“Analar büyütür, el alır gider” diyor şair. Analar ninnilerle el üstünde büyütüyor, yaban bir dünya, kendine gittikçe yabancılaşan, uzaklaşan bir dünya çocuklarımızı, geleceğimizi, bize ait tüm güzellikleri alıyor. Bizi bizden alıyor.
Oysa annelerimiz bize ninnilerle güzel bir dünya kurardı. İsmimiz verilirken kulağımıza okunan ezandan sonra duyduğumuz en güzel sesti annelerimizin sesi. Ve o sesin, o sözlerin iklimi bizi sarıp sarmalardı:
Derin gölde biter kamış
Uzar gider, vermez yemiş
Benim yavrum safi gümüş
Uyusun yavrum ninni...
Ninnilerle kendimizi seslerin ve sözlerin en güzeline bırakırdık. O ses bize gülüm demeye kıyamazdı. Sevildiğimizi bilirdik:
Ninni desem nehar olur, ninni
Gül açılır bahar olur, ninni
Ben yavruma gül demem
Gülün ömrü az olur, ninni...
Ninniler, annelerimizin türküleriydi. Annemiz karnımızı doyurduktan sonra bizi kundaklar; salıncağımıza, beşiğimize veya dizlerin en güzeline yatırırdı. Sonra da biz uyuyuncaya, uykunun durgun sularına kendimizi salıncaya kadar ninnilerini sıralardı. Toprak damlı evlerin bulunduğu daracık sokaklardan bazlama kokusu, tarhana kokusu yayılır gibi yayılırdı ninnilerin iklimi.
Kundağımıza sarılır gibi sarılır, kuşatılırdık. Nağmelerle bizi saran bir ocak başının, dumanı tüten bir çorbanın, el örgüsü bir battaniyenin sıcaklığıydı. Bizi bağrına bazan, gül kokulu, dağlar kadar heybetli, göl suları gibi sakin, huzurlu bir dünya, sıcak bir yuvaydı:
Dağa gittim dağ uyur, ninni
Dağda tavşanlar uyur, ninni
Göle gittim göl uyur, ninni
Gölde balıklar uyur, ninni
Eve geldim ev uyur, ninni
Evde yavrum uyur, ninni...
Güneşin sıcaklığı, göğün yıldızları, güllerin güzelliği, gümüşlerin parlaklığı... Anneler, sevdiği, beğendiği her şeyi ninnilere dökerdi. Bebeğine, hep en güzelini yakıştırırdı. Uyuyalım isterdi; uyuyalım ki büyüyelim. Büyüyelim ki yürüyelim. Büyümek ne demekti?
Nenni deyem beşiğine
Güneş değdi eşiğine
Büyüdüğünü görende
Gül serem beşiğine.
Uyusun da büyüsün nenni
Tıpış tıpış yürüsün nenni...
İnatçıydık. Bir türlü uyumuyorduk. Bize kıyamayan o güzel sözler, gözlerini bir türlü yummayan yavrusundan inceden inceye dertleniyordu:
Çaya vardım çay susuz
Çadır kurdum yaylasız
Benim yavrum pek huysuz
Ninni yavrum ninni...
Oysa huysuz değildik. Yalnızca o güzel sesi daha fazla duymak, o iklime daha fazla tutunmak istiyorduk. Bir gün uzaklaşacağımızı bilir gibi... Annemiz anlamıyor, belki de kendi kapanan gözlerine söz geçiremiyor, artık uyumamızı istiyordu:
Eve girsem ev karanlık
Dışa gitsem bağrım yanık
Herkes uyur sen uyanık
Uyusana yavrum ninni...
Ve bir duayla, bir yalvarış, bir sığınışla bizi uykuya salıveriyordu:
Hu hu hu Allah
Yavruma uykular ver Allah
Yavrum uyusun maşallah...
Bazen de ninniler annelerimize kucak açıyor, annelerimiz sığınıyordu sözlerine, ezgilerine. Hep bebekler annelere ihtiyaç duymaz ya, bazı bazı anneler bebeklerine nağmeleriyle içini döküyor, derdini dillendiriyordu:
Ninni dağların eteği ninni
Bura arslanların yatağı ninni
Anasının dert ortağı
Uyusun da büyüsün ninni...
Kimi zaman da o bildik nağmeler babasız büyüyen bebeklere ömür diliyordu. Nağmeler için için ağlıyor, yanıyor, yakıyordu. Gözyaşına mendil oluyordu nağmeler:
Akar suda destim susuz
Eve geldim evim ıssız
Bir kuzu meledi babasız
Allah sana ömür versin ninni...
Anneler, sütleri gibi nağmelerini de ak pak kılıyor, bize ezgilerini helâl ediyorlardı. Ana sütü nasıl besliyor, açlığımızı gideriyorsa o nağmeler de bize samimi, güvenilir, helâl bir alem sunuyordu. Ruhumuzu besliyor, dinlendiriyor, ışıtıyordu:
Yat dizime, yat dizime
Bak gözüme, bak gözüme
Sütüm sana helal olsun
Zikreyle, zikreyle
İnkâr eyleme
Lâ ilâhe ilallah, Lâ ilâhe ilallah....
Türkmen anneleri ninniye, “Allah de” manasına gelen “Hü di” ismini vermişlerdi. Öyle ya, ninniler daha beşikte Allah demeyi salık veriyor, Mevlâ’ya sığınmayı, dayanmayı öğretiyordu:
Erenlerin kılıcı
Arşa çıkar bir ucu
Her dertlerin ilâcı
Lâ ilâhe ilallah, ninni..
ve
Doğada davarın otlasın
Ovada çiftin işlesin
Mevlâm seni bağışlasın
Oğlum ninni, yavrum ninni...
Ninni ninni dualarla, nağmelerle, dileklerle büyüdük. “Tıpış tıpış yürüsün” dedi annelerimiz, yürüdük. Yürümek ne kelime, uçtuk. Uçtuk ve bambaşka, yabancı bir aleme konduk.
Büyüyen yalnızca biz değildik. Dünya da, annelerimiz de büyüdü. Herkes o saf, arı nağmelerin uyutamayacağı kadar büyüdü, değişti. Dağa varsak dağ uyumuyor, göle varsak göl uyumuyor. Su uyuyor da... Herkes, herşey tetikte. Gül demeye kıyılamayan bebekler annelere diken gibi batıyor. Anneler bebeklerine yabancı. Sesler, sözler, nağmeler yabancı. Oysa yaşamın ilk belirtisidir ses. Ses kesilince biter hayat. Sesler yabancılaşınca da o aşina, o sıcak iklim üzerimizden çekiliverir. Yaban bir dünya ellerimizden bizi alır.
“Hızır gelsin işine” diyen samimi bir duanın iklimi, kaybettiğimiz, yitiriverdiğimiz...
Şimdi göğümüzden çekiliveren o iklim bizi bulsa. Annelerimiz kendi seslerine, sözlerine, ezgilerine bir kavuşsalar. Oradan bir dua yetişse imdadımıza. Amin desek ninnilere. O aşina iklim yeniden doğsa.
O ses hep tanıdık, o sözler hep aşina bizi bekler.
O iklim, ne kadar uzaklaşmış olsak hep içimizde yeşerir.
Ve kulağımızda bir tını söyler durur:
Dandini dandini dandinsin
Camilerde kandilsin
Bahçelerde sümbülsün
Uyusun da yavrum büyüsün
Yüzlerini güller bürüsün...