Aramak

KÖTÜ LAKAP TAKANLAR

“Ey iman edenler! Bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin. Belki de onlar kendilerinden daha hayırlıdır. Kadınlar da kadınları alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha hayırlıdır. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir.”
(Hucurât 11)

Ayet-i celiledeki hitabın “Ey iman edenler!” nidası ile başlaması muhataplara, gelecek sözün önemini, dikkat ve özenle dinlenmesi gereğini hatırlatır. Ayet-i celile nâzil olduğunda muhatap sahabilerdi. Bugün bizler, yarın da her kim bu ayet-i kerimeyi okursa odur. Kıyamete kadar bu hitabın muhatabı her kimse, dikkat kesilerek ve anlamaya çalışarak bu kelâmı okumalıdır.

Bir müminin diğer bir mümini alaya alması, onu küçümsemesi, hakir görmesi haramdır. Hakarete uğrayan kimse Allah Tealâ katında daha hayırlı olabilir. O bütün alay ve aşağılama çeşitlerini men etmiştir. Hiçbir müminin diğer bir mümini bir hali veya işlediği günahından dolayı alaya alması helal değildir.

Kötü lakabın yasaklanması

Ahmed b. Hanbel rahmetullahi aleyh, Ebu Cebira’dan şu rivayeti nakleder: “Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın.” ayet-i kerimesi, biz Selemeoğulları hakkında nâzil oldu. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Medine’ye geldiğinde bizde herkesin ya iki ya üç ismi vardı. Rasul-i Ekrem bir keresinde bizden birisini bu isimlerden biriyle çağırmıştı. “Ya Rasulallah! O bu isimle çağrılınca kızıyor.” dediler. İşte bunun üzerine bu ayet-i kerime nâzil oldu.(Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 30/221)

Ayet-i celilenin nüzul sebebi hakkındaki muhtelif rivayetlerden biri de şöyledir:

İbn Abbas radıyallahu anh der ki: Ayet-i kerime Sâbit b. Kays radıyallahu anh hakkında nâzil olmuştur. Sâbit b. Kays’ın kulağı ağır işitiyordu. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin meclisine gelince kendisinden önce gelenler ona yer açardı ki, Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellemin yanına otursun da söylediklerini işitsin.

Sâbit radıyallahu anh yine bir gün meclise geldi ve ‘Yer açın’ diyerek Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin yanına kadar vardı. Oradaki bir adama;

– Kenara çekil, dedi. Adam çekilmedi. Sâbit ona;

– Sen kimsin, diye sordu. Adam da;

– Ben falanım, dedi. Sâbit;

– Filan kadının oğlu mu, diyerek onun cahiliye devrinde ayıplanan bir kadının oğlu olduğunu ima etti. Adam mahcup olup başını eğdi. Olay üzerine bu ayet-i kerime indi. (Sa’lebî el-Keşf ve’l-Beyân 5/529-530; Kurtubî, el-Câmi’ li-Ahkâmi’l-Kur’ân, 16/284)

Görüntü ve hakikat

“Ey iman edenler bir topluluk diğeriyle alay etmesin. Belki alaya aldıkları kimseler kendilerinden daha hayırlıdır.” ifadesi şunu beyan eder: Belki de onlardan alaya alınanlar, alaya alanlardan Allah Tealâ katında daha hayırlıdır. Çünkü insanlar ancak görünen durumu bilirler, hakikati ise Cenab-ı Hak bilir.

Erkek ve kadın için hayırlı olmanın asıl sebebi zâhirî suret, şekil, konum ve tavırlar değildir. İnsanı hayırlı kılan şeyler kalplerinde gizlenmiş hakiki iman, kemâlât ve irfandır.

Erkek ve kadın için hayırlı olmanın asıl sebebi zâhirî suret, şekil, konum ve tavırlar değildir. İnsanı hayırlı kılan şeyler kalplerinde gizlenmiş hakiki iman, kemâlât ve irfandır.

Bunlar ise gizlidir. Şekil ve surete değil, sîrete, kalpteki fazilete itibar olunur.

Bazen kul, dış görünüşe bakıp alay ederek Allah Tealâ’nın yücelttiği kimseyi küçültür. O’nun değer verdiğini hafife alıp hakir görür; böylece O’nun katında gözden düşer, gazaba uğrar, farkında bile olmaz. Hiç kimseye alaycı bir gözle bakmamalı, insanları basite alıp hakir görmemelidir. Çünkü kardeşini hakir görmenin altında kendini beğenme hali vardır. Nitekim şeytan da Hz. Âdem aleyhisselamı hakir görüp ucba düşmüş ve şöyle demişti: “Ben ondan daha üstünüm. Beni ateşten onu ise çamurdan yarattın.” (A’râf 7/12)

Şeytan aleyhillâne Hz. Âdem aleyhisselama iltifat etmeyip, kendisinin ondan daha hayırlı olduğu zannına kapılmış, “Ben ondan daha hayırlıyım.” (A’râf 12) demişti. Fakat Hz. Âdem aleyhisselam ondan hayırlı idi. Şeytan, kendisini üstün görüp beğenmesinden dolayı huzurdan kovuldu, ebedî olarak lânete uğradı. Kim müslüman kardeşini hakir görür ve kendisinin ondan daha hayırlı olduğunu düşünürse, şeytan ahlâkı ile ahlâklanmış olur. Oysa mümine yakışan, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin ahlâkı ile ahlâklanmaktır.

Kimseyi ayıplamadan

Bir kimseyi perişan, sorunlu sıkıntılı halde görünce, mümine yakışan tavır onunla alay etmemektir. Kim bilir belki o kimse içine düştüğü kötü hale tevbe eder, kendisiyle alay eden kimse ise onun haline müptela olur.

Bir hadis-i şerifte Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Kardeşinin içine düştüğü hali alaya alma. Allah ona afiyet verir de seni o hale düşürür.” (Tirmizî, Kıyâme, 54)

Yine benzer bir hadis-i şerifte Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyurur ki:

“Din kardeşini bir suçundan dolayı ayıplayan kimse, o suçu kendisi işlemedikçe ölmez.” (Tirmizî, Kıyâmet, 53)

Bu hadis-i şeriflerden de anlaşılıyor ki, başımıza gelen bela ve musibetler kendi söz ve işlerimizin bir sonucu olabilir.

Abdullah b. Mes’ud radıyallahu anh demiştir ki: “Bela söze bağlıdır. Şayet bir köpekle alay edecek olsam, sıfatımın köpeğe çevrilmesinden korkarım!”

Kendi kendilerini ayıplayanlar

“Kendi kendinizi ayıplamayın” ifadesiyle beyan olunan şudur: “Kendinizi ayıplatacak kusurlar işlemeyin.”

Kusur işlemekle başkasının ayıplamasına sebep olan kimse, kendi nefsini kendisi ayıplamış gibi olur. Ya da bir mümin diğer bir mümini soyu sopu, dinî yaşantısı veya başka bir konuda ayıplarsa kendi nefsini ayıplamış gibi olur. Çünkü ehl-i iman, İslâm sebebiyle tek bir beden gibidir. Dört bir yana dağılmış fertler ise bu bedenin uzuvları konumundadır. Onlardan birine isabet eden bir şey hepsine isabet etmiş gibi olur. Bir insanda bir uzuv rahatsız olursa diğer uzuvlar da rahatını kaybeder.

İşte ayet-i celile, bir mümini ayıplamanın bütün ehl-i imanı ayıplamak gibi olduğu, hatta başkasını ayıplayanın kendi nefsini ayıplamış olduğuna işaret eder. Ayet-i celileye şu manalar da verilmiştir:

  • “İnsanları ayıplamayın. Sonra onlar da sizi ayıplar ve böylece kendisini ayıplayan kimse durumuna düşersiniz.”
  • “İnsanlar arasında kendi kusurlarınızı anlatarak kendinizi karalamayın.”

Şu halde ayet-i celilede müminlerin kendi kusurlarını örtmeleri ve gizli hallerini ortaya dökmemeleri emri vardır.

Güzel lakapla anmanın hükmü

Ayet-i celilenin devamında Cenab-ı Mevlâ mealen şöyle buyuruyor:

“Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın.”

İmanı, mümini insaflı ve itidalli olmaya davet eder. Böyle bir imanla muttasıf olan mümin, başka mümin kardeşine kötü bir lakapla hitab etmez; onu hoşlanmadığı bir sıfat veya isimle çağırmaz.

Lakap, övmeye veya kötülemeye işaret eden isim veya vasıftır. Kötülüğe işaret eden lakaplar çirkindir. Ayet-i celilede yasaklanan lakap, kötülüğe işaret eden, insanın hoşlanmadığı lakaptır. Çünkü onunla şahıs kusurlu gösterilmekte ve yerilmektedir.

Müslümanlar hakkında övgü ve saygı ifade eden, halleriyle uygun olan güzel lakaplar ise yasaklanmamıştır. Bu tip isimler ve sıfatlar insanların birbirlerini sevmesine saymasına vesile olur, münasebetlerini iyi yönde etkiler. Bu manada künye ve lakap koymak sünnettir.

İslâm tarihine göz attığımızda Hz. Ebu Bekir’in “Atîk: Güzel, soylu” ve “Sıddîk: Allah’a ve Peygamber’e daima sâdık olan”; Hz. Ömer’in “Fâruk: Hak ile bâtılı birbirinden ayıran”; Hz Osman’ın “Zinnûreyn: İki nur sahibi”; Hz. Hamza’nın “Esedullah: Allah’ın aslanı”; Hâlid b. Velid’in “Seyfullah: Allah’ın kılıcı” lakaplarıyla anılması güzel lakapla anmanın çok bilinen örnekleridir. Cenab-ı Hak ismi geçen sahabi efendilerimizden razı olsun.

Hz. Ali radıyallahu anh mescitte yanı üzerine yatmış uyuyordu. Gömleği üzerinden sıyrılmış, vücudu toza toprağa bulanmıştı. Yanına çöken Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem üzerindeki tozu toprağı eliyle silkerken seslendi:

− Kalk ya Ebâ Turab! Kalk ya Ebâ Turab!

Bundan sonra Hz. Ali radıyallahu anh, “Benim için o günden sonra “Ebu Turab: Toprağın babası” künyesinden daha hayırlı hiçbir ismim olmadı.” demiştir.(Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 263; Hâkim, III, 140-141)

İmandan sonra fâsıklık

Ayet-i celilenin devamında Cenab-ı Mevlâ mealen şöyle buyurur:

“İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir!”

“Fâsık” Allah Tealâ’nın emir ve yasaklarına aykırı davranma, O’na isyan etme, doğru yoldan sapma anlamlarına gelen “fısk” kelimesinden türemiş bir isimdir. “Allah Tealâ’nın buyruklarına tembellik, gaflet ve nefsine tâbi olma sebebiyle itaat etmeyip âsi olan” mümine fâsık denir. Münafık veya kâfir manalarında da kullanılır.

Bir mümine, kötü dilli olmak ve bu özelliğiyle etrafına ün salmak yakışmaz. Ayet-i celilede yasaklanan şeyleri yapanlar yani alay eden, ayıplayan veya kötü lakap takanlar kendilerine fâsıklığı uygun görmüş olurlar.

İmandan sonra fâsık olarak anılmak ne çirkin bir addır! Bir mümin bunu ne kendisine ne de kardeşlerine uygun görmelidir.

Her kim alay etme, ayıplama ve kötü lakap takma fiillerini yapar da tevbe etmezse, onlar zalimlerdir. Bu kimseler hem itaat yerine isyanı koyarak zulmetmiş, hem de imandan sonra “fâsık” adını alarak kendilerini azaba layık kılarak yazık etmiş kimselerdir.

Müslümanlar arasında birliğin, beraberliğin, sevginin hakim olması için de ayıplama ve kötü lakap takma gibi çirkin işlerden uzak durmak gerekir. Mesela tevbe eden bir kardeşine geçmiş günahlarını hatırlatarak “fâsık” demek, iman eden birine eski halinden dolayı mesela “yahudi” veya “dönme” demek ayet-i kerimedeki emre muhalefet etmek demektir. Bunları yaptıktan sonra kendini haklı görüp tevbe etmemek de çirkin işte ısrardır.

Diğer taraftan fâsıklığı karakter haline getirmiş kişi, ayet-i kerimede yasaklanan hükme dâhil değildir. Yani onu “fâsık” olarak anmakta sakınca yoktur. Çünkü Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, “Fâcir (günah işlemeyi alışkanlık haline getiren) kimseyi içinde bulunduğu durumla birlikte anın ki insanlar ondan uzak dursunlar.” (Irâkî, Muğnî, III, 153) buyurmuştur.

Burada dikkat edilmesi gereken husus, hadis-i şerif, fâcirin ayıplarının ancak insanların ondan uzak durup kötü etkilenmemesi maksadıyla söylenebileceği şartını ortaya koyar. Böyle değilse dili tutmak gerekir. İş sebepsiz gevezeliğe vardığında temiz lisan kirletilmiş olur. Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:

“Başkalarının ayıplarıyla uğraşamayacak kadar kendi ayıbıyla uğraşana ne mutlu!” (Münâvî, IV, 281)

Zalimlerden olmamak için

Ayet-i celilenin sonunda, “Kim de tevbe etmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” buyuruluyor.

Başkalarını ayıplamak, yüzüne veya gıyabına kötü lakapla anmak tevbeyi gerektirir. Bu günahı işleyenler başkasının hukukuna tecavüz etmekle onlara zulmetmiş olurlar. Dinen yasak olan bir şeyi işledikleri için de kendi nefslerine zulmederek ilâhi azaba maruz bırakırlar. Bu hallerine tevbe etmeyenler, taatin yerine emre muhalefeti koydukları için zalim olmuşlardır. Eğer tevbe ve istiğfar ederlerse zalim olmaktan kurtulurlar. Yoksa azaba düçar olurlar.

“Bilin ki Allah’ın lâneti zalimlerin üzerinedir.” (Hûd 18)

Hz. Huzeyfe radıyallahu anhın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasulullah sallallahu aleyhi veselleme dilimin bozukluğundan şikâyet ettim, bunun üzerine bana; “O halde neden istiğfara sarılmıyorsun? Ben günde yüz defa Allah’a istiğfar ediyorum.” buyurdu. (Ahmed, Müsned, 5/394)

Abdullah b. Ömer radıyallahu anhüma demiştir ki:

“Biz Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin bir mecliste yüz defa ‘Rabbiğfir lî vetüb aleyye, inneke ente’t-tevvâbü’r-rahîm’ (Rabbim beni affet, sana tevbe ettim; şüphesiz sen tevbeleri çokça kabul eden ve çokça merhamet edensin’ (Ebu Davud, Salât, nr.1516; Tirmizî, Deavât, 3434) şeklinde istiğfar ettiğini sayardık.

Ayet-i kerimede mümin kulun tevbeyi terk etmekle zulmete dahil olduğuna, dolayısıyla bütün günahlardan ve özellikle burada zikredilen günahlardan nasuh tevbesi gerektiğine dair apaçık bir delâlet vardır. Hakiki ve samimi tevbe kurtuluşun anahtarıdır.

Mümin kul, her kim olursa olsun, Allah Tealâ’nın bütün yarattıklarına hürmet göstermelidir. Çünkü doğru olan, varlıkların dış görünüşüne takılmadan o varlıkları yaratan ve onlarda tecelli eden Yüce Zât’ı görmektir. Varlıklarda Allah Tealâ’ya ait sırlar ve nurlar vardır.

Mesela bir fakire rastladığında sakın onu hakir görme. Olur ki o fakirin Rabbi katında büyük bir nasibi ve değeri vardır. İnsan elbisesiyle değil, şahsiyeti ve ameliyle kıymet kazanır. Bazen kılıf eskidir, fakat içindeki kılıç çok keskin olabilir. Bu sebeple Allah Tealâ’nın yarattıklarından hiçbirini asla düşük görmemelidir. Yoksa kişi Cenab-ı Mevlâ’nın yüce dergâhından kovulur da bunun farkına bile varmaz.

Mümin kimse, her mümini kendisi gibi görmelidir. Kendisine layık görmediği şeyi başkalarına da layık görmemelidir. Bu imanın gereğidir. Ayet-i celile, gerek huzurunda, gerek gıyabında din kardeşinin sevmeyeceği tarzda konuşmanın ve davranmanın caiz olmadığını; böyle bir hal zuhur ederse derhal tevbe edilmesi gerektiğini, yoksa kişinin zalimlerden olacağını haber verir.

Hak Sübhânehû ve Tealâ en iyi bilendir.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy