.

Terbiye

“Terbiye,” insana üstün özellikler kazandırmak demektir. Daha ince, düşünceli, merhametli, dirayetli olması için birebir ilgilenmek demektir. Bu kelime “Rab” kelimesiyle aynı kökten gelir. Çünkü Rabbimiz de insanı nimetle olsun, mahrumiyetle olsun terbiye eder. Onu olgunlaştırır. Terbiye illâ okulla, kurumla, sınıfla, kitapla, tahsille elde edilmez. Bir terbiye edicinin elinde yetişmeye denir. Nitekim hiç okula gitmemiş ama çok güzel, karakterli, olgun nice insan vardır.

Tahsil

“Tahsil” kelimesi ise “mahsul, tahsilât, hasılat” gibi kelimelerle aynı kökten gelir. Bir şeyin “hâsıl olması”na, yani elde edilmesine çalışmak demektir. Bizim okul hayatımız bir tahsil hayatıdır. Çünkü bir takım dersleri, konuları, bilgileri elde etmeye çalışıyoruz. Birisine “tahsilli” dendiğinde, o kişi belirli bir bilgi düzeyi için yıllarca okula gitmiş demektir. Peki tahsil yani öğrenim bitince ne olur? Kişi “mezun” olur. Yani “izinli” olur. Neye izinli? O okuduğu, tahsil ettiği konularda iş yapmaya, söz söylemeye, insanlara yön göstermeye... Buna medrese tahsilinde “icazetnâme” denir. O da “izin belgesi” demektir. Bugün “diploma” diyoruz. Bu kelime ise “resmî evrak” anlamına gelen Latince bir kelimedir. Bir devletin vilayetlere gönderdiği kişiye verdiği yetki belgesinin adıydı. İcazet kişiye özgüdür, diploma ise geneldir.

Tedris

“Tedris,” ders vermek demektir. “Ders” Arapça “bir metni (özellikle Kur’an-ı Kerim’i) cümle cümle öğretme” anlamındadır. “Müderris” ise ders veren demektir. “Medrese” kelimesi de buradan gelir. “Ders verilen yer” demektir. “Tedrisat” bu kelimenin çoğuludur. Her dönemde ve her ülkede tahsil edilmesi gereken dereceler için, yani diploma için alınması gerekli dersler belirlenmiştir. Bu ders listesine de “müfredat” denir. Bu kelime “ferd” yani “tek” kelimesinden gelir. Teker teker sıralanmış şeylerden oluşan listeye denir.

Tâlim

“Tâlim,” “alime” kökünden gelen bir kelimedir. “Bildirme, öğretme” demektir. Bir bilenin soyut veya somut bir konuyu öğretmesi, o alandaki bilgiyi aktarmasıdır. Bugün bu kelime yerine “öğretim” diyoruz.

Maarif

Gelelim en esaslı kavram olan “maarif”e... İşte bu kelimeyi unutmak gerçekten bir faciadır. Çünkü “maarif” talebeye sadece bazı bilgilerin aktarılmasını değil, onun “irfân”a yani kendini, âlemi ve Rabbi’ni tanımasına rehberlik edilmesi demektir. Ülkemizde eğitim işlerinden sorumlu devlet kurumunun adı 1960’lara kadar Maarif Vekâleti idi. Çünkü eğitim, öğretim, öğrenim, ne derseniz deyiniz, sadece bilgi değil karakter ve kişilik aktarımı yapılan bir sistemdir. Maarif kelimesi atılınca eğitim sıkıcı, kuru, hayatla ilgisi olmayan, kişiliğe bir etkisi olmayan başka bir alan haline geldi. Kişiliği geliştirmeyen, insana has özellikleri ona kazandırmayan sistemin toplumu ne hale getirdiğini görüyoruz.

Bütün bu kavramları unutunca anlamlarını da unuttuk. Hayatta artık ne o anlamlara sahibiz, ne de onları arıyoruz. Mesela birisi kaba bir hareket yapsa ona hemen “eğitimsiz” diyoruz. Ama o kişi muhtemelen eğitim görmüş, okula gitmiş bir insan. “Terbiyesiz” demeyi unuttuk. Çünkü terbiyenin kendisi ortadan kalkınca ismi de unutuldu. Bugün sistemin, ailelerin, toplumun konuştuğu, uğraştığı, değer verdiği varsa yoksa okulda okumak. Kimse okulun insana ne vereceğiyle ilgilenmiyor. Belli sayıda yıllar boyunca bir sınıfa gidip gelmek ile olgun ve iyi bir insan olunacağını zannediyoruz. Böyle bir kafa ile terbiye ve maarif gibi insan kalitesine dair kavramlar nasıl ayakta kalabilir ki?

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy